Arama Yap
Elbetteki hayır. Evrim teorisi ile Allah inancı arasındaki bağ hakkında yaygın bir yanlış düşünce var. Evrim teorisini ortaya koyanların veya ona inananların ateizmle, evrim teorisine inanmayanların ise teizmle özdeştirilmelesi, bu yanlışın temelini oluşturur. Bu gerçeği ıskalayan bir fikirdir. Evrim teorisine inanan birçok teist bilim insanı, felsefeci ve ilahiyatçı mevcuttur. Nitekim Darwin’in teorisinin Amerika’da tanınmasını sağlayan Harvard Üniversitesi’nden botanikçi Asa Gray, bugün savunulan şekliyle evrim teorisinin babası diyebileceğimiz Theodosius Dobzhansky, çağımızın en önemli fosilbilimcilerinden Simon Conway Morris gibi evrim teorisinin geliştirilmesinde katkısı olan ünlü bilim insanları, kendi Allah inançlarıyla evrim teorisi arasında bir çelişki olmadığını ifade ettiler. Hatta ünlü ateist bilim ve biyoloji felsefecisi Michael Ruse da, hem Allah’a hem evrim teorisine beraberce inanılmasında bir sakınca görmediklerini ifade etmiştir.
Evrim teorisine inanan biri ateist olmak zorundaymış gibi bir algı oluşturuluyor yıllardır. Bu planlı bir projenin ürünü olduğu kanaatini taşıyorum. İnsanlara “Ya Allah’a inanıp evrimi reddedeceksin ya da evrime inanıp Allah’ı reddedeceksin” diyenler teistleri aptal yerine koymaktadır. Allah evrimsel süreçle yaratamaz diye bir kural yoktur. Evrim teorisinden korkan insanlar kendi bağnaz mitolojilerini tehlikede gördükleri için böyle bir tavır sergiledikleri açıktır. Nedir bu mitolojiler?
- Âdem’in aniden topraktan şekil verilerek yaratıldığı yanılgısı
- Âdem ve eşinin cennette yaratıldığı ve dünyaya sürgün edildikleri yanılgısı
- Âdem’in yaratılan ilk ve tek insan olduğu yanılgısı
- Âdem’in eşinin Âdem’in kaburgasından yaratıldığı yanılgısı
- Hristiyan ve Yahudi rivayetlerinden gelen Evren’in yaşı hakkındaki bilgilerin bilimsel kanıtlarla çelişmesi
- Hadis adı altında Mezopotamya mitolojilerinin peygamber öğretisi zannedilmesi
Bazıları, ateistlerin evrim teorisini dinlere karşı kullandığını, bu yüzden bu teorinin inkâr edilmesinin gerekli olduğunu düşünüyor. Bazı ateistler de -Richard Dawkins gibi- bir teist’in kesinlikle evrim teorisini reddetmesi gerektiğini söylüyorlar. Ama her iki iddia da saçmadır. Evrim ya da bilim bağnazların tekelinde olmadığı gibi ateizmin de tekelinde değildir. Ateistler bu teoriyi araç olarak kullanıp dinlerin çürütüldüğünü ifade ediyorlar. Bu da dindar insanları bu teoriyi dinlemekten bile korkmaya itmektedir. Ancak bunun tek suçlusu ateistler değildir. Eğer dindarlar, İslam veya diğer monoteist dinler adına bu teoriye kabul edilemez mantığıyla yaklaşmış olmasalardı, ateistlerin bu teoriyi monoteist dinlere karşı kullanmalarına da fırsat vermiş olmazlardı. Caner Taslaman'ın dediği gibi, Allah’ın varlığının kabulü evrim teorisinin inkârını gerektiriyormuş gibi çok yanlış bir görüşü savunursanız o zaman karşıt görüşünüzde olan kişilerin böylesi bir yaklaşımda bulunmasının zeminini siz hazırlamış olursunuz.Hristiyanlar İsa peygambere ilahi vasıflar atfedildiği için hiçbir Müslüman İsa peygambere karşı bir soğukluk hissetmez. Bir ateistin evrim teorisini ateizm için araçsallaştırması da bu teoriye karşı bir soğukluk kaynağı olmamalıdır. Herhangi bir bilgi öğrenilmeden önce, ateistlerin neye inandığını tespit edip de onların görüşünün zıddına inanmaya çalışmak İslami bir yaklaşım mı? Müslüman gerçeğin mi ateistlerin zıddı olmanın mı peşindedir?
Kuran, Allah’ın canlı türlerini ve insanı yarattığını açıkça beyan etmiş olmasına karşın bu yaratmanın nasıl olduğunu anlatmamıştır. Bu yüzden bir Müslüman'ın evrimi savunmasında hiçbir sakınca yoktur. Hatta bir Müslüman'ın bilimi takip etmesi yobazları takip etmesinden bir milyon kat daha iyidir.
Tanrı “ben sizi yarattım” gibi ifadeler kullanıyor. Bu evrimsel süreci çürütmez mi?
Bu kısımda Caner Taslaman’ın düşüncelerini olduğu gibi sizinle paylaşmak isterim.
"Bir ressamın yaptığı bir resmi başkalarına anlatırken “Bu resmi yaptım” dediğini düşünelim. Ressamdan böyle bir ifade duyduğumuzda, onun ne demek istediğini rahatlıkla anlarız ve bu ifadede yadırganacak en ufacık bir unsur bile bulmayız. Bununla beraber hepimiz biliriz ki ressam resmi bir süreçle ortaya çıkarmıştır; yapacağı kâğıdı ve boyaları satın almıştır, boyaları birbiriyle karıştırmıştır, fırçasını önce boyalara sonra kâğıda sürmüştür, resmin önce bir kısmını, sonra başka bir kısmını, sonra daha başka bir kısmını boyamıştır... Resmin bir süreçle ortaya çıkmasını hiçbirimiz ressamın “Bu resmi yaptım” cümlesiyle çelişkili bulmayız. Çünkü bahse konu bütün süreç ressamın resmi ortaya çıkarmasının bir parçasıdır ve tüm süreç resmin ortaya çıkması gayesiyle gerçekleştirilmiştir. Üstelik ressam, ne kâğıdın ne boyaların ne de sürecin içerisinde gerçekleştiği zamanın yaratıcısıdır. Oysa Allah, süreçlerin hammaddesi olan maddelerin de sürecin içinde gerçekleştiği zamanın da yaratıcısıdır. Bu yüzden bir Müslüman’ın, Allah, “Gökyüzünü yarattım” veya “Canlıları yarattım” veya “Siz insanları yarattım” dediğinde; bu tarz ifadelerin hiçbirini, peşinen, süreçsiz bir yaratma olarak anlamaması gerekir. Bu tarz ifadelerin hiçbirinde süreci dışlayan bir unsur mevcut değildir.
Kısacası Allah’ın, “yağmuru yağdırma” veya “rüzgârları estirme” veya “süt içirme” olgularına her atıf yaptığında, bunların arkasındaki tüm süreçlerden bahsetmesi gerekseydi büyük patlamanın başlangıcından başlayarak tüm süreçleri, her biri için açıklaması gerekirdi." (Bir Müslüman Evrimci Olabilir mi?, s.49)
Bu serinin diğer yazılarını okudunuz mu?
Allah’ın Tasarım Metodu Evrim: (Bölüm-1) Evrenin Evrimi
Allah’ın Tasarım Metodu Evrim: (Bölüm-2) Dünyanın Evrimi
Allah’ın Tasarım Metodu Evrim (Bölüm-3): Kur’an’ın Evrim’e Bakışı?
Allah’ın Tasarım Metodu Evrim (Bölüm-4): İslam Evrim ile Çelişir Mi?
Allah’ın Tasarım Metodu Evrim: (Bölüm-5) Allah Evreni 6 Günde Mi Yarattı?
Evrim görüşünün Charles Darwin ile ortaya çıktığı yaygın kanaattir. Ancak işin aslı bundan çok farklıdır. Evrim görüşünü Charles , dedesi olan Erasmus Darwin'den öğrenmiştir. Erasmus Darwin'in günümüzde bilinen evrim ile ilgili şiirleri ve düzyazıları mevcuttur. Evrim görüşünü ilk olarak 1731'de doğan Erasmus Darwin olduğunu düşünüyorsanız bir kez daha yanıldınız. Erasmus'tan yaklaşık 1000 yıl önce yaşamış olan İslam alimi Al-Jahiz (El-Cahız) evrim görüşünü savunmuş ve diğer Müslüman bilginlerin yolunu aydıtlatmıştır. Müslümanlar, evrimsel yaratılışı savunan alimler ve onların bilimsel metodları yerine mitolojik efsaneler anlatan vaizleri takip etmişler ve halen etmekteler. Bu durum çok acı. Aşağıda isimlerini ve görüşlerini sizlere sunacağım alimleri birçoğunuz hiç duymadı. Çünkü bu tür insanların seslerine set çekildi, kitapları yakıldı, öğretileri şeytan işi olarak yaftalandı. Kendi dönemlerinde kafir, mürted, şeytanın ele geçirdiği insanlar olarak tanıtıldı. Sonra meydan din tüccarlarına kaldı. Hal böyle olunca biz Allah'ın yeryüzü kanunlarından biri olan evrimi alimlerimizden öğrenmek yerine ateistlerden ya da batının ilginç kalemlerinden öğrenmek zorunda kaldık. Evrimi Müslüman alimlerin kaleminden öğrenmesi halinde Kur’an’a olan sadakati daha da artacak olan aklını kullanan Müslüman çocuklarından bir nicesi, evrimi Batılı agnostikler ve ateistlerin kaleminden öğrendikleri için dine mesafe koymuş, hatta bazıları dinleri safsata olarak görüp inançlarından soğumuşlardır.
El-Cahiz (El-Jahiz)
781-869 yılları arasında (Darwin’den 1000 yıl önce) yaşamış, Basra doğumlu, Müslüman Arap bilim insanıdır. Gözündeki kusur yüzünden “pörtlek göz” anlamındaki El-Cahiz (Al-Jahiz) takma adını kullanmıştır. Cahız bilinen ilk Müslüman biyolog ve zoologtur. Hayatı boyunca teoloji, İslam felsefesi, filoloji gibi konularla ilgilendiği gibi zooloji, hayvan psikolojisi, sosyal psikoloji konuları da dahil 200’e yakın kitap yazmıştır. Aynı zamanda hayvanlara dair ilk ansiklopedinin sahibidir. Bu eseri 7 ciltten oluşan, 350’ye yakın canlıyı incelediği “Kitab al-Hayawan (Hayvanlar Kitabı)”dır. sahibidir Bu kitap, doğal çevrenin hayvanlar üzerindeki etkisinden bahseden, çevresel faktörlerin bir bireyin fiziksel özelliklerini nasıl değiştirebileceğini açıklamaya çalışan ilk eser olarak anılır. Besin zinciri ve çevrenin bir hayvanın hayatta kalma olasılığını nasıl etkileyebileceğini özel olarak incelemiştir:
“Sıçan, yemek aramaya çıkar, bulur, yakalar ve yer. Küçük kuşlar ve diğer küçük hayvanları yer. Bebeklerini yılanlardan ve kuşlardan korumak için yer altı tünellerinde saklar. Yılanlar sıçanları yemeyi çok sever. Yılanlar da kendilerini kendinden büyük olan kunduzların ve sırtlanların tehlikesinden korur. Sırtlan tilkiyi ve kendinden küçük diğer hayvanları korkutur. Varoluş, başkasının yemeği olmaktan geçer, esas kural budur. Bütün küçük hayvanlar kendinden küçükleri yer ama her büyük hayvan kendinden büyüğünü yiyemez. İnsanlar da hayvanlar gibidir. Allah bazı bedenlerin ölümünü diğerinin yaşamı için sebeplendirmiştir ya da diğerinin yaşamını bir başkasının ölümü için.”
“Kaç kuşak sonra siyah beyaz, beyaz siyah olur?”
Kitaptaki alıntılardan, çok rahatlıkla, El-Cahiz’in, fiziksel özelliklerin kuşaklar arasında değişebileceğini, üstelik bu değişimin yumurtalar sayesinde olabileceğini, çevrenin fiziksel özellikleri etkileyebileceğini ve hayatta kalma güdüsü ile doğal seçilim kanunlarını dile getirdiğini söyleyebiliriz. Bu İslam bilginlerinin düşünceleri evrim teorisiyle uyuşur. Ancak günümüzün modern bilgi birikimi ve teknolojisi o dönemlerde olmadığından onları tam bir evrim teorisyeni olarak düşünmek onlara haksızlık olur.
Cabir b. Hayyan
Canlıların ilahi tabiat yasalarına bağlı olarak kendiliğinden oluştuğu görüşünü savundu. Bu görüşün en büyük ismidir. Cabir İslam bilgini ve aynı zamanda ünlü bir kimyagerdir. (Ö. 815) Kadim Hermetizmin “canlıların kendiliğinden oluştuğu” tezini islamla ıslah ederek savunmuştur. Taşların, madenlere, madenlerin bitkilere, bitkinin canlılara evrildiği kanaatindedir. Bu türler üzerinden türlerin köken birliğini savunur. (Cabir b. Hayyan, Resail/Kitabu’s- Seb’in, neşt: A.ferid el- Mezidi, Beyrut 1427, s.425)
Cabir, Tedbiru’l- İksir’de, örneğin balıklarla insanlar arasında evrimsel bir bağ olduğuna atıf yapar ve okurunu buna şaşırmaması için uyarır. Yine o, Allah’ın hayvanları taş-bitki-hayvan üçlüsünün en şereflisi yaptığını,akıllı ve konuşan varlık olan insanı da hayvanların en şereflisi yaptığını söyler. (Age, Kitabu’l- Mevazini’s- Sağir, s. 181) Hatta insanlık tarihinde mineral, bitki, hayvan ve insanların yapay yolla üretileceği fikrini ilk ortaya atan isim Cabir’dir. (Dinimize göre bunun sakıncası olur mu peki? Tabi ki olmaz. Hayat üretmeyi hiçbir kutsal kitap yasaklamaz) Fakat o ilahi yaratma ile beşeri imal etmeyi birbirinden kavramsal düzeyde ayırır.
El-Farabi
870-950 yılları arasında yaşamış ünlü İslam bilgini ve filozof. Orta Çağ İslam aydınları arasında Muallim-i Sani (İkinci Üstat/Magister secundus) olarak bilinir. Birinci üstat Aristo’dur. Batı’da Alfarabius adıyla bilinir. Mantık, matematik, felsefe, doğa felsefesi, psikoloji, müzik, siyaset dallarında kendini geliştirmiştir. Hakkında sonradan yazılan biyografilerde verilen listelerde 100 ila 160 arasında eserin Farabi'ye atfedildiği görülür ancak bu eserlerin küçük bir kısmına ulaşılabilmiştir. "El-Medinetü'l Fâzıla (Faziletli Şehir- İdeal Devlet)” kitabı bunlardan biridir. Bu kitapta “Varolmada heyulani (maddi) cisimlerin mertebeleri hakkında” bölümü, varlıkların basitten başlayarak birbirlerine dönüştüklerini anlattığı aşağıdaki paragrafla başlar:
“Evvelâ ustukuslar (hava, su, ateş, toprak/cevher) hasıl olurlar. Sonra o cins ve tabiâtteki cisimler hasıl olurlar ki buhar ve bu zümreden olan bulutlar, rüzgârlar ve havada vuku bulan diğer şeyler ve yerin dolayında, altında, suda ve ateşte olan şeyler bu kabildendir. Bunlardan da sair cisimlerin var olması gerekir öyle ki: evvela ustukuslar birbirleriyle karışarak bunlardan birbirine zıd olan birçok cisimler hasıl olur. Sonra, bu zıdların bir kısmı yalnız birbiriyle karışır; diğer bir kısmı ise hem birbiriyle hem ustukuslarla karışarak ikinci bir karışma hasıl eder ki bundan da suretçe birbirine zıd olan birçok cisimler hasıl olur. … Böylece karışa karışa eski terkiplerden (sentezlerden) daha karışık yeni terkipler hasıl olmakla, öyle bir raddeye gelirler ki artık karışma imkânını gaip ederler ve onların karışmalarından hasıl olacak cisimler, onlardan da ustukuslar kadar uzak kalarak ihtilat (karışım) son bulmuş olur. Böylece bazı cisimler ilk ihtilattan, bazıları ikincisinden, diğerleri üçüncüsünden bazıları da son ihtilattan hasıl olurlar. Madenler nispeten sade ve ustukuslara daha yakın ihtilatlardan hasıl olmakla ustukuslardan az uzaktadırlar. Nebat (bitki) daha girift olup ustukuslardan daha uzak terkiplerle hasıl olur ki evvelkilere nispetle ustukuslardan daha uzakta kalır. Nâtık olmayan hayvan (konuşamayan hayvan) bitkiden daha karışık bir terkipten husule gelir. İnsan ise, müstesna suretle, son terkipten hasıl olur.”
Yukarıda gördüğünüz gibi canlıların birbirinden evrildiği görüşünü net bir şekilde dile getiriyor Farabi. Görülebileceği gibi bu görüşler modern evrim görüşüyle tam olarak uyumlu olmasa da, yine de canlılar arasındaki kademeli evrimsel değişime dair çok önemli tespitlerdir. Canlıların statik, değişmez, son halleriyle yaratılmış olduğunu değil; kademeli ve birikimli bir evrimsel sürücün ürünleri olduğunu ileri sürmektedir. Bu, İslam tarihinde evrimin ne kadar güçlü bir temelde geliştiğine çok önemli bir göndermedir.
İbn-i Miskeveyh (İbn Miskawayh)
932-1030 yılları arasında İran’da yaşamış İslam filozofudur. Farabi okuluna mensup düşünürlerdendir. Doğanın işleyişiyle ilgili düşünceleri El-Cahız kadar bilimsel olmasa da felsefi düzeyde “El-Fevz el-Aşgar (Küçük Başarı)” isimli kitabında belirgindir. Düşünüre göre doğanın ilerleme süreci cansız maddeden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan maymuna, maymundan insana doğrudur. Miskeveyh’in eserlerini inceleyen Dr. Muhammed Hamidullah, Miskeveyh’in kitabındaki görüşlerini şu şekilde özetlemiştir:
“Miskeveyh’e göre; Allah maddeyi ve gücü yarattı. Madde zamanla buhara ve suya dönüştü. Bir sonraki basamak mineral dünyası oluştu. Belli zamanda farklı mineraller oluştu. Daha sonra mineral dünyası bitki dünyasını oluşturdu. Bitkiler, hayvan özellikleri taşıyana kadar evrildiler, dişi ve erkek cinsleri oluştu. Bu hurma ağacıdır. Hurma ağacı bitkiler aleminin en yüksek, hayvanlar aleminin en düşük seviyeli canlısıdır.”
Miskeveyh’e göre bitkilerin lif ve köklerden kurtulması hayvanlar alemine geçiş olmuştur, hareket, dokunma ve yön ilk basamaktır. Hayvanlar alemi dört bacaklılarda “at”, uçan hayvanlarda “şahin” ile en üst mertebeye erişmiştir. En sonunda insanlık sınırındaki maymun yer alır. Miskeveyh’in evrimle ilgili görüşleri bugünkü bilgilerimizin yanında ilkel kalmaktadır ancak “hepimiz yıldız tozuyuz” fikrinin özünü ilk benimseyenlerden olması oldukça dikkat çekicidir.
İhvan El-Safa (Ikhwan El-Safa)
İhvan el-Safa (Halis Kardeşler) bir kişi değil, kimlikleri gizli alimlerden oluşmuş, doğa bilimleri, matematik, astronomi, felsefe ve İslami bilgiler içeren 52 kitaptan oluşan, Rasa'il Ikhwan al-Safa adlı ansiklopedik eser vermiş bir topluluktur (10. yy). Yazarların kimlikleri hakkında öngörüler bulunsa da kesin bir bilgi yoktur. Muhtemelen bilim ile uğraşan insanlar din tüccarları tarafından fişleniyordu. Canlılığın oluşum süreci hakkındaki fikirler aşağıdaki şekilde tarif edilmiştir:
“… Üç alem bulunur. Her son üye, kendinden sonra gelen bir sonraki basamağın ilk üyesine bağlıdır. Mineraller, kendinden alttaki su ve toprağa ve onların da alt tipi olan aluminyum sülfat, demir sülfat ve zirkona bağlıdır. Kırmızı altın minerallerin en üst basamağıdır ve bitkilere yakındır. Bitkiler arasında yosun en alt kademededir, buna karşılık hurma, dişi ve erkeğinin bulunuşuyla hayvanlar ve bitkiler arasındadır. Salyangoz bitkilere en yakın hayvandır, fil ise -zekası gereği- insana en yakın hayvandır…”
İbn El-Heysem (İbn Al-Haytham)
965-1039 yılları arasında yaşamış, Basra doğumlu, Müslüman Arap fizikçi, matematikçi, filozof. Zamanının çoğunu din ve fen bilimlerine adamış olan El-Heysem, çok önemli bir fizikçi ve optik biliminin kurucusu olarak kabul edilir. Bazı kaynaklar Heysem’i, bilimsel yöntemleri kullanma şeklini göz önünde bulundurarak “ilk bilim insanı” olarak kabul eder. Batı dünyasında “Alhazen” adıyla bilinir. Newton ve Kepler’den yüzlerce yıl önce, Dünya merkezli bir kainat sisteminin gerçek olmayabileceğini, uzayda başka sistemlerin de olabileceğini ve Dünya’nın Güneş sistemine tabi olduğunu söylemiştir. Optik ve ışık konusunda en yüksek düzeyde deneysel çalışmalar yapmıştır. “Bir ortamdan geçen bir ışık ışınının en kolay ve çabuk olan yoldan gideceğini” bildirmiştir. Böylece, Pierre de Fermat’ın (1601-1665) “en küçük süre ilkesi”ne birkaç yüzyıl önceden katkıda bulunmuştur. Ayrıca, daha sonraları Isaac Newton’ın (1642-1726) “Birinci Hareket Yasası” olacak olan Eylemsizlik Yasası’ndan söz etmiştir:
“Her cisim, hareketini değiştirecek kuvvetler uygulanmadığı sürece bulunduğu konumu korur ya da doğrusal bir yörüngede düzgün hareketini sürdürür.”
Eserlerinden birinde kurduğu şu cümle, bilimsel düşünce yapısını ortaya koymaktadır:
“Bilim insanının gayesi doğruyu öğrenmekse, kendini okuduğu her şeye düşman etmelidir.”
Al-Biruni (Alberuni)
Biruni 973-1048 yılları arasında bugünkü Özbekistan-Afganistan bölgesinde yaşamış, zamanının en önemli ve en bilinen İslam alimlerindendir. Fizik, matematik, astronomi, tıp, farmakoloji (İlaç Bilimi), doğa bilimleri, tarih, kronoloji ve dil biliminde kendini geliştirmiş ve bu alanlarda çağının alimlerini etkilemiş önemli eserler vermiştir. İlginç şekilde Hintolog (Hindistan uzmanı) olarak da tanınır. Çünkü 1017 yılında Gazneli Mahmut’un Hindistan’a yaptığı 12. seferinde orduyla beraber gitmiş ve Hindistan’da uzun yıllar kalıp çalışmalar yapmış, “Tarikh Al-Hind (Hindistan Tarihi)” adında bir kitap yazmıştır. Kitabın 47. bölümü aşağıdaki paragrafla başlar. Burada Biruni’nin coğrafi dağılım, doğal seçilim, yapay seçilim kavramlarının tohumlarını attığını görebiliriz:
“Dünyanın yaşamı ekime (tohum) ve üremeye bağlıdır. Her iki olay da zamanla artar ve bu artış sonsuzdur, Dünya sonlu olduğu halde. Bir bitki veya hayvan sınıfı kendi formunda artmadığında ve kendine has cinsi kendi türü olarak belirlendiğinde, onun her bir bireyi sadece bir kez var olmak ve yok olmakla kalmaz, bunun yanında kendi gibi bir veya birçok varlık yaratır, sadece bir kez değil birçok kez, o zaman bu tek bir hayvan veya bitki türü, dünyayı işgal edip kendini ve kendi cinsini ulaşabildiği her yere yayacaktır. Çiftçiler mısırı seçerler, istedikleri kadar büyümesine izin verirler, söküp çıkarırlar. Oduncu mükemmele ulaşıncaya kadar o dalları bırakır, diğerlerini söküp atar. Arılar kovanda çalışmayıp sadece yemek yiyen arıları yerler. Ancak doğa ayrım yapmaz, hamlesi her koşulda tek ve aynıdır. Ağaçların yapraklarının ve meyvelerinin çürümesine izin verir; bu, doğa ekonomisinde üreme eğilimiyle sonuçlanmasını engeller. Diğerlerine yer açmak için onları kaldırır.”
İbni-i Haldun (İbn Khaldun)
1332-1406 yılları arasında yaşamış, Tunuslu Müslüman tarihçi-filozoftur. Tam ismi Abd Ar Rahman bin Muhammed ibn Khaldun’dur. En ünlü eseri 1250 sayfalık; tarih felsefesi, sosyal bilimler, ekonomi, çevre, kültürel tarih, İslam teolojisi ve politik konuları içeren ve zamanının önemli isimlerinin başucu kitabı olmuş “Mukaddimah (Mukaddime)”dir. İbn Haldun anlık sıçrama (mutasyon) yoluyla evrimi kabul eder. Ona göre varlıklar hiyerarşi içinde birbiriyle bitişme halindedir. Mukaddime adlı eserinde evrimle ilgili görüşlerini aşağıdaki şekilde ifade etmiştir:
“… Yaratılış dünyasına bakmak gerekir. Önce madde oluşmuştur. Dereceli bir şekilde ilerlemiş, bitki ve hayvan oluşmuştur. Minerallerin son basamağı, bitkilerin ilk basamağıdır, tıpkı çimen ve tohumsuz bitkiler gibi. Üzüm ve hurma gibi bitkilerin son basamağı da hayvanların ilk basamağını oluşturur, tıpkı yılanlar ve kabuklu deniz hayvanları gibi. Buradaki “bağlantı” son basamaktaki her grubun bir üst basamağa geçmek için hazır olma durumudur. Daha sonra hayvanlar alemi sürekli genişler, çoğalır, yaratılış basamağında son olarak, düşünen ve ifade eden “insan” oluşur. İnsanların en üst basamağına, zeka ve idrakın olduğu ancak aktif düşünme ve ifadenin olmadığı maymunlar aleminden ulaşılmıştır…”
Not: İbn Haldun’un Mukaddime eserinin bazı nüshalarında maymun anlamına gelen “kırade” kelimesini, kudret şeklinde okuyanlar olmuştur. Fakat hem cümle içindeki anlam hem de İbn Haldun’un evrimci olmasından çıkan sonuç kırade kelimesinin doğru okunuşunun "maymun" olduğudur.
Celaleddin Rumi
Maddeyle başlayıp manen devam eden evrim görüşünü savunmuştur. Onun öncekilerin evrimci düşüncesine katkısı, bir sonraki türün bir önceki türü özümseyerek dönüştürdüğü görüşüdür. Bitki, su ile mineralleri bitkiye dönüştürür. Hayvan yediği bitkileri canlılığa dönüştürür. Böylece bir alt bir üst türe dönüşerek tekamül devam eder. Rumi’nin şu dizelerine dikkat.
Bir madendim, öldüm ve bitki oldum
Bitkiydim, öldüm ve hayvan oldum
Hayvandım, öldüm ve insan oldum
Sonuç olarak, doğa üzerine kafa yormuş en önemli İslam alimleri evrimsel süreçlerin varlığından açık şekilde bahsetmişlerdir. “Maymundan gelme” fikrinin hiç de aşağılık bir durum olmaması, her aklıselim bilim insanı için olağan gözükmektedir. Hangi yüzyılda, hangi coğrafyada olursa olsun. Evrim görüşünü sadece bu alimler savunmadı. Kınalızade Ali Efendi 1500'lü yıllarda Erzurumlu İbrahim hakkı 1700'lü yıllarda evrimi savundu. Endülüslü simyacı el mecriti (madridli),ibnu’n- Nefis, Muhammed ikbal, Elmalılı Hamdi Yazır, Ahmed Hamdi Akseki,Muhammed Hamidullah, Muhammed Esed vs.
KAYNAKLAR
- evrimagaci.org
- Yaratılış ve Evrim , Mustafa İslamoğlu
- İslam’da Evrimci Yaratılış Teorisi, Mehmet Bayraktar, Ankara 2001
Bu serinin diğer yazılarını okudunuz mu?
Allah’ın Tasarım Metodu Evrim: (Bölüm-1) Evrenin Evrimi
Allah’ın Tasarım Metodu Evrim: (Bölüm-2) Dünyanın Evrimi
Allah’ın Tasarım Metodu Evrim (Bölüm-3): Kur’an’ın Evrim’e Bakışı?
Allah’ın Tasarım Metodu Evrim (Bölüm-4): İslam Evrim ile Çelişir Mi?
Allah’ın Tasarım Metodu Evrim: (Bölüm-5) Allah Evreni 6 Günde Mi Yarattı?
Allah’ın Tasarım Metodu Evrim (Bölüm-6) : Evrime İnanmak İçin Ateist mi Olmak Gerekir?
Aslında bu soruyu sormak benim için üzücü ancak asırlardır toplumumuzun gündemi meşgul etmiş olması hasebiyle değinme ihtiyacı duydum. Böyle anlamsız konularla asırlardır bu ümmetin gündemini işgal ediyorlar. Bu yazıyı yazma amacım biraz farklı. Çünkü bu sorunun bir Müslüman zihinden mi çıktığını yoksa başka dinlerden mi devşirildiğini sizlerle irdeleyeceğiz. Bu soruyu soran Müslüman zihinler evvela şu ayetlerden haberdar olmak zorundadır.
"Biz, buyruğumuzda tek şeyi bile ihmal etmedik. Ve bir kez daha (belirtelim): onlar(ın tümü) Rableri huzurunda toplanacaklardır." (MUHAMMED ESED MEALİ- ENAM 38)
"Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım; ve (Allah'a) teslimiyeti sizin için hayat tarzı olarak benimsedim..." (HAYAT KİTABI KURAN MEALİ- MAİDE 3)
Yukarıdaki iki ayet Müslüman bilinçte şu hakikati doğururmalı "Allah bu dinin anayasasını tamamladı." Artık hayatta karşımıza çıkacak her olayla ilgili yasa çıkarırken anayasamız olan kur'an'dan yararlanacağız ve anayasaya ekleme yapma hakkı hiçbir insan ya da otoriteye verilmediğinin şuurunda olacağız. Kısacası Allah hükmünü verdi ve eksik ya da unuttuğu -haşa- bir hüküm yoktur. Yukarıdaki ayetlere iman ettiyseniz hiçbir imamın, hiçbir alimin ya da kendisini dini otorite olarak gördüğünüz herhangi birinin anayasamıza ekleme yapamayacağına da iman etmişsiniz demektir.
Bilindiği üzere insanlığın devamını sağlayabilme özelliği Allah tarafından kadınlara verildi. İnsanlık, soyunu geleceğe taşımak istiyorsa kadınlara muhtaçtır. Her ay döllenmeyen yumurtalık kadın vücudundan atılması gerekir. Buna ay başı, hâyız, adet ve en nihayetinde modern bir ifade olan özel günler tabileri kullanılır. Bunun kadın için ne kadar ağır bir sorumluluk olduğunu Allah şöyle ifade eder:
"Sana kadınların ay hali hakkında soruyorlar: De ki: "O sıkıntı verici bir rahatsızlıktır. Ay hali sırasında kadınları (rahat) bırakın ve onlar temizleninceye kadar (cinsel) ilişkiye girmeyin! Temizlendikleri zaman, Allah'ın size emrettiği gibi yaklaşın!" Hiç kuşkusuz Allah özden tevbe edenleri sever, özden temizlenenleri de sever." (HAYAT KİTABI KURAN MEALİ- BAKARA 222)
Allah yukarıda kadınların özel günlerinde yaşadıkları cefayı dile getiriyor. Bu sıkıntıyı dile getiren Allah erkeklere de kadınları özel günlerinde rahat bırakmalarını ve cinsel istek taleplerinde bulunmamalarını emrediyor. Buradaki "temizleninceye kadar (cinsel) ilişkiye girmeyin" ifadesini bazı Müslüman kesimler Yahudi kültürü ve inancının etkisi altında açıklamaya çalışıyor. Yahudilere göre kadın hâyızlı iken resmen murdardır ve onlarla o günlerde iletişime geçilmez, aynı sofrada yemek yenilmez, aynı yatakta yatılmaz vs.. Ancak böyle düşünen Müslümanların dini İslamiyet, kitabı Kur'an değildir. Yukarıdaki ayette Allah kadınların özel günleri hakkında empati kuramayan erkeklere, kadının ne denli sıkıntı çektiğini anlatmayı murad ettiği açıktır. Kadının çektiği sıkıntıyı görmeyip bir de cinsel talepte bulunan erkekleri uyarıp onları insan olmaya, kadını anlamaya davet etmektedir. Değil mi ki insan, insan olmayı beceremediği için dinler indi. İnsanlık kadına borçludur, ancak erkekler bırakın bu borca minnet duymayı kadını borçlu dahi çıkarmıştır.
Kadının özel günlerinde oruç tutamayacağına dair kur'an'dan bir delil yoktur. Kur'an böyle bir yasak bırakmamıştır. Bu yasağı Müslümanlar bırakmıştır. Peki Müslüman kesimlerin bu iddiasının kaynağı nedir? Birçoğunuzun da bildiği gibi güvenilmez kaynakların merkezi olan hadislerdir. Aişe validemize ait olduğu iddia edilen aşağıdaki hadis Müslümanların delil olarak sunduğu ana kaynaktır.
Muâze’ den: Hz. Âişe’ ye(r.anha) ; “Hâyızlı kadının orucu kaza ettiği hâlde namazı kaza etmemesinin sebebi nedir?” diye sorunca bana dedi ki: “Sen Haruri (Hârîcî) misin yoksa?” “Ben Hârîcî değilim, ancak soru soruyorum.” dedim. O da şöyle dedi: “Resûlullah (s.a.s) dönemindeyken bu hâl geldiğinde biriyle emrolunur, diğeriyle emrolunmazdık. Resûlullah, orucun kazasını emreder, namazın kazasını emretmezdi.” (Fethül-Kadir, I,114)
Biz dinimizi insanlara güven üzerine inşa edemeyiz. Peygamberden, Aişe validemizden şu sözleri işittim diyen birine güvenerek dinimizi onun insafına bırakamayız. Ayrıca peygamber Kur'an'dan konuşurdu, Kur'an'ı konuşurdu. Kur'an'da var olmayan bir hüküm dine eklemezdi. Bakın Kur'an'ı bırakıp muaze'yi dini otorite sayan insanlara vahiy nasıl sesleniyor:
Uyun rabbinizin katından size indirilene! O'nun dışında birtakım otoritelere de asla uymayın! Ne kadar da kıt hafızalısınız! (HAYAT KİTABI KURAN MEALİ- ARAF 3)
Gördüğünüz gibi Allah vahiy dışında birini dini otorite olarak görmeyi eleştiriyor. Bazıları bize peygamber düşmanı hadis düşmanı diyor. Bu katiyen doğru değildir. Bir sözü Hz. Muhammed söylediyse başımız üstüne. Ancak 200 yıl sonra yazıya geçirilmiş metinleri imanıma ortak etmem. Düşünsenize peygamberden 200 yıl sonra biri kalkıp diyor ki benim dedem, kendi dedesinden, onun dedesi de kendi dedesinden vs… 200 yıl önceye kadar gidiyor ve diyor ki "o 'da Hz. Aişe'den duymuş ki…" Ya dinimiz bu kadar ucuz mu? Ben hadis nakleden adama niçin güveneyim de dinimi adamın insafına bırakayım. Ayrıca yukarıdaki ayetlerde Allah dininizi tamamladım derken ve vahiy dışında başka otorite de kabul etmeyin derken.
Peki Kur'an bu konuda ne diyor?
"Sayılı günlerde… Sizden kim hasta ya da yolcu olursa, tutmadığının sayısı kadar diğer günlerde (oruç tutar) Ve (bunlar arasından) ona gücü yetenler üzerine, bir yoksulu doyuracak fidye gerekir; Kim daha fazla hayır işlerse kendisi için daha yararlı olur, ama -eğer bilirseniz- oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır." (HAYAT KİTABI KURAN MEALİ - BAKARA 184)
Evet Kur'an sadece hasta ya da yolculara oruç tutmama ve daha sonra kaza etme ruhsatı vermiştir. Bazılarımız bu ayete bakarak "kadın özel günlerinde hastadır, bu yüzden kadın oruç tutmamalıdır" iddiasında bulunuyor. Bazıları ise kadınların özel günlerinde abdestli olmadığından tıpkı namaz gibi oruç da tutmamalıdır iddiasını savunuyorlar. Bu iki iddiaya da cevap verelim.
İlk olarak namaz ve oruç farklı ibadetlerdir. Namaz için abdest şartı varken oruç için böyle bir şart Kur'an'da yoktur. Hatta gece rüyalanıp ya da eşiyle beraber olduktan sonra cünüp olan erkeğin ertesi gün oruç tutmasıyla orucunun bozulmadığını dinen herkes kabul etmektedir. Tabi elinden geldiğince erken banyo yapmalıdır diye bir hükmü de ilave eder alimler. Her neyse erkek abdestsiz iken oruç tutabiliyorsa kadın da bunu yapabilir. Çünkü Kur'an abdestsiz oruç tutulamaz gibi bir iddiada bulunmuyor. Bu yüzden bir kere namaz konusuyla oruç konusunu harmanlamaktan vazgeçmeliyiz.
Gelelim ikinci iddiaya cevap vermeye. Bu iddiaya göre kadın özel günlerinde hastadır ve hasta insan oruç tutamaz hükmü kur'an'da var. Bu iddia da bence asılsızdır. Dünyada adet dönemini ifade ederken hastayım ifadesini kullanan kaç ülke vardır bilmiyorum. Ülkemizin kadınları asırlardır adet döneminde hasta muamelesi görmüştür. Hatta işi biraz daha geriye çekersek binlerce yıl önce erkekler kadınları bu dönemde pis ve hasta olarak görmüştür. Bu da kadınlarımızın genlerine işledi diye tahmin ediyorum. Kadın adet döneminde hasta değildir aslında. Sancılı bir dönemdir, hormonlar kadınları zorlamaktadır. Ama bu kesinlikle hastalık dönemi olarak adlandırılamaz. Haa! fiziksel olarak o dönemin yoğunluğunu kaldıramayıp hasta olan kadınlar oluyor. Onlara bir şey demiyorum. Kendini o günlerde iyi hissetmeyenler de olabilir. Bunlar oruç tutmaz çünkü hasta statüsünde değerlendirilir. Ancak öyle kadınlarda var ki adet dönemi çok hafif geçer. Kendini kötü hissetmez. İşte bu kadınlar oruç tutmalıdır. Çünkü Kur'an bu tür kadınlara tutmama ruhsatı vermemiştir. Her kadın kendini özel günlerinde hasta ilan etmemelidir. Bazı Müslüman kadınların özel günlerinde oruç tuttuğunu biliyorum. Kendisine sorduğumda "oruç tutsak da tutmasak da sıkıntılı bir süreç niçin tutmayayım?" diye cevap vermişti. Oruç tutmadığında kendisini daha iyi hissetmeyen bir kadının orucunu kazaya bırakması bence doğru bir davranış olmaz. Çünkü Kur'an açıkça sadece hastalara bu ruhsatı verdiğini söylüyor. Yani kendini iyi hissetmeyenlere.
Şimdi bazılarınız Bakara 222'yi örnek vererek orada hâyız halinin kadınlar için "sıkıntı verici bir rahatsızlık" olarak tanımlandığını bana hatırlatmak isteyebilir. Bu kelimenin kastının hastalık olduğu sanılabilir. Ancak bu büyük bir buhran olur. Burada Mustafa İslamoğlu'nun "sıkıntı verici bir rahatsızlık" olarak Türkçeye çevirdiği kelime "ezen"'dir. Tam Türkçe karşılığı eza, eziyet demektir, hastalık değil. Burada kadınların çektiği cefaya, zorluğa vurgu yapılıyor. Maden ocaklarında bir ömrünü heba etmek zorunda kalan bir işçide eziyet çekmektedir. Ancak o işçi için hasta tabirini kullanmayız. Peki Kur'an'da bu kelimenin hastalık anlamına gelmediğine kanıtımız var mı? Tabii ki var. Bakara 196 ve Nisa 102'de "ezen" kelimesiyle hastalık kelimesi ayrı ayrı zikrediliyor. Yani Kur'an'a göre bunlar iki farklı olgu.Biz de günlük hayatımızda eziyet ile hastalığı aynı anlamda kullanmayız.
Dinimize sokulmaya çalışılan hatta sokulan kadın hâyızlı iken oruç tutamaz, Kur'an'a dokunamaz, mescide giremez vs.. gibi çirkin inanışlar nereden bize bulaştı? Kadını adetliyken hasta ve pis görme mantığını İslamiyete ve Müslümanlara kim giydirdi? "Tabii ki hadis" diyen arkadaşlarım vardır. Ama yanlış. Hadis adı altında dinimize servis edilen Yahudi kültürü ve inanışlarıdır, Tevrat'tır. Gelin Tevrat'tan birkaç ayet görelim. Levilliler Bölüm 12
12: 1 RAB Musa`ya şöyle dedi:
12: 2 “İsrail halkına de ki, `Bir kadın hamile kalıp erkek çocuk doğurursa, âdet gördüğü günlerde olduğu gibi yedi gün kirli sayılacaktır.
12: 4 Kadın kanamasından paklanmak için otuz üç gün bekleyecek. Pak sayılması için geçmesi gereken bu günler doluncaya dek kutsal bir şeye dokunmayacak, tapınağa girmeyecek.
12: 5 Ancak, kız çocuk doğurursa, âdet gördüğü günler gibi iki hafta kirli sayılacaktır. Kanamasından paklanmak için altmış altı gün bekleyecektir
Tevrat'ın kadınları aşağıladığı bu ayetlerin yanı sıra Yahudi kültüründe adet gören kadınla tüm bağların koparıldığı, onları murdar ve pis olarak görüldüğünü yukarıda ifade etmiştim. Şimdi Kur'an'a söyletilmeye çalışıp da söyletemediklerini hadis adı altında dinimize söyletiyorlar. Tevrat ayetlerini peygamber hadisi diye dinimize şırınga edenlere ne zamana kadar inanmayı seçeceksiniz?
İslamiyet Cemil Meriç'in de dediği gibi rasyonalist bir dindir. Duyguda çok önemlidir ancak akıl Kur'an'ın merkezindedir. Kur'an'a gönül vermiş her Müslüman akla dinine verdiği önem kadar önem verir. Sahabe döneminde yaşamış ve çağının en değerli âlimi olarak görülen Hasan el Basri'ye bir adamın faziletinden bahsettiklerinde o ilk olarak şu soruyu sorardı: "Aklı nasıldır?" Ancak her nasıl olduysa 13.yy.dan sonra İslamiyet'e gönül verenler mitolojilerin efsanelerin peşine takıldı. İlme duyulan aşk yerini yalanlara duyulan tutkuya bıraktı. Gelelim bu iddia ile ilgili rivayete.
"Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler." (Sîre, 1/174; Tabakât, 1/112; Taberî, 2/128)
Yukarıdaki rivayeti okuyanlar aklında şu sorular belirmelidir: Günah maddi bir nesne midir ki peygamberden siyah bir kan pıhtısı çıkardılar? Bu olay sırasında peygamber bir çocuktu. Bir çocuğun günahından nasıl bahsedilebilir? Tabii bir kere efsaneler uydurulunca herkes ona ekleme yapmak ister. Bu rivayete içi karla dolu tasın altın olduğu eklendi. Niçin altın? Çünkü Âdemoğlu altını sever. Bu yalanı anlattıkları insanların zayıf noktalarını da biliyorlar. Peygamberin kalbi yıkanıyorsa insanoğlunun en değerli madeni ile taşınmalı kar. Allah değer verdiği peygamberine bakır göndermez ya. Bu mitolojiyi uyduranlar kendi zaaflarını kelime aralarında istemeden ilave ettiler. Böylece biz bu masalın Tanrı ürünü olmadığını anlayabiliyoruz. Peki Niçin siyah kan pıhtısı? Çok açık ki insan günahı siyah renkle yani karanlıkla özdeşleştirmiş. Bu da bilinçaltının insanı ele verişi. Bu rivayeti uyduran kişi günahı karanlık olarak hayal ediyor. Milyonlarca Müslüman'ın bir kişinin sığ hayal gücünün arkasına takılması inanılmaz bir vaka. Her neyse bir kez yetmemiş daha sonra iki kez daha peygamberin kalbi yıkandığı da rivayete eklendi. Niye peki? Çünkü ilkinde melekler iyi yıkayamadılar.
Şimdi yukarıdaki kalp ameliyatını uydurun kimse bunu İslam'a insanların güveni artsın diye sallamış olabilir diye düşünebilirsiniz. Size masum bir yalan olarak gelebilir. Ancak bu hikâyeyi okuyan ve İslam'ı yeterince iyi bilmeyen birini bu dine karşı mesafe bırakmasına sebep olur. Hatta daha doğrusu bu tür masallar yüzünden nice akıllı insan ateizme kaydı. Çünkü akıllı bir insan bu safsataların mitoloji olduğunun farkındadır. Bu rivayetin İslam'a bir katkısı olmadığı gibi zararı da vardır. Allah adaletsizdir mesajını verir. Muhammed peygamberin kalbini Allah yıkattığı için o, bu kadar erdemli bir insandı. Peki ya bizler? Muhammed peygamber dışında kalan milyarlarca insana haksızlık yapılmış olmuyor mu? Bu ilahi adaletsizlik değil midir? Bizi ne hakla cehenneme atacak Allah? Bizim de kalbimizi yıkasaydı biz de Muhammed peygamber kadar sağlam bir kişiliğe kavuşurduk. Bu rivayet her açıdan Kur'an ile çelişir. Çünkü Kur'an'a göre erdemli olmak kişinin seçiminin sonucudur, kalbin, cerrahi operasyon geçirmesinin değil.
Ben bu mitolojinin arkasında çok daha büyük bir sinsilik görüyorum. Hayat o kadar muhteşem tasarlanmış ki bir metin insana mı ait yoksa Tanrıya mı ait az çok tahmin edebiliyorsunuz. Çünkü insan kurgusu metinler, insan zaaflarıyla dolu. İnsan, bir söz söylerken sözü; ihtiraslarından, zaaflarından, duygularından, nefretinden ve arzularından soyamıyor. Bu kurguyu tasarlayan da soyamamış. Vicdanına şunu demeye getiriyor: "Biz peygamber kadar erdemli, dürüst, şerefli, onurlu olamayız. Onun kalbi yıkanmış ve günahlarından arındırılmış bu yüzden peygamber saf ve temiz. Biz onun gibi olamayız. Bu yüzden o peygamber biz değiliz." İnsanlar, Hz. Muhammed'in temizliğine bir kılıf uydurmak için bu yalanı söylediler. Tabii bu şahsi görüşüm. Eğer kalbi yıkanmışsa bu denli erdemli olmasının sebebi de ortaya çıkmış oluyordu. Hâlbuki bu kadar erdemli olmak Rasulullah'ın seçimiydi ve biz de onun gibi olabiliriz. Evet, bu yalanı ortaya atan ve ona inanmayı seçen insanlar kir içinde sızlayan vicdanlarını rahatlatmanın en iyi yolunu bulmuşlardı. Vicdanı rahatlatmanın en iyi yolu, en iyinin kendiliğinden en iyi olmadığı, Allah'ın onu en iyi yaptığı yalanını bir yastık misali susmayan vicdanının ağzına basmak ve onu boğmaktı.
Bu iddianın Kur'an'da delili var mı?
Elbette ki Kur'an, bu konuda bir şey söylemiyor. Ama her konuda olduğu gibi Kur'an'ı tercüme ederken bu rivayeti doğru kabul ederek tercüme yapan mealler var. Yani Kur'an'ı bu hikâyeyle uyumlu hale getirmek için bir ayeti değiştirme onursuzluğunu gösteren meal sahipleri var. O ayet İnşirah suresinin ilk ayetidir.
"Senin gönlüne ferahlık vermedik mi? (1) Ve yükünü sırtından kaldırmadık mı? (2) Ki o yük belini iki büklüm etmişti! (3) Ve senin şanını yüceltmedik mi? (4) Sözün özü: zorlukla beraber tarifsiz bir kolaylık vardır. (5) Evet, evet; zorlukla beraber mutlaka tarife sığmaz bir kolaylık vardır. (6) Şu halde, bir zorluğu aştığında yılma, başka bir işe giriş! (7) Ve (yüzünü) yalnız Rabbine dön; artık hep (O'na) meylet! (8)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- İNŞİRAH SURESİ)
Bazılarınız sadece ilk ayetini vermek varken niçin tüm sureyi verdiğimi merak ediyordur. Arkadaşlar herkes şunu bilmeli ki Kur'an bir bütündür. Aslında tek ayeti bile incelerken tüm kur'an'ı yazmak zorundayız. Maalesef bu meşakkatli olacağından sadece ayetin içinde bulunduğu birkaç ayeti yazıyorum. Kur'an'da sadece bir ayeti alıp incelerseniz aslında surenin vermek istediği mesajdan farklı bir mesaj alırsınız. Mesela Kur'an'ın bir ayette "vay o namaz kılanların haline" diyor. Eğer ayetin arkası ve önünü bilmezseniz çok saçma sonuçlar çıkar. Bu yüzden her Müslüman Kur'an'ın tamamına vakıf olmalıdır. Bazen bir ayeti anlamak için arkasında ve önündeki 15 ayeti de bilmek zorunda kalıyorsunuz. Burada da sadece birinci ayeti verseydim mitolojinin gerçek olduğunu sanırdınız. Ama tüm sure içinde ayeti gördüğünüz zaman "hakikaten alakası yokmuş" diyeceksiniz. Yukarıda "Senin gönlüne ferahlık vermedik mi?" ayetini bazı mealciler Biz, senin göğsünü yarıp-genişletmedik mi? anlamı vermişler. Bu durum Kur'an'ı mitolojiye uygun hale getirmeye çalışma olarak görüyorum. Kur'an'ın metnini değiştiremeyenler onun anlamını değiştirmeye çalışıyor.
İnşirah suresinde geçen "gönlüne ferahlık vermek" ifadesi aklı olan herkesin anlayacağı gibi mecazdır. Tüm sureyi okuduğunuzda bunu hemen anlıyorsunuz. Bu surede kast edilen vahyin sorumluluğu yani ağırlığı altında ezilen peygamberi bir nebze rahatlatmaktır. Allah burada manevi desteğini sunuyor. Peygamberin vahyin sorumluluğu altında göğsü daralıyordu. Niçin mi? Kendinizi onun yerine bırakın. Aileniz size yalancı diyor, akrabanız aynı şekilde, şehriniz size düşman kesilmiş ancak tüm bunlara rağmen dünyaya duyurmanız gereken bir vahiy var. İlahi mesajı tüm dünyaya haykırmalısınız. Bu kolay değil. Bu her yüreğin altından kalkabileceği bir yük değil. Peki bu sure sadece peygambere mi sesleniyor? Asla. Burada Allah bilinçli bir şekilde Ey peygamber! gibi bir hitap kullanmıyor. "Senin" ifadesini kullanıyor. Niçin peki? Çünkü hayatta Hz. Muhammed gibi iyiyi, doğruyu, vahyi ya da dünyayı daha iyi bir yer yapmak için ömrünü insanlığın geleceği için vakfetmiş insanlar var. Allah bu manevi desteği "senin" diyerek büyük sorumluluklar almış herkese sunuyor. Eğer evine ekmek götürmeye çalışan açlık sınırındaki ailelerin hakkını koruyorsanız, eğer dünyada bazıları tıka basa yiyip 100 kilo oluyorken açlıktan ölmek üzere olan insanların hakkını savunuyorsanız, tacizci erkeklere karşı kadın haklarını savunuyorsanız, nesli tükenmekte olan hayvanları kendilerinden daha aşağı olan insanlardan korumaya çalışıyorsanız, yalanın, sahtekârlığın farkında olmayan insanları dolandırıcılara karşı bilinçlendiriyorsanız, hastanelerde ölümcül hastalığa yakalanmış insanların tedavisi için insanları, zekâtlarını paylaşmaya davet ediyorsanız, beyazın siyahtan üstün olmadığı hakikatini dillendiriyorsanız, insanlar zindanlara düşmesin için suç ile mücadele ediyorsanız, hapishaneden çıkan bir insanı bulaşıcı bir hastalık taşıyormuş gibi davranmayıp onu topluma tekrar kazandırmak ve ona iş bulmak için mücadele ediyorsanız, genel evde çalışan kadınlara kızan akılsız toplumları bilinçlendirip asıl düzeltilmesi gereken yanlışın genel eve giden erkekler olduğunun farkındalığını toplumun yüzüne çarpıyorsanız, dul kadınları sahipleniyoruz ayağına onların namusuna göz diken toplumla mücadele ediyorsanız merak etmeyin Allah gönlünüze ferahlık verecektir. Bu ayet dünyayı daha iyi yapmaya çalışan herkese hitap ediyor.
Neyse bazen içimdeki yangın beni konu dışına götürüyor maalesef. Kusura bakmayın konuya dönelim ve inşirah suresindeki birinci ayetin Arapçasını inceleyelim bakalım kalp yarma ile bir alakası var mı? Ama bunun öncesinde Kur'an'da aynı ifade Taha suresi 25'de geçiyor. Hem de birebir aynı kelime kullanılıyor. Ayeti görelim:
(Musa) şöyle dua etti: "Rabbim! Göğsüme genişlik ver, (25) kolaylaştır bana görevimi; (26) düğümü çöz dilimden; (27) ki anlasınlar sözümü! (28)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- TAHA 25,26,27,28)
Evet inşirah suresinde geçen ifadenin aynısı Taha suresinde Musa peygamberin dilinde. Bu masalı uyduranlar Musa'nın bu duası üzerine içi karla dolu bir tas içinde Musa'nın kalbinin ameliyatla temizlendiğini mi düşünüyor sizce? Aklı biraz çalışan Taha suresinde Musa'nın ne demek istediğini anlar. Musa'ya Allah çok ağır bir görev vermiş ve onu Mısır'a gidip dünyanın o zamanki en büyük imparatorunu ve halkını imana davet etmesini istemişti. Hâlbuki Mısır onu sürgün etmişti. Bulunduğu yerde ölüm emri verilmişti. Allah onu öldürmek isteyenlerin içine gönderince bu sorumluluğun altında ezilen Musa peygamber Allah'tan kalbindeki bu sıkışıklığı, korkuyu, dirayetsizliği gidermesi için dua ediyor. Çünkü dünyanın en ağır iki görevi peygamberlere veriliyor. İlki kendi çağlarının Amerikasına gidip dünyanın en güçlü ülkesini uyarmak. Zulmü bırakması için. Bu ölüm fermanı demektir. İkincisi ise en zor görev olan inançları değiştirmek. Bu sadece zor bir görev değil imkânsıza yakın bir görevdir. Toplum, ezelden beridir kendi inancını bırakın değiştirmeyi eleştiren insanları bile bin kez parçalasa ciğeri soğumaz. Bir adamdan dünyayı değiştirmesi talep edilmişse bunun için normal bir yürekten fazlası gerekir. İki sureyi karşılaştıralım:
İnşirah 1: E lem neşrah leke sadrek (sadreke)
Taha 25: Kâle rabbişrah lî sadrî
Görüldüğü gibi aynı kelime her iki ayette de geçiyor. Bire bir aynı anlam. Arapça bilenler hemen kavradılar demek istediğimi. Sadrek ve sadrî kelimeleri göğse genişlik/ferahlık vermek anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca kur'an'da göğüs kelimesi ister arap dil gramerine uygun olarak tekil olan (sadr) şeklinde isterse çoğul anlamda olan (sudûr) şeklinde kullanılsın, hiç birinde organ anlamındaki kalpten bahsetmez. (Mustafa İslamoğlu) Sadece bu bile yeterli bir kanıt olur hakikati efsaneye kurban etmek istemeyen bir vicdana.
Çoğu zaman kendisini İslami kaynak olarak gören sitelere bakmak istemiyorum. Onların din dışı öğretilerine buradan cevap vermek için mecburen giriyorum. Her seferinde moralim sıfır olmuş halde çıkıyorum. İslam'ı görmeyi umduğum siteler düzmece masallar ile takipçilerini uyutuyor, İslam'ı çaktırmadan kendi diniyle değiştiriyor. Buna tahammülüm her yıl daha da azalıyor. İslam'ı hangi iftiradan arındıracağız ki? Bugün ruhumu sarsan yalanlardan birine cevap vereceğim. Bir erkeğin sakalı olmalı mı, olmamalı mı? Olursa kesmesi haram mı?
Arkadaşlar bu yazıyı sonuna kadar okuyun ondan sonra size uymuyorsa almazsınız. Kur'an'da veyahut dinimiz olan İslam'da sakal ile ilgili bir hüküm yoktur. Sakal üzerine yazılan tonlarca makale, kitap vs.. hep insan kurgusunun bir ürünüdür. Allah'ın insan kılıyla ilgilendiği fikri gaflettir, cehalettir. Kur'an dururken masalsı hadislerin peşine takılan milyonlar neyin kafasını yaşıyor demekten kendimi alamıyorum. Sonra İslam şairi Muhammed İkbal'in sözleri ruhumun en yükseklerinde dalgalanıyor. Şöyle diyordu: "Bir Müslüman'ın İslam'a yapacağı en büyük iyilik, onu temsil etmediğini açıklamasıdır. " Kıl peşine düşüp İslam'ı sulandıran cahillere söz söylemekten yoruldum ama onlar İslam adına uydurmaktan yorulmadılar. Sözde dört hak (!) mezhep sakal kesmenin haram olduğu görüşündedir. Peki, yüzden fazla mezhep varken bu 4 taneyi kim hak mezhep seçti diye hiç sormayın. Yoksa bu yazı bitmez. İnsanların bizzat kendileri bunların hak olduğunu anlamış. Ölçüt kendileri. Kıllarını din gören insanların bu konudaki iddialarını ve delillerini sizlere sunayım.
Said Nursi ile başlayalım. Emirdağ Lahikasında sakal bırakmanın sünnet olduğu iddiasındadır. Peki, kendisi niye bırakmadı? Diye soranlarınız vardır. Bu soruya şöyle açıklık getiriyor. Zorla kesilmesinden endişelendiğim için bırakmadım diyor. Sakal bırakıp ta zorla kesilseydi dayanamaz, ölürdüm falan diye ekliyor. Ona göre bu kadar hayati bir mesele olan sakal konusu Kur'an'da geçiyor mu? Hayır. Kaynağı ne? Peygamberimizin vefatından yaklaşık 210 yıl sonra peyda olan hadisler. Sünnet nedir aslında biraz bu konuya değinmek istiyorum. Tabii birazdan. Şimdilik iddialara devam edelim.
Nihat Hatipoğlu, bir programında, ölmeden önce 5 günlük bile olsa sakallı ölmek için dua ettiğini beyan etti ve ekledi sakal bıraktıktan sonra kesmek harama yakın mekruhtur. İnanılmaz bir hüküm. Bu kadar ciddi bir hükmü olsa olsa Kur'an'dan çıkarmıştır diyenleriz vardır. Maalesef! Böyle düşünenleriniz varsa yine yanıldı. Programda yukarıdaki sözleri söyledikten sonra kaynağını açıklıyor ve diyor ki "Alimler öyle demişler!" Kur'an'ı ve İslam'ı ciddiye alan biriyseniz bu sözü duyduktan sonra kanınız donmuş olabilir. Çünkü biz dinimizin kaynağını Kur'an yani Allah zannederdik. Dinimizin bir kaynağı da alimlerimizmiş! Tabi kime göre alim derseniz yine haklısınız. Alimliğin bir ölçütü yok. Bir alim tespit etme cihazımız da yok.
Gelelim Cüppeli lakaplı Ahmet Mahmut Ünlü'ye. Sakal bırakmak vaciptir diyor ve ekliyor sünnet olsaydı traş etmek haram olmazdı. Eminim kafanızda dünya kadar büyük bir ampul yandı. hayır hayır resmen patladı. Sakalı traş etmenin haram olduğunu nereden çıkardı da kesmek haramsa vaciptir sonucuna ulaştı? Bazılarınız hadi canım bu kadar ciddi bir hüküm verdiyse muhakkak Kur'an'a dayandırmıştır diyebilir. Hatta hadislerin Hz. Muhammed'den geldiğine inanlarınız varsa onları da üzen bir haber vereyim. Ünlü bu hükmü çıkarırken hadislerden bile yararlanmadı. Çünkü bu hükme varacak hadis bile yok. Peki, kaynağı ne? Kaynağını açıklıyor ve diyor ki bilmem kim hazretleri. Yani öğretilerine sorgusuz sualsiz güvendiği hocalarından biri. Evet kaynağı bu.
Mahmut Ünlü hızını alamıyor ve devam ediyor dinimize zam yapmaya. Erkeğin sakalını kesmesi haramdır. Tıpkı bir elin ya da ayağın kesilmesi gibidir. Uzuv olarak kabul edildiğinden bir erkeğin sakalını zorla kesen bir insan o erkeğin elini ya da bir uzvunu kesmiş gibi diyet ödemesi gerekir diyor. Sakalın bir tutam olması gerektiği bu şekilde 100 şehit sevabı yazılacağının tespitini yapıyor. Niçin 100 şehit sevabı? Çünkü öldürülen bir sünneti diriltene 100 şehit sevabı dağıtan bir hadis mevcut. Kendisi bu çıkarımını bu hadise dayandırıyor. Niçin bir tutam sorusuna referansı daha da garip. Bilmem hangi hazretleri hocasının resmi var. O resimde açıkça görüldüğünü ifade ediyor.
Gelelim Fatih Kalender'e. Kalender sakal bırakmanın bir ibadet olduğu görüşünde. Sebebi ise Hz. Muhammed'e benzemeye çalışmak. Kalender de diğerleri gibi hızını alamıyor ve iddiasını ispatlamak için şöyle bir olay naklediyor: Birkaç sakalı (!) olan bir sahabe vardı ve köse idi. Efendimiz ona bakıp gülüyor. Aradan belli bir zaman geçiyor ve bu sahabe, sakallarını kesmiş. Efendimiz bu sefer o halde görünce yüzünü ekşiltmiş. Bunun üzerine o sahabe peygambere gelerek 'Ya Rasulullah hikmetini anlayamadım. Benim birkaç sakalım varken siz güldünüz. Ben ise onları kestim. Şu anda ise kızgınlık halini izhâr ediyorsunuz' dediğinde efendimiz : 'Senin birkaç tane sakalın varken onların arasında meleklerin oynadığını görüyor idim ve ona binaen gülmüş idim ama şu anda sakalını kestiğin için şeytanların yüzünde cirit atması, şeytanların yüzünü yolmasını gördüğümden dolayı o yüzden kızgınlık halimi izhâr ettim.'
Yukarıdaki akıl tutulması mitolojiyi okudunuz. Uydurulmuştur demeyi bile kendime hakaret sayacağım yukarıdaki uydurma rivayeti insanlara din diye sunuyorlar. Yukarıda bazı dini otoritelerin kendi kişisel görüşlerini verdim. Gördüğünüz gibi hepsi farklı farklı şeyler söyledi. Bazıları sünnet, bazıları vacip, bazıları ibadet olduğunu vurguladı. Yani kimse ne olduğunu bilmiyor. Basit bir kıldan bu kadar farklı sonuç çıkmazdı yoksa. Sünnet konusuna başka bir başlık altında uzun uzadıya yazacağım ama şu bilinmelidir ki peygamberin her yaptığı sünnet değildir, din değildir. Mesela peygamberimiz tuvalete giderdi. Tuvalete gitmek sünnet midir? Peygamber Allah emrettiği için ya da dinimizin bir parçası olduğu için değil bir Arap olduğu ve zamanındaki kültür ve adet bu olduğu için sakal bıraktı. Peygamber arabistan'da herkes sarık taktığı için sarık taktı. Japonya'da doğsaydı Japonların milli kıyafeti olan kimono giyecek ve samuray kültürüyle büyüyecekti. O zaman şu an ki cahiller samuray kılıcı taşımak sünnettir diyecekti. Halimiz hepten harap olurdu. Allah bizi korumuş diyorum başka bir şey demiyorum. 1980 li yılların Türkiye'sini düşünün. Kıvırcık saçlar İspanyol paça pantolonlar. O dönemin kültürü buydu ve her erkek de bu kültüre ayak uydurmaya çalışıyordu. Peygamberimiz de kendi dönemindeki her erkek gibi sakal bıraktı. Bu o dönemin kültürüydü.
Son olarak bir site de sırf bunu ispatlamak için ayetin anlamının değiştirildiğine şahit oldum. Çok zoruma gittiği için buradan verme ihtiyacı duydum. O ahlaksız site çok da ünlü bir dini site. İşte paylaştığı metin:
Allah’u Teala Nisa Suresi 118 ve 119. Ayeti kerimlerinde mealen buyuruyor ki:
“(Onlar öyle bir şeytana tapmaktadırlar ki,;) Allah ona lanet etmiştir. O da (Allah’a karşı) demiştir ki: (Senin izzet ve celaline) andolsun ki, elbette senin kullarından kesin olarak belirlenmiş bir nasip edineceğim! Ondolsun ki; mutlaka onları (doğru yoldan) saptır(maya çalış)acağım! Kaem olsun ki; kesinlikle onları umutlandır(mak üzere uzun yaşayacakları ve dirilip azapla karşılaşmayacakları gibi asılsız kuruntulara boğ)acağım!
Yemin olsun ki; muhakakkak onlara emredeceğim de hemen davarların kulaklarını çokça yaracaklar. Yine andolsun ki; elbette onlara emredeceğim de hemen Allah’ın yaratılışını (tümüyle veya kısmen) değiştirecekler (Ve köleleri burma, dövme yaptırma ve sakal kesme gibi suretlerle Allah’ın yarattığı şekle müdahale edecekler) Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı bir dost edinirse muhakkak ki o pek açık bir zararla hüsrana uğramıştır. (Zira Allah’In rızasını bırakıp şeytanın rızasını tercih ederek, cenneteki yerini cehennemdeki yeriyle değiştirmişlerdir.)
Müslümanlardan tek ricam Kur'an'ı kendileri okusunlar. Arapça bilmeyenler farklı mealleri okusunlar ve karşılaştırsınlar. Tüm farklı fikirleri ve delillerini dinlesinler. Çünkü yukarıda gördüğünüz gibi Kur'an'ın metnini değiştiremeyenler anlamını değiştiriyor. Parantez içi ekleme yapıp kendi dinini İslam diye sunuyorlar. Allah kimsenin kılıyla ilgilenmiyor arkadaşlar. Unutmayın Allahtan başka haram bırakma makamı yoktur. Din tüccarlarının arkasından gidip toplumun en cahillerini alim diye başımıza çıkarma huyundan vazgeçin.
Bu asırlardır insanların kafasını meşgul etmiş bir soru. Birçok mitolojik efsane ilk insanın adem olduğunu ve onun çocuklarının ensest ile çoğaldığı iddiasını barındırmaktadır. Neyse ki bu iddiaların kaynağı insanın hayal gücü olan mitolojilerdir. İsrailliyat kökenli rivayetler bu soruya nasıl cevap veriyor sizce? Adem’in çocukları hep ikiz oldu. Bununla da kalmadı, her ikizin biri kız biri erkek oldu. Her ikizin erkeği, diğer ikizin kızıyla evlendi ve ademoğulları böyle çoğaldı.
Bu hurafe ve mitolojik anlatımın kaynağı ne Kur’an’dır ne de İslam. Birçok Müslüman kendi asıl kaynağı olan Kur’an’ı terk ettiği için hangi iddia Kur’an’da bulunur hangi iddia bulunmaz bilmiyor. Hal böyleyken Yahudi kaynaklarını Müslümanların önüne getirdiler. Onlar da Kur’an zannedip hemen iman ettiler. Ancak iman ettikleri şey ensest ilişki!!! Bunu hala kavrayamadıkları kesin. Olasılık hesabı yapalım. Âdem’in çocukları nasıl hep ikiz doğar? Hadi oldu diyelim nasıl bir tane erkek bir tane kız doğar? Bazı Müslüman çevreler bu sorulara şöyle cevap verir: Allah’ın buna gücü yeter. Bir cevap ancak bu kadar sığ ve anlamsız olur. Ayrıca bu cevapla kendi ayaklarına kurşun sıkmış olduklarının bile farkına varamazlar. Peki madem siz allah'ın her şeye gücü yeter inancına sahipsiniz de Allah Âdem’den başka insan yaratacak güçte değil miydi ki, ensest'e mecbur kaldı? Sorusunu adamın düşünmeyen beynine çarparlar.
Bu soruyu cevaplamadan önce sizden istediğim şey Kur'an'ın Evrime Bakışı ve İslam Evrim ile Çelişir Mi? adlı yazılarımı okumanız. 7 seri şeklinde yayınladığım evrim yazı serimde Adem'in ilk insan olmadığına dair Kur'an'daki delilleri sundum. Bunun yanı sıra Adem'in ilk insan olmadığını bilim ispatladı zaten. Adem ile beraber binlerce homo sapiens vardı. Bilim Âdem’in tek yaratıldığı fikrini çürüteli çok oldu. Fosiller Âdem’in yalnız olmadığını ilk bilinçli insan olsa da tek bilinçli insan olmadığını ortaya koydu.
Kur'an'a göre insanlık nasıl çoğaldı?
Kur’an ali İmran suresinin 33. ayetinde adem’in bir topluluk içinden seçildiğini söyler ve yalnız olduğu tezini reddeder.
“Şüphe yok ki Allah: Adem’i, Nuh’u, İbrahim ailesini, İmran ailesini kendi çağının insanları içinden seçerek üstün kıldı” (ALİ İMRAN 33)
Hakikati arayan biri için yukarıdaki ayet yeterlidir, kafidir. Yukarıdaki ayette Adem'in kendi çağının insanları arasından seçildiğini ifade ediyor. Seçimin olduğu yerde birden fazla seçenek vardır. Ancak bir ayet yetmez diyenleriniz vardır.
Fakat Adem, Rabbinden aldığı birtakım kelimelere sarıldı, (Allah) da onun tevbesini kabul etti: çünkü O, evet O'ydu tevbeleri kabul etme makamında olan, her işinde merhamet sahibi olan.(37) Dedik ki: "Oradan hepiniz çıkıp inin! Ne var ki, Benden bir rehberliğin size ulaşması şarttır.(38)" (BAKARA SURESİ 37-38)
Yukarıda Allah Adem ve yanındakilere yerleştirdiği bahçeden çıkmalarını emrederken müthiş bir kelime kullanarak hakikati keşfetmemizi sağlıyor. Hepiniz/tümünüz/hep birlikte. İşte bu kavram sayesinde Adem'in yalnız olmadığını anlayabiliyoruz. Bu ayeti şöyle yorumluyorlar. Ayette "Hepiniz" derken şeytan ve ademden bahsediliyor. Bu çok anlamsız bir fikir. Çünkü Allah iki varlık için ikiniz kelimesi kullandığı ayetler var. Hepiniz/Tümünüz kelimeleri ise iki kişiden çok daha fazlası için kullanılır.
(Ey İnsanlar!) Doğrusu sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada geçiminizi sağlayacak bir ortam hazırladık: (Bu gerçeğe rağmen) şükredenleriniz ne kadar da azdır! (10) Doğrusu sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, ardından meleklere dedik ki: "Adem(oğlu) lehine emre amade olun!" Hemen emre amade oldular, iblis hariç: o emre amade olanlar arasında yer almadı.(11) (ARAF SURESİ 10-11)
Yukarıdaki ayetlerde Allah yaratma fiilinden bahsederken çoğul kullanıyor ve "sizi" zamirini kullanıyor. Bu ayetler dışında birkaç ayet daha var. Ancak yukarıda başlıklarını belirttiğim iki yazımı okursanız Adem'in yaratılan ilk ve tek insan olmadığını delillerle inceliyorum. Evrim bilimsel bir olgu olarak karşımızda dururken niçin bilimi bırakıp mitolojilerin kervanına katılalım? Şu halde cevabımız şu: Adem ile beraber birçok homo sapiens bireyi mevcuttu. Bu yüzden ensest ilişki hiçbir zaman Allah'ın izin verdiği bir eylem değildir. Ademin çocukları ensest ile çoğalmadı. Allah kutsal kitabı Kur'an'da ensesti yasaklar. Allah bugün çirkin dediği bir eyleme 190 bin yıl öncede çirkin diyordur. Çünkü Allah için geçmiş ve gelecek yoktur. O zamanın üstündedir. Allah'ın çirkin kavramı yıllar içinde değişmez. Çünkü Allah zamana maruz kalıp kararlarını değiştirmez. Biz zamanla olgunlaşır ve kararlarımız daha iyiye doğru yönelir. Ancak Allah ilk seferinde en doğru kararı verir ve o karardan daha iyisi ileriki zamanlarda olmayacağından kararı değişmez. Ensest bize haram ise Adem'in çocukları için de haramdı. Ayrıca Kur’an böyle bir iddia da bulunmazken bu çirkin iddiaya bir Müslüman nasıl iman eder?
Ateist zümrelerin bu konu üzerinden dine eleştirileri?
Ateistler bu konuda ikiye ayrılmış durumdalar. Bazıları ensest ilişkiye biz inançlılar gibi şiddetle karşıdır. Çirkin bir hareket olarak görürler. Çirkin olarak gördükleri için de adem'in çocuklarının ensest ile çoğaldığını iddia eden dinleri haklı olarak eleştrirler. Bu yazımda islam'ın böyle bir iddiasının olmadığını göstermeye çalıştım. Ancak ensest ilişkiyi doğru bulan ateistlerin dinlere bu noktadan saldırmaya çalışması kadar çirkin bir davranış olamaz. Ateistlerin aşırı saygı duyduğu ateist ahlak felsefecisi ve filozof Bertrand Russell'ın bazı tespitlerine yer vermek istiyorum.
- Bir şeyin iyi mi yoksa kötü mü olduğunun bir delili yoktur.
- Diktatörlerin yaptığı katliamların yanlış olduğuna dair kanıtımız yok
- Evlilikte sadakat çağdışı ve yanlış.
- Geleneksel ahlakın bütün sınırlamaları anlamsız
- Eşlerin birbirini aldatması boşanma sebebi değildir ve normaldir.
Bertnard Russell'ın bu konuda çok dürüst olduğu kesin. Dinlerin yasakladığı bu kurallara ateistler uymak zorunda değil. Ensest ilişki de tıpkı bunun gibidir. Bir ateist için yanlış gelmemelidir. Bunun yanlış olduğunu söyleyen dinlerdir. Ateist olan ve aynı zamanda ünlü bir fizik bilim adamı olan Lawrence Krauss düşüncesini şu şekilde açıkladı:" Bana eğer ensest yanlış mı diye soruyorsanız eğer iki kardeş birbirine gerçekten ilgi duyuyorsa ilişkiye girmelerine ahlaki açıdan yanlış diyemeyiz aslında" Krauss da bu konuda samimi. Eğer bir dine inanmıyorsam o dinin yasakladığı ensest kuralına niçin inanayım. Bazı kesimler ensest'in yanlış olduğuna inanmam için illa ki bir dine inanmam gerekmiyor gibi haklı bir söylemleri oluyor. Bu konuda onlara katılıyorum. Elbette bir dine inanması gerekli değil. Ama o zaman ensest ilişkiyi niçin yanlış olarak gördüğünü açıklamak zorunda. Cevap veriyorlar ve diyorlar ki: fıtrat ve vicdan. Ancak bu ifadeler bu kavramlar bile soyut ve dinlerin iddiasıdır. Yani şunu demek istiyorum. Bir ateist ensest ilişkiyi yanlış bulabilir. Ancak enseste izin veren bir din varsa o dine bu konu üzerinden eleştri getiremezler. Çünkü ensest ilişki dini yok sayarsak kime göre neye göre yanlış? Bertnard Russell'ın dediği gibi iyi ve kötünün, yanlış ve doğrunun delili, ölçütü nedir? Bana göre çirkin olan başkasına göre güzel olabilir. Global bir çirkinlik anlayışından bahsedilebilir mi dinler olmazsa? Bakın bizim çirkin olarak gördüğümüz ensest ilişkiyi doğal ve güzel gören toplumlardan bazılarına örnek vereyim:
1- Eski Mısır firavunları: Firavun ailesi Tanrı'nın kanını taşıyordu. Bu yüzden kan başkalarına geçemezdi. Bu düşünce yüzünden firavunlar aile içinden evlilik yapardı. Ensest ilişki onlara göre olmazsa olmazdı. II. Ramses’in kendi kızı ile evlendiğini gösteren kanıtlar vardır. Tarihin zekâsı ile tanıdığı Kleopatra da bir baba kız evliliğinden doğmuştu
2- Roma imparatorluk ailesi. Gladyatör filmini izleyenleriniz varsa anımsamıştır. Orada yeni kral olan roma imparatoru kendi kız kardeşiyle evlendi. Ensest ilişki Romalılarda da normal görülürdü.
3- İnka imparatorluğu
4- Veddahlar ise erkeğin ablasıyla evlenmesini suç saydıkları halde, kendisinden küçük kız kardeşi ile evlenmesini hoş görürlerdi.
5- Güney Avustralya kabilelerinde bir erkeğin annesi, kız kardeşi, birinci ve ikinci dereceden kuzenleri ile cinsel ilişkisi yasak olduğu halde, Java’daki Kalonglar arasında ana-oğul evlenmelerinin uğur getirdiğine inanılırdı.
6- Bali’nin soylu ailelerinde ise farklı cinsten ikiz kardeşlerin ana rahminde birleştiği sanıldığından, evlenmeleri mümkündü.
7- Doğu Afrika’daki Teita ahalisi de kendi anne ve kız kardeşleri ile tamamen ekonomik nedenlerle evlenebiliyorlardı. (Doç. Dr. Emre DORMAN, Din Neden Gereklidir? s.72,73)
Bu dünyada en zor şey ne? diye soracak olursanız. Asırlardır başka dinlerden, mitolojilerden, efsanelerden İslamiyet'e geçen kirli bilgileri temizlemek derim. Neresinden tutsam elimde kalan bir kir. Müslümanların çoğu okumadığı bir kitaba -Kur'an'a- iman ederken, ateistlerin çoğu okumadığı bir kitabı -Kur'an'ı- inkâr ediyor. Bu konuyla ilgili başka sitelere baktığımda adeta betim benzim attı. Sitelerde yukarıdaki iddiaların gerçek olduğunu ispatlamak için Kur'an'ı bilerek ya da bilmeyerek yanlış çeviriyor ve Kur'an'ın mealleriyle oynuyorlardı. Sözde çoğumuzda Kur'an'ın değiştirilmediğine inanıyoruz. Halbuki Kur'an'ın metni değiştirilemediyse de mealler aracılığıyla anlamları değiştiriliyor. Ateistler de bu tür cahil insanların, ya da internette kimin çevirdiği dahi belli olmayan meallere bakıp Kur'an'ı inkâr etmelerindeki haklılıklarını tazelemiş oluyorlar. Bu tür insanlara da Kur'an o ayette böyle bir şey iddia etmiyor dediğimde ise bu cahillerin mealini karşımıza dikiyorlar. Şimdi gel de anlat. Kur'an mehdiden,deccalden, isa peygamberin tekrar geleceğinden bahsetmez. Bunlar Hristiyanlıktan dinimize hadis adı altında sokulan efsanelerdir. Bu konuda binlerce hadis adlı rivayet bulabilirsiniz ancak bir ayet bulamazsınız. Size tavsiyem Hristiyanlığı, Yahudiliği, Sümer, Akad, Babil, Asur mitolojilerini gidip öğrenmeye çalışın o zaman hadis diye inandığınız şeylerin aslında yukarıda saydığım kültürlerden dinimize geçtiğini dah net görürsünüz.
Mehdi Gelecek mi?
Arkadaşlar Mehdi diye biri hiç olmadığı için gelmesi de mümkün değil. Kur'an'da adı geçmez. Hayali bir kişiliktir. İbn Haldun adlı alimimizin Mukaddime adlı eserinde dediği gibi Mehdi hadislerinin tamamı uydurmadır. Mehdi, kelime anlamı olarak hidayete erdiren demek. Mehdilik inanışı Sabilikte, Zerdüştlükte, Maniheizmde, Yahudilikte ve Hristiyanlıkta olan bir inanç. İslamiyet'te ve Kur'an'da böyle bir inanç yoktur. Ancak mitoloji kervanına katılan Müslümanların büyük bir çoğunluğu bu inanca sahiptir. Biraz dinler tarihi bilinseydi ve Kur'an okunsaydı Müslümanlar bu inancın diğer dinlerden bize taşındığını ve hadis adı altında bize servis edildiğini göreceklerdi. Şimdi gelin tarihte çok gerilere gidelim ve Müslüman kültürüne mehdi inancı nereden bulaştı görelim.
Süleyman peygamberin ölümünden sonra (925) israiloğulları ülkeyi ikiye böldü; I. Yeroboam (924–907) kuzeyde İsrail krallıgını, Rehoboam (924– 903/veya 907) da güneyde Yahuda krallıgını kurdu. Fakat İsrail ve Yahuda krallıkları için büyük bir tehlike vardı. Asurlular ve Babilliler. İsrailoğulları için zor dönemlerdi. Çünkü Mısır'a giden ticaret yolu filistin'den geçiyordu. Değilmi ki tarihte çıkan tüm acıların ve savaşların sebebi paraydı. Asurlular İsrail Krallığını yıktı ve böylece Yahudiler tarihteki ilk sürgünlerini yaşadılar. Asurlular 700’lü yıllarda 10 yıl arayla Yahudileri iki kez sürgün ettiler. Tarihte bu olaya Asur Sürgünü denir. Yahuda krallığı ise Asurlulara vergi ödemek şartıyla canlarını kurtardılar. Yahuda krallığında yaşayan Yahudiler ilk belayı atlatsa da ikinci büyük bela olan Babilliler onlara ikinci bir şans tanımayacaktı. M.Ö 587 Babil Kralı Nebukadnezzar İsrailoğullarının tek devleti olan Yahuda'yı işgal eder. Binlerce Yahudi katledilir. Geriye kalanlar Babil'e sürgüne gönderilir. Mehdilikle bunlar ne alaka diyenleriniz vardır. Sabırlı olun. Babil sürgününde Yahudi toplumunu bir arada tutmak ve onlara umut olmak için hahamlar 'sabredin kurtarıcı gelecek' sloganlarını dillendirdiler. Yaşadıkları acıyı hafifletmek için umuttan daha iyi ne olabilirdi? Zamanla bu inanç hahamlar arasında bile gerçek sanılmaya başlandı. Kendi uydurduklarına her gelen nesil daha fazla inandı. Bu şekilde mehdilik ve Mesihlik inancı Yahudilerin dinlerine girdi. Tabi onların bu inanca sahip olmalarının tek etkisi bu değildi. Asur ve Babil sürgünlerinde birçok inanç ile tanıştılar. Günümüz Yahudilik inancında bu kadar çok Asur, Babil ve diğer Mezopotamya mitolojilerinin olmasının sebebi de bu. Tevrat'ın ve Tevrat'ın tefsiri olan Talmut'un Sümer mitolojilerinin ürünü olduğu iddiasının sebebi de bu. Tevrat'a girmeyi başaran Sümer efsaneleri o sürgün yıllarından birer hatıra.
Zaman geçti ve İsa peygamber doğdu. Miladi 0 yılı. Yahudiler bu seferde Roma egemenliğinde inler. 700 yıllık acılarını dindirecek Mesih niçin gelmiyordu? İsa peygamberin havarileri Hz. İsa'yı beklenen Mesih ilan eder. Ancak bu durum Yahudi hahamları rahatsız etti. Nasıralı İsa'nın peygamberliğini reddetmekle kalmadılar ve onu sahte Mesih ilan ettiler. Yahudilerin İsa peygambere sahte Mesih lakabını takmalarının arka planında yatan sebep yine bu mitolojileriydi. İsa peygamber vefat edince mehdilik inancı İsevilere geçti. Peki İseviler'e bu inanç nasıl geçti? Sebebi Yahudilere geçme sebebiyle aynı: Çaresizlik, umut ihtiyacı, acılar. Mutlu toplumlar mehdi inancına da Mehdiye de ihtiyaç duymazlar. Her şey güzeldir. Ancak bir toplum sefalet içerisinde başka toplumların işkencelerine maruz kalınca bir anda Mehdi popüler bir inanç olarak karşımıza çıkıyor. Durum tamamen sosyolojik. Roma akılalmaz işkencelerle İsevileri yıldırmaya ve pagan inancına geri dönmeye zorluyordu. Romalıların İsevilere yaptığı işkenceleri okuduğumda bile tiksiniyorum. Hayali bile benim canımı yakan bu işkenceler Mehdi inancını tekrar hortlattı. Mehdilik ve Mesihlik inancına yeni eklemeler yapıldı. İsa'nın mezardan 3. gün dirildiği, belli bir süre kaldıktan sonra Tanrı'nın katına çıktığı ve bir gün kurtarıcı olarak tekrar ineceği ve tüm dünyayı adaletle dolduracağı inançları Roma işkencelerinden bize miras kaldı.
Gelelim biz Müslümanları ilgilendiren bölümlere. Mehdilik inancı İslamiyet'e nasıl geçti? İslamiyet'e geçmesinden kastım Müslüman kültür ve inancına geçmesi. Aksi takdirde İslamiyet Kur'an'ı ile apaktır. Mezopotamya kültürünün etkisi ve acıların harmanlamasıyla Yahudilerde doğan mehdilik kurumu Hristiyanlara, Hristiyanlardan da bize geçmiştir. Hangi dönemde bize bulaştı peki? Her zaman dediğim gibi mutlu toplumların Mehdi'ye ihtiyacı yoktur. Masallara karınları toktur. Hz. Muhammed ile birlikte İslam inancına kavuşan Araplar bir anda zenginliği tattı. Sefahat dönemi Halife Ebubekir ve Ömer döneminde devam etti. Araplar her geçen gün zenginleşip büyüdüler. Hala bir Mehdi'ye ihtiyaç yok. Çünkü sıkıntı yok. Halife Osman'ın son dönemleri duraklama devridir. Halife Ali ise Müslümanları mezhepleşmekten ve parçalanmaktan alıkoyamadı. İslam coğrafyasında sıkıntılar ve acılar Emevi Krallığı ile başladı. İşte artık sefahat bitti. Bir Mehdi'ye ihtiyaç var. İnsanları zalim Emevilerden ve sıkıntılardan kurtaracak Mehdi bir anda peygamber hadisi adı altında yayılmaya başlandı. Müslümanlar da kaybedenler kervanına katılmıştı. Bu yüzden umut ithal etmesi şarttı. Hristiyanlarda bu iş için güzel bir ithal ürün vardı. Kurtarıcı Mehdi ve Mesih. İslamiyet geniş coğrafyaya yayılmıştı. Bu coğrafyada farklı inançlara mensup insanlar akın akın İslamiyet' koşuyordu. Ancak büyük bir sosyolojik problemi de kendileri ile beraber İslam'a taşıdılar. Eski inançlarından kalma efsanelerini. Hiç bir insan inanç değiştirdikten sonra bir anda kafasına, anılarına, inançlarına format atamaz. İnsanlar tüm eski inançlarını bırakıp İslam'a gelmediler. Doğal olan da buydu. Mehdi olayı sosyolojik bir zaaf olarak çıkıyor her seferinde. Bu mitolojiyi hadis diye naklederek farklı sesleri de kısmaya çalıştılar. Şimdi Müslümanlara baktığımda Sümer efsanelerini imanlarında görüyor ve hayret ediyorum. Sümer yazıtlarının günümüzdeki ismi: Hadis.
Peki, Müslümanlar mehdilik inancına eklemeler yapmadılar mı? Hristiyanlar yapar da Müslümanlar geri durur mu? Efsaneler toplumlar arasında yayılırken temel bir prensibe de uyarlar. Nedir O? Tabii ki efsane yeni kazandığı toplumun inancına göre yeniden uyarlanmalıdır. Mehdi son gelecek kurtarıcı. Bizi neyden kurtaracak sorusu müphem. Son peygamber Kur'an'a göre Hz. Muhammed idi.
"(Ey Müminler!) Muhammed sizin erkeklerinizden herhangi birinin babası değildir; Fakat o Allah'ın Rasulü ve peygamberlerin sonuncusudur:…." (HAYAT KİTABI KUR'AN- AHZAB 40)
O halde Mehdi'ye bir sıfat bulunması gerekiyordu. Şii inancı bunun üstesinden geldi. Mehdi son 12. İmamdı. Eklemelere devam ettik. Mehdi tüm dünyayı Müslüman yapacaktı. Peki Hz. Muhammed'in yapamadığı şeyi peygamber bile olmayan bu hayali karakter nasıl yapacaktı? Bakın Kur'an ne diyor:
"Hem –sen gönülden arzuluyor olsan dahi- insanların çoğu yine de inanmayacak. " (HAYAT KİTABI KUR'AN- YUSUF 103)
Kur'an insanların çoğunun inanmayacağını söylerken Mehdi insanların çoğunu değil hepsini imana getirecek. Komik değil mi? Bunun ile de yetinmediler. Hristiyanlıktan alınan İsa gökten inecek inancını modifiye ettiler. Çünkü adama sorarlar gökten ne yapmaya inecek hani son peygamber Hz. Muhammed idi? Yukarıda Ahzab 40 ayeti ortada. Bu arada Deccal diye hayali bir düşman ürettiler. Şimdi taşlar yerine oturdu. İsa peygamber, Hz. Muhammed'in ümmeti olarak Deccali öldürmeye gelecek. Mehdi bu işi beceremediği için herhalde. Hz. İsa Hristiyanlık inancına göre ölmedi göğe çıkarıldı. Müslümanlar, Hristiyanların bu inancına onay verdi ve İsa peygamberin deccal adlı hayali varlığı öldürmek için gökte 2000 yıldır beklediği sonucunu da kabul etti. Her zaman antik toplumların efsane üretme anlayışına hayrandım. Ama hiçbirinin hayal gücü Müslümanların bu kurgusuna yetişemedi. Kıyamet alametleri, Mehdi, Mesih, Deccal vb. masallar için öyle kitaplar piyasada mevcut ki Kur'an'dan daha kalın.
Peki, Mehdi masalını uyduranlar bunu niçin yaptı?
Tek amaçlarının hadislere olan bağlılık olduğunu düşünmüyorum ben o kadar iyimser değilim. Mehdi tüm dünyayı Müslüman yapacaksa ve adaleti yeryüzüne isa ile beraber getirecekse o halde bizim bunu yapmamıza gerek yok. Biz sadece tembel tembel bir kurtarıcının dünyaya gelip adalet getirmesini bekleyelim diye bu masal hadis adı altında dinimize sokuldu. Emeviler insanlara zulmetti. İnsanlık ne yapmalıydı? bu zalimlere karşı koymalıydı. Ancak adaleti biz yapamayız ki Mehdi yapabilir. Mehdiyi bekleyelim. Abbasiler zulmetti. Mehdiyi bekleyelim. Şu an dünyada zulüm ve kötülük kol geziyor Mehdiyi bekleyelim. Kurtarıcı adaleti sağlayabilir. Ben, sen, o, ahmet, fatma, yusuf, berke bunu yapamaz. Bizim adalet arayışlarımızı kırmak ve hakkımızı aramayı kurtarıcıya bırakmak büyük bir tezgahtı ve biz bu tezgaha bin yıl önce düştük. Peygamberimizin vefatından bir asır geçmiş tüm Müslümanlar Mehdiyi bekler olmuş. Tembel yığınların dinidir Mehdilik. Dünyaya İslam'ı anlatmaktan aciz, adaleti sağlamaya çalışmaktan aciz, hakkını aramaktan acizlerin dinidir. Şu an 2 milyara yakın Müslüman olduğu söyleniyor. Bunlar bırakın İslamı yaymayı bunlara bakan diğer din mensupları İslam'dan soğuyor. Bu 2 milyar evlerinde tembel tembel otururken 1 kişi kalkıp tüm dünyayı Müslüman yapacak. Bu utanç verici düşünceye söyleyecek sözüm yok. Dünyada her gün birileri acı çekiyor. Adalet yusuf peygamberin atıldığı kuyuya atılmış ve birinin onu kurtarmasını bekliyor. 2 milyar Müslüman sadece tükürse kuyu dolacak ve adalet dışarı çıkacak. Ama yoo! tüm dünyaya adaleti bu 2 milyar kişi getiremez. Bunun için 2 milyardan fazlası lazım, tek bir kişi olan Mehdi lazım. Mehdi 2 milyardan daha fazla ediyor. Eğer bir kişi 2 milyar insanın yapması gerekeni tek başına yapıyorsa zaten biz 2 milyar hapı yuttuk. Biz cennete layık insanlar değiliz.
Her dini kültür bir son bekliyor. Bu sonu ise kendilerince en iyi şekilde sonlanmasını istiyor. Yahudiler Davud ve Süleyman peygamberin kurduğu o muhteşem imparatorluklarına dönmek için Mehdiyi bekliyor. Hristiyanlar, kendi dinlerini tüm dünyaya egemen kılması için İsa'nın gökten inmesini bekliyor. Müslümanların ki en dramatiği. Mehdi tüm dünyayı Müslüman yapsın ve İsa peygamber de hayali bir varlığı öldürsün diye bekliyor. Tabi bu bekleyişi iyi şekilde kullananlar var. 2000 yıldır birileri Mehdilik ve Mesihlik iddiasında bulunuyor. Hatta bazen bir asır boyunca onlarcası bu iddiada bulunuyor. Osmanlıda Celali isyanları yaklaşık bir asır sürdü. Belki daha fazla şimdilik hatırlayamadım. Ancak bu kadar uzun sürmesinin sebebi insanların mehdiliğe verdiği prim. Osmanlı şehzadeleri kendilerini mehdi ilan edip isyan ediyordu. Kendilerini mehdi ilan edince arkalarında yüz binlerce Anadolu insanını peşlerine takmış oluyorlardı. Bugün bile Mehdi inancı sömürülüyor. İran manevi lideri Hamaney Mehdinin gelmesinin yakın olduğunu bütün Müslüman ülkelerin ordularını birleştirmeleri gerektiğini söyledi. Şiilere göre Mehdi İran'ın Molla eğitim merkezi olan Kum şehrinde ortaya çıkacak. Niye Kum şehrinde çıkacağını inşallah anladınız. Çünkü Hamaney vb.. İran'ın gerçek iktidarları Kum şehrinde yetişen Mollalar. Kendilerinden birini Mehdi ilan etmek için şimdiden altyapı kuruyorlar. Sonra tüm Müslüman ülkeler bu din tüccarı mollaların emrine girsin istiyorlar. Aynı şey Türkiye'de de yapılmıyor mu? Her cemaat liderini mehdi ilan etme yarışında. Bazı kesimlerin son zamanlarda Saidi Nursi'yi Mehdi olarak gördüğünü fark ettim. Zaten son müctehid diyerek buna zemin hazırlıyorlardı. Oradan anlamalıydım. Siz var olmayan bir makama inanırsanız birileri kalkıp en değer verdiği kişiyi Mehdi ilan eder. Bunların hepsi sosyolojik vakalar.
Hz. İsa Ölmeden evvel göğe mi yükseldi ki geri gelip deccal ile savaşsın?
Bu iddiaya Kur'an cevap veriyor ve diyor ki ölmemiş bir insan yok.
"(Ey Peygamber!) Biz, senden önce yaşamış hiçbir insana ölümsüzlük bahşetmedik. Hem sanki sen öleceksin de, onlar ebediyen yaşayacaklar mı ? " (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ-ENBİYA 34)
Bu ayet çok açık. Hz. Muhammed'den evvel ölmemiş bir insan yok. Hatta onun da öleceği vurgulanıyor. Yani kimseye bu konuda istisna yok. İşte İsa peygamberin vefatına bir delil daha:
"Her can ölümü tadacaktır; şu da var ki Biz sizi seçip ayırmak için hayır ve şer ile sınava tabi tutuyoruz: zaten sonunda bize döneceksiniz " (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ-ENBİYA,35)
"O zaman Allah "Ey İsa!" demişti, 'Seni Ben ölüme yollayacağım ve katıma yücelteceğim ve seni küfreden kimselerden arındıracağım; sana uyanları, Kıyamet gününe kadar (ve o günde) inkar edenlere üstün kılacağım: Sonra hepinizin dönüşü Bana olacak. İşte o zaman anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda Ben hüküm vereceğim.'" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – ALİ İMRAN 55)
Bu ayeti İsa peygamberin ölmediğine kanıt olarak getiren siteler gördüm. Hayret etmemek mümkün değil. Bu ayet İsa peygamberin Allah tarafından canının alındığının en büyük delilidir. Aslında bu ayette yanlış anlaşılan kısım "katıma yücelteceğim" yani "ref" sözcüğüdür. Buradaki sözcük bir mecazdır. Fiziksel olarak Allah katına çekilmek değildir. Zaten ayet 'Seni Ben ölüme yollayacağım' ifadesi ile başlıyor. İsa peygamberin ölmeyip bir gün geri gelip deccali öldüreceği inancına sahip insanlar buna Kur'an'dan delil getiriyor mu? Kendilerince Nisa 157 ve 158'i getiriyorlar ki inanılmaz gerçekten. Ayetlere bakalım:
"Ve 'Allah'ın elçisi (olduğunu söyleyen) Meryem'in oğlu İsa Mesih'i işte biz öldürdük!' demeleri nedeniyle… Aslında onu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler, fakat (kafa karışıklığıyla) onlara öyle olmuş gibi geldi. Bu konuda farklı görüşler ileri sürenler ise ondan dolayı gerçekten şaşkınlık içerisindedirler, onunla ilgili bir bilgileri yoktu ve yalnızca zannın peşine takılmaktadırlar. Sonuç olarak kesinlikle onu öldürmediler (157) Bilakis, Allah onu kendi katına yüceltti. Zira Allah mutlak üstün ve yüce olandır, her hükmünde tam isabet sahibidir. (158) " (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – NİSA 157,158)
Bu ayeti İsa'nın ölümsüzlüğüne yormak gaflettir. Ayette Yahudilerin İsa peygamberi çarmıha gerip öldürdükleri iddiasının gerçeği yansıtmadığını anlatmak için bazı cümleler kuruyor. Bu ayetlerden İsa peygamberin daha sonrasında ölüp ölmediğine dair bilgi verilmiyor. Sadece İsa peygamberi biz öldürdük diyen Yahudilere reddiye sunuluyor. Belli bir olayı anlatıyor. İsa peygamberin ölümsüzlüğü anlatılmıyor. "Katına yüceltti" ibaresi soyut bir ifadedir. Mitolojiyi kesin kabul edip ayeti o mitolojiye göre yorumlama çabasını utanç verici buluyorum. Kur'an Hz. Muhammed'e hitaben senden önce ölümü tatmayan kimse yok demesine rağmen ayetleri mitoloji bilgilerine göre dizayn etme çabası yüz kızartıcı bir harekettir. Yukarıdaki ayetler açıkça bildiriyor ki İsa peygamber Yahudilerce öldürülemedi. Hiç ölmedi gibi bir iddia yok yukarıdaki ayetlerde.
Son olarak şunu belirteyim. Yüzlerce Mehdi, Deccal, İsa, kıyamet alametleri ile ilgili hadis adlı rivayetler mevcuttur. Onlara sitede yer verseydim 30 sayfalık bir yazı olurdu. Dileyen internette aratsın. Binlerce sözde hadis bulacaktır. Zaten onları okuduğunuzda bunları bir çocuk mu yazdı moduna giriyorsunuz. Ayrıca çok ilginç bir bilgi vereyim. Allah aşkına Mehdi gerçek olsa ve gelse onun Mehdi olduğunu nasıl anlayacaklar. Bugün bile yüzlerce insan Mehdilik iddiasında. Madem Müslümanlar bu kadar çok bekliyor niçin gerçek Mehdiyi bulmaya çalışmıyor. Gerçek Mehdi gelmiş olsa bunlar onu da yalancı olarak karalayacaktı. Hem Mehdi bekliyorlar hem de biri Mehdiyim dediğinde onu yalancılıkla suçluyorlar. Bu yığınlar gerçek Mehdiyi belki de yalandı ve adam öldü :)) Neyse bunlar işin şakası. Sadece Çoğu insan inancında samimi değil. Hem Mehdiyi bekleyip hem de Mehdilik iddiasında bulunan herkesi yalancılıkla suçlamaları onların samimiytsizliğini gösteriyor. Bu mitolojinin gerçekleşeceğini bir an kabul edelim. Mehdi adaleti getirmeye geliyor. Allah aşkına bu kadar hak hukuk yiyen, bu kadar adaletsizlik yapan Müslümanlar ona inanmayı mı seçerdi yoksa yalanlamayı mı? Çünkü Mehdi denilen hayali karakter Adaleti dünyaya getirecekse ilk önce milyonlarca adalet yoksunu Müslüman ile savaşması gerekirdi.
UNUTMA!! "Ve O aklını kullanmayanları pisliğe mahkum eder" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ - YUNUS 100)
Kur'an'a değer veren kadınlara ayet ile cevap vereceğim. Bu konuyu uzatmayacağım çünkü açık ayet var. Tartışmaya bile açık değil. Ancak Kur'an'ı takmayıp faşist erkek zihniyetinin arkasından giden kadına da diyecek sözüm yok. Keyfi bilir.
"Siz ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınızda, alışverişi keserek Allah'ı anmaya koşun! Eğer (hayır ile çıkar arasındaki farkı) bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır." (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – CUMA 9)
Ayet "Siz ey iman edenler!" diyerek kadın erkek her Müslüman'a hitap ediyor. Arapçası 'yâ eyyuhellezîne âmenû' Kur'an açıkça kadınlara ve erkeklere Cuma namazını farz kılmıştır. Zaten peygamberimiz döneminde kadınların Cuma'yı kaçırmadıkları tarihi bir gerçek. Peki ne oldu da kadın camiden uzaklaştırıldı? Bu konuda yorumsal tezlerim var. Yani yazacağım düşünceler kişisel fikrim. Herhangi bir araştırma verilerine dayanmıyor.
Kadınların camiden uzaklaştırılması erkeklerin bir projesidir. Erkeklerin gerekçesi neydi? Yok efendim kadınlar fitne çıkarıyor. Erkekler haklıydı. Fitne çıkaran erkekleri kadınlar da gördüğü için fitne çıkarmış oluyorlardı. Kadını sosyal hayattan dışlayıp, camiden uzaklaştırmanın tek amacı vardı: Kadını soyal hayattan koparmak. Kadın camiye gelse sosyal yönü gelişecek, kadınlar arası dayanışma artacak, evde eşinin kendisine yaptığı haksızlığı mabette dillendirecek, ufku genişleyecek, dünyayı ve gündemi daha iyi takip edecekti. Kim ne derse desin kadın olsun erkek olsun sosyal yönünü geliştiremeyen her birey zamanla beş yaşındaki bir çocuk gibi olayları değerlendiriyor. Nerede nasıl konuşacağını, nasıl davranacağını, kime şaka yapıp kime ciddi davranacağını bilmiyor. Kadınların sosyal hayata entegresini hızlandırmak suretiyle bu tedavi edilmeli.Ancak kadınların bunu telafi etmesine izin verilmiyor. Cuma namazına kadın ve erkeğin beraber gitmesi çok önemlidir. Cuma çıkışı vaaz eden vaizin söylediklerini kadın ve erkek birlikte istişare etmesinden tutun da kadının sosyal yönünü geliştirmesine, camide birbiriyle tanışan kadınların dayanışmasının artmasından tutun da kadınların gündemi erkeklerden dedikodu şeklinde değil de birinci ağızdan yorum katılmaksızın duymalarına kadar birçok pozitif etkisi vardır. Kadınlarımız çoğu şeyleri erkeklerden öğreniyor. Bu medeni toplumlarda çok büyük bir felakettir . Çünkü kadın duygusaldır. Bu yüzden erkek kadına bilgi verirken kendi hislerine göre bilgi verir. Bu da kadının istemeden bilinçaltına fikir aşılanmasına sebep olur. Nice kadın tanıyorum ki eşi hangi partiye verirse o partiye verir, eşi hangi takımı tutarsa o da o takımı tutar, eşi hangi devletten nefret ederse kadın da o devletten nefret eder. Bilgiyi saf olarak almayıp erkeğin yorumuyla, hisleriyle yoğrulmuş şekilde aldığı için erkeğin fikrini kendi fikri sanan milyonlar var.
Ama hakkını vereyim erkeklerin, kadını Cuma namazından alıkoyma ve kadınları bu noktada ikna etmiş olmaları takdir edilesidir. Hiçbir kadın kalkıp arkadaş biz niye Cuma namazına gitmiyoruz diye sormuyor. Erkekler kadınların fikirlerine prangalar bağlamış. Bir kadın da kalkıp demiyor ki bu zincirleri kim bağladı? Niçin sormuyorların cevabı Hadis adlı rivayetlerde gizli. Evet, kadını hadis denilen uydurma rivayetlerle ikna ettiler. Hadis denilen rivayetler sayesinde kadın kendisini ikinci sınıf Müslüman olarak kabul ediyor. Cuma namazı erkek işidir kadının bunda hakkı yoktur. Hz. Muhammed'i kim karşısına alabilir ki? Onu karşısına alan Allah'ı karşısına alırdı. Bu yüzden diyorum ki erkekler kadını köleleştirmek için değil Muhammed peygamber, Allah adına bile yalan söyleyebilirlerdi, söylediler de. İşte sözde Rasulullah'ın söylediği söz:
"Allah'a ve âhiret gününe inananlara cuma namazı farzdır. Ancak yolcu, köle, çocuk, kadın ve hastalar bundan müstesnadır." (Ebû Dâvud, I, 644, H. No: 1067; Dârakutnî, II, 3; Bağavî, Şerhu's-Sünne, I, 225)
Eğer Kur'an'a gönül vermiş biriyseniz yukarıdaki sözü görür görmez yüzünüz kızarır ve bunu Allah Rasulu asla dememiştir moduna girersiniz. Çünkü her Müslüman'a hak olan bir ibadeti bu hadis kadın ve köleye hak görmemiştir. Yukarıdaki sözü hangi namus yoksunu uydurmuşsa helal olsun. Çünkü Allah'a Hesap vereceğimiz o gün, Peygambere iftira atarak Rasulullah'tan bu sözü işittim diyecek kadar yüreğim olmazdı benim. İslam inancında bugün ki anlamıyla kölelik kaldırılmıştır. Allah'tan başkasına kulluk yasaklanmıştır. Belli ki yukarıdaki hadisi uyduran haysiyetsizin köleleri var. Kendi Cuma namazına giderken kölelerinin çalışmasını istiyor. Kadını eve hapsetmek için de hadise "kadını" ekliyor. Bir taşla iki kuş vurmak bu değil midir? Beni asıl üzen yukarıdaki onursuz söze Muhammed'in sözüdür deyip iman eden kadınlardır. O böyle bir şey demiş olamaz diyen kadınlar çıkmayacak mı bu toplumda?
Son olarak şu bilgiyi vereyim yukarıdaki hadis adlı utancı nakleden Ebu Davud'tur. Hadisi Rasulullah'tan duyduğunu iddia eden kişi Tarık b. Şihab'tır. Ama gelgelelim ki bu rivayeti nakleden Ebu Davud Tarık b. Şihab hakkında şunları söylüyor: ' Tarık b. Şihab Resulüllah’ı gördüğünü ama ondan bir şey işitmediğini not etmiştir.' Yani dostlar mesele şu. Tarık b. Şihab adlı üstün zeka bu sözü Hz. Muhammed'den duymamış ve bu sözü duyan sahabenin ismini de vermiyor. Benim aklıma gelen iki seçenek var. Ya kendi uydurmuş ya da uyduran birine inanıp nakletmiş. İslam ilmini araştırmayan bilmez. Hadis ilmi kadar ciddiyetsiz çok az ilim var. Kim bir şey uydurmuşsa hadis derleyicileri hiç tartmadan almış. Bu Kur'an'a uyar mı uymaz mı diye düşünmemiş. Ve emin olun naklettikleri hadisi bile okumadıklarına emin olduğum hadisler var.
Asırlar önce İslam büyüyüp dallanmaya başladığında Müslümanlar farklı kültürlerle tanıştı. Bu kültürlerden biri de Hindistan'dan bize bulaşan zühd, sofuluk vs.. kavramları barındıran tasavvufçuluktur. Yani tasavvuf İslam kültüründe yoktur. İslam coğrafyası genişleyince Asya'dan bağrımıza akmış ve İslam'ın rasyonelliğini öldürmeye çalışmış bir çıbandır. Çok geçmeden Asya'dan gelen tasavvufi düşünceye inanan insanlar tarikatlar etrafında birleşerek tasavvufu bir İslam terbiyesi olarak kanıksadılar. Şeyhlere, Allah dostu olduğuna kimin karar verdiği belli olmayan evliyalara! tevbe verilir, tevbe alınır oldu. Tabii bu durum medyatik tarikatlarçılarca şöyle açıklanmakta: "Tevbe Allah'a yapılır. Tevbe alma işine şeyh sadece şahit tutulur. Yani şeyh Allah'a daha yakın olduğu için onun şahitliğiyle yapılır. Aksi takdirde şeyhe Tevbe yapılmaz. Bu yanlış bilinen bir durumdur." diyerek kendilerince sıvamaya kalkarlar. İlk önce bu konuda Kur'an ne diyor ona bakalım. Tevbe suresine adını veren olayı çoğumuz biliriz. Bazıları peygamberimize gelerek (rivayetlere göre Tebük seferi) savaşa katılmamak için izin istiyorlar. Bunun üzerine aşağıdaki ayet iniyor.
"Allah seni affetsin; daha kimin doğru söylediği sana aydınlanmadan ve yalancıları iyice öğrenmeden niçin onlara izin verdin?" (TEVBE 43)
Yukarıdaki ayette sözü edilen insanlar savaşa katılmamış ve gerekçe olarak bahane uydurmuşlardır. Resulullah ta o bahaneleri iyice araştırmadan izin verdiği için eleştiriliyor. Ancak katılmayanlardan bazıları savaştan sonra vicdan azabı çekiyor. Rivayetlere göre bu bazıları Kab b. Malik ve iki arkadaşıdır. Bu 3 kişi af dilemek ve nasıl tövbe edeceklerini öğrenmek için Resulullah'a geliyorlar. Resulullah Allah ayet ininceye kadar bunlara Allah'a tevbe edin deyip gönderiyor ve 40 gün boyunca ayet inmiyor ve hiçbir Müslüman bu 3 kişiyle konuşmuyor. Bu rivayeti doğru kabul etmek zorunda değiliz. Ancak bu 3 kişinin isimleri verilmese de tevbe ettiklerini Kur'an'dan öğreniyoruz. İşte o ayetler:
" Bir de ilkin iyi olan işini, kötü olan ötekisiyle karıştırıp (diğerlerine katıldığı halde Tebük'e katılmayan ve) günahını itiraf eden berikiler var. Allah'ın onların af taleplerini kabul etmesi beklenir; çünkü Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır. (102) Onların (Allah'a sadakatlerini ifade için) mallarından bir miktar sadaka al; bu sayede, onların temizlenmelerine ve inkişafına yol açmış olursun. Ve onları dua ile destekle; çünkü senin duan, onlar için bir gönül ferahlığıdır: Hem Allah tüm (duaları) işitir, her şeyi(n içyüzünü) bilir. (103) Bilmiyorlar mı ki Allah, evet yalnızca O'dur kulların tevbelerini kabul eden; O'na sadakatlerini ifade için mallarından sunduklarını kabul buyuran da O: hem unutmasınlar ki Allah, tevbeleri hep kabul edendir, merhametiyle muamele edendir! (104)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ - TEVBE 102, 103, 104)
Birkaç ayet sonra Allah tevbe edenler hakkındaki kararını açıklıyor. İşte ayetler:
"DOĞRUSU şu ki: Allah, peygamberin tevbesini kabul ettiği gibi, içlerinden bir kısmının kalplerinin kaymaya yüz tuttuğu bir durumun ardından, (zorluk demlerinde peygamberi izleyen) muhacirlerin ve zorluk demlerinde kendi imkânlarını onlarla paylaşan Ensar'ın, tevbelerini de kabul etti; Evet, onların tevbelerini kabul etti; çünkü O'nun sınırsız şefkat ve merhameti, onları da kuşatır. (117) Yine geri kalan üç kişiye de (Allah, şefkat ve merhametiyle yöneldi) O kadar ki, olanca genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, dahası vicdanları da kendilerini sıkıştırmıştı: sonunda Allah'tan yine Allah'a kaçıp sığınmaktan başka çare olmadığına kanaat getirdiler. Ardından O da onlara rahmetiyle yöneldi ki, onlar tevbe etmek için Kendisine dönsünler: İyi bilin ki Allah, evet yalnızca O'dur tevbeleri kabul eden, rahmetiyle muamele eden! (118)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ - TEVBE 117, 118)
Yukarıdaki ayetler Allah'tan başkasının tevbe alma makamı olmadığını gösterdi. Bunda hemfikiriz. Ama yukarıdaki Tevbe suresi 117. Ayet Resulullah'ın da diğerlerinin de tevbesinin kabulünden bahsediyor. Bu üç kişi gelip peygamberimizi şahit kılarak tevbe etmiyor. Tarikatlardaki tevbe alma metodu ve şahitlik gibi bir durum Kur'an'daki bu ayetler tarafından desteklenmediği gibi peygamberimiz de kendisi için tevbe ediyor ve onun da tevbesini Allah kabul ediyor. Hz. Muhammed herhangi bir sahabenin tevbesine aracılık etti mi? Hayır. Peygamberimize kimse gelip tevbe beyanında bulunup tevbesine Resulullah'ı şahit göstermemiştir. Kab b. Malik tevbelerine şahitlik için niçin peygamberimize başvurmuyor? Yukarıdaki ayette Allah Rasulüne o 3 kişinin affı için dua et deniliyor. Bu ayetler üzerinden bize de günahlarından pişmanlık duyanların affı için dua etme metodu öğretiliyor. Peygamberin şahitlik ve aracılık etmediği tevbeye kim hangi makamla hangi vasıfla aracılık ve şahitlik ediyor?
Hristiyanlığın bazı mezheplerinde tevbe işini papazlar yapıyor. Tasavvufçular da bu işi İslam'a taşımak istiyor. Bazı tarikatlarda şeyhin karşısına çıkmak için boy abdesti alınıyor. Sonrasında kişinin bir gün hiç kimseyle konuşmaması gerekiyor. Bu şartları yerine getiren kişi şeyhinin aracılığı ve şahitliğiyle tevbe ediyor. Tarikat mensupları bu olaya "tevbe alma" ismini veriyor. Bu noktada "Allah'ın rahmetinin neresi eksik kaldı da başka bir insanla onu tamamlayacağını düşünüyorsun" diyen Mehmet Okuyan aklıma geliyor. Tarikatçılar diyor ki:"Şeyh bir vekil, aracı ve şahit. Bu kadar" Ama Kur'an ne diyor:" Sen kimsenin vekili değilsin" (ENAM 107) Evet Kur'an Peygamberimize sen kimsenin vekili değilsin diyor, peygamber kimseye vekil olamıyor ama bunlar "şeyhimiz vekil" diyor. Tamam, tevbe vermeye gidenler İslam hakkında az bilgisi bulunan, Kur'an'ın anlamını hiç okumayan kesimler olabilir. Bu bir nebze normal. Peki, bu tür insanlardan tevbe alan ve aracı olana ne demeliyim bilemiyorum. Ben aracılık ederim derken Allah'tan hiç mi korkmuyor? Ne sıfatla tevbeye aracılık ediyor. Ona bu yetkiyi kim verdi? Allah dostu deyip deyip beyinleri esir alan bu insanlar O zatın Allah dostu olduğunu nasıl anlıyor? Ellerinde son teknoloji ürünü olan Allah dostluğu ölçer mi var? Bir kişinin Allah dostu olduğunu yalnızca Allah'tan öğrenebiliriz. Şu halde bunlar vahiy mi alıyor? Kaldı ki Rasulullah'ın yapamadığı şahitlik ve aracılığı şeyh, evliya dedikleri insan ürünü makamlar nasıl yapıyor?
Şimdi gelelim bu mantığın kimin mantığı olduğunu ortaya çıkarmaya. Tasavvufçular bu mantığı Mekke müşriklerinden almıştır. Bu mantığın aynısı Mekkeli müşriklerde mevcuttu. Müşrikler ateist değildi. Hepsi Allah'a inanırdı. Ancak Müşrikler tevbe ederken, dua ederken, ibadet ederken Menat, Uzza, Lat vb.. putları aracı kılarlardı. Onlardaki mantık şu idi: Bunlar geçmişte yaşamış Allah dostlarıdır. Biz Allah'a uzağız. Bu yüzden Allah bizim tevbemizi, bizim duamızı, bizim ibadetlerimizi kabul etmez. Bu Allah dostlarını vesile ve aracı kılarak Allah'a tevbe edebilir, dua edebiliriz. Bu mantık baştan aşağıya müşrik mantığıdır ve peygamberimiz elçilik görevi boyunca bu mantıkla savaştı. İşte müşriklerin görüşünü veren Kur'an ayeti.
"Kesinlikle, din sadece Allah'a aittir. O'nun dışındakileri evliya(dost) olarak edinenler, "Onlar bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsın diye biz onlara tapıyoruz" derler. Ayrılığa düştükleri bu konuda onların arasında Allah karar verecektir…" (EDİP YÜKSEL MEALİ – ZÜMER 3)
"Onlar Allah'ı bırakarak kendilerine ne zarar ne de yarar dokundurmayan şeylere tapıyorlar ve "Bunlar Allah katında bizim aracılarımızdır" diyorlar. Onlara de ki; 'Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz? Allah onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir.'" (FİZİLAL-İL KURAN MEALİ- YUNUS 18)
Yukarıda verdiğim Yunus 18 her şeyi ifşa etmedi mi? Müşrikler put ve put benzeri varlıkları Allah'a yakınlaşmak amacıyla aracı kılıyorlardı ki aynı mantık bugün tarikatlarda var. Müşrikler putları aracı kılarken bunlar şeyhlerini aracı kılıyor. Aynı yanlış mantık. Halbuki Allah Kur'an'da "Biz insana şah damarından yakınız" (KAF 16) demiyor mu? Şeyhi Allah ile şah damarının arasına nasıl yerleştirdin? Peki, Enfal 24'ü nasıl anlayacağız? Enfal 24'te "Allah kişi ile kalbinin arasına girer/müdahale eder" ayetinde Allah, bize ne kadar yakın olduğunu ifade etmiyor mu? Bunlar ne zaman Allah ile kendi arasına bu kadar mesafe bıraktı ki Allah ile arasında aracıya ihtiyacı hasıl oldu.
Tarikatçılar Tevbe Alma metoduna Kur'an'dan delil getirebilmiş midir?
Tarikatçılar önümüze Nisa 64'ü getiriyor. Ancak Nisa 64'ü bağlamından koparmadan Nisa 60'dan itibaren yazacağım ki bu ikiyüzlülerin Kur'an'ın bir ayetini bağlamından koparıp cımbızlayarak kendi düşüncelerini ispatlama adına nasıl Kur'an'ın anlatmak istediğiyle oynadıklarını görün.
"Sana ve senden önce indirilenlere iman ettiğini sananlara bir baksana! Birbirlerini putlaştırılmış bir azgınlık ve sapıklığın hakimiyetine çağırmakta bir sakınca görmüyorlar; oysa onu inkar etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları, çıkamayacak kadar derin bir sapıklığa itmek ister. (60) Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denildiğinde, bu münafıkların nefretle senden yüz çevirdiklerini görürsün. (61) Fakat, önceden yaptıkları yüzünden başlarına öngöremedikleri bir musibet gelince, ne olacak halleri? Sonra sana gelecekler, Allah adına yeminle "bizim amacımız sadece iyilik yapmak ve senin başarını sağlamaktı" (diyecekler). (62) Ama bunlar, Allah'ın kalplerindekini bildiği kişilerdir. Şu halde onları kendi hallerine bırak; onlara öğüt ver ve onlara konuş; bu, içlerinde iz bırakan beliğ bir konuşma olsun. (63) Zira biz, her peygamberi, Allah'ın izni dahilinde kendilerine itaat olunsunlar diye gönderdik. Eğer onlar, kendilerine zulmettikten sonra sana gelip de Allah'tan af dileselerdi ve -Peygamber de onların bağışlanması için dua etseydi- kesinlikle Allah'ı tevbeleri kabul etmeye hazır ve merhametli bulacaklardı. (64) Ama hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında tartıştıkları her konuda seni hakem yapmadıkça, sonra da senin hükmüne tereddütsüz bir teslimiyetle uymadıkça iman etmiş sayılmazlar. (65)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – NİSA 60,61,62,63,64,65)
Arkadaşlar sadece Nisa 64'ü verip bizi kandırabileceklerini sanadursunlar. Nisa 60'tan beri gördüğünüz üzere konu münafıklardır. Nisa 64'te ise münafıkların peygamber huzuruna gelip yaptıkları münafıklığı açıkladıktan sonra Allah'tan af dilemesini yani tevbe etmesini ve daha sonra peygamberin de pişman olmuş bu insanların affedilmesi için dua etmesinin daha uygun olacağından bahsediliyor. Ayet peygamber üzerinden bize de sesleniyor ve günahını itiraf edip pişman olmuş ve Allah'tan af dilemiş birisine bağışlanması için bizim de dua etmemiz öğretiliyor. Yani burada pişman olup tevbe eden bir adama bizim de dualarla destekçi olmamız gerektiği metodu öğretiliyor. Ama sanki bu ayet münafıklardan değil de her tevbe etmesi gerekenin peygamber şahitliği ve aracılığıyla tevbe ettiği izlenimi oluşturmaya çalışıyorlar. Bunu yaparken ayetlerin önünü ve arkasını kesiyorlar ki ayetin gerçekte neyden bahsettiğini anlamayalım. Yukarıdaki ayette tevbenin, peygamber şahitliği ve aracılığıyla olması gerektiğinden bahsetmiyor. Konu Münafıkların suçunu Peygambere itiraf ettikten sonra peygamberden bağışlanması için dua istemesi olayıdır. Yoksa tevbe eylemini kendileri sadece Allah'a yapacaklardır.
Yukarıdaki ayeti Türkiye'deki medyatik bir tarikatçı hocanın videosundan dinledim. Türkiye'de tanımayanınız yoktur. Diyor ki Nisa 64'te açık ki insanlar tevbe için Resulullah'a başvurmuştur onu şahit ve aracı kılmıştır. Allah Resulü ölmüş olabilir fakat bu görevi devam etmektedir. İnsanlar Peygamberimizin mezarı başına gidip tevbe almalıymış. Ama insanlar her günah işlediğinde medine'ye gidemeyeceği için Allah dostlarından birine gitse de olurmuş. Çünkü onlar Resulullah'ın varisiymişler. Delil olarak da "ümmetimin âlimleri israiloğullarının peygamberleri gibidir" uydurma hadisini sundu. Diyecek laf yok. Kur'an ayetinin boğazına yapışıp istediğini söyletinceye kadar sıkmak diye buna derim. Sahte ve uydurma hadis ile düşüncesine kanıt gösterdi. Ayeti tefsir ederken de kendi düşüncesini delil getirdi. Bu şizofrenler Allah adına yalan söylemekte ustadırlar. Allah'a dinini öğretmeye kalkanlar da bunlardır. İşte Hucurat 16:
"De ki: Allah'a dininizi siz mi öğreteceksiniz? Ama Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir:zira Allah her şeyi ayrıntısıyla bilendir" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – HUCURAT 16)
Merhaba Kur'an araştırmacıları. Kıssaların dininden değil Allah'ın dininden bahsedeceksek bir olgunun Kur'an'da olup olmadığına bakarız. Üzerine tonlarca sayfa kitap yazılmış ve her biri kutsal kitabımız Kur'an kadar kalın olan Kıyamet Alametleri hakkında Kur'an ne söyler? Kur'an'ın bu konuda elbette söyledikleri vardır. Ama Kur'an'ın söyledikleri ile Müslümanların inandıkları aynı şey mi tartışılır, tartışacağız. İnsanoğlu efsaneleri pek bir sever. Ben de öyleyim. Yüzüklerin efendisi kadar beni etkileyen kaç film var ki. Ancak konu din ve Allah ise ciddi olmalıyız. Efsanelere olan sevgimizin bu ciddiyeti sulandırmasına izin vermemeliyiz.
Kıyamet Alametleri adlı edebiyat İslam'a ve Kur'an'a ait söylemler değildir. En yakın tarih olarak hicretten 100 yıl sonra Müslüman kültürüne Yahudi ve Hristiyan kültüründen geçmiştir. Peki bu nasıl oldu? Sebebi tamamen sosyolojiktir. Müslüman atalarımız İslamiyet'i yayarken iki güçlü kültürün içine düştüler. Hristiyanlık ve Yahudilik. Bu kültüre adapte olmuş insanlar Müslüman olunca kendi kıssalarını ve kendilerince Kur'an'a aykırı görmedikleri efsaneleri, mitleri Müslüman kültürüne taşıdılar. Kıyamet Alametleri, taşıdıkları kültürden sadece bir tanesidir. Müslüman kültürüne Yahudi kültürünü ve mitlerini dolduran birini örnek vereyim. Kabul Ahbar denilen Ka'b b. Ahbar. Yemenli bir yahudidir. Halife Ebubekir döneminde Müslüman olduğu söylenir. Bu adam sürekli Yahudi efsanelerini İslam adı altında insanlara vaaz etti. Ebû Vâil’den rivayet edildiğine göre, İbn Mes’ud (Peygamberimizin ashabı) ile bir adam arasında şöyle bir münakaşa olur: İbn Mes’ud adama nereden geldiğini sordu. Şam’dan geldiğini söyleyen adama; orada kiminle görüşmüş olduğunu sordu. Ka’bu’l-Ahbâr ile görüştüğünü söyleyen adama, Ka’b’in neler söylediğini sordu. O da, bana semaların bir meleğin omuzlarında deveran ettiğini söyledi, dedi. Bu söz üzerine İbn Mes’ud, Ka’b yalan söylemiş, o halâ Yahûdiliğini terketmedi mi? deyip “Doğrusu, zeval bulmasın diye gökleri ve yeri tutan Allah’tır. Eğer onlar zevale uğrarsa, Ondan başka, and olsun ki, onları kimse tutamaz… ayetini okur. Bu olay gerçekleşmemiş de olabilir fakat Bu tip olaylar şunu gösterir: İslamiyet'i kabul eden insanlar eski inançlarını da bu dine taşımışlardır. Tıpkı bugün olduğu gibi o gün de Müslümanların çoğu Kur'an'ı zahmet edip açıp araştırmıyordu. İslamiyet'e geçen her insan geçmiş inancını da çocuklarına anlatmaya devam etti. Kendi inancının Kur'an'a uyup uymadığından ya habersizdi ya da bunu bilinçli yaptı.
Geçenlerde biri iletişim formundan bana mesaj atmış "sen insanları saptırmak için mi bu siteyi açtın?" diye. Ancak ona cevap vereceğim adresi bilerek ya da bilmeyerek yanlış yazmış. Ona cevap veremedim. Mustafa diye bir arkadaşımız. Katiyen insanları saptırmak gibi bir amacım yok. Hakikati bulup anlamak ve gerçek İslam'ı bulmak tek ümidim. Ayrıca sitemde delillerimi yazıyorum. Mantıklı bulmayan okumaz. Bazılarının imanı ip kadar inceyse ve hemen kopacaksa bırakın kopsun. Şimdi Kur'an'ın Kıyamet'e bakışını konuşalım.
1. Kur'an'a göre Kıyamet kesinlikle olacaktır.
"Hem unutma ki, Son Saat kuşku götürmez bir biçimde gelip çatacaktır; yine unutma ki, Allah kabirlerde yatan herkesi kaldıracaktır." (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – HAC 7 )
"Çünkü her ne kadar son saati (herkesten) gizli tutmuşsam da, herkese çabasının karşılığı verilsin diye Son Saat kesinlikle gelecektir." (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – TAHA 15)
Yukarıdaki Taha 15'de sadece kıyametin kesin olarak geleceğinden değil aynı zamanda kimsenin onun zamanını bilemeyeceğine de vurgu yapıyor. Allah'ın gizlediğini alamet üreterek bulduğunu iddia eden Müslümanlar beni dehşete düşürüyor.
2. Kur'an'a göre Kıyamet yakın mı yoksa uzak mı?
"De ki: Keşke bilseydim tehdit edildiğiniz azap yakın mı, yoksa Rabbim onu bir müddet daha erteledi mi?" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – CİN 25)
"İnsanlar sana Son Saat hakkında soruyorlar. De ki: Onun bilgisi sadece Allah katındadır. Sana kim bildirebilir ki: Son Saat belki yakındır, (belki de uzak)?" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – AHZAB 63)
"O Allah ki, indirdiği vahiylerle hem hakikati ortaya sermiş hem de (adil ve mutedil) ölçüp tartacak (bir tasavvur) inşa etmiştir. Hem sen (ey muhatab), nerden bileceksin, belki de Son Saat çok yakındır!" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – ŞURA 17)
Yukarıdaki ayetlerde Rasulullah'a Son Saatin yakın mı yoksa uzak mı olduğunu bilmediğini vurgulaması isteniyor. Ayrıca "Sana kim bildirebilir ki" dediği peygamberimizin ağzına hadis diye binlerce Kıyamet Alametleri yerleştirdiler.
3. Kur'an'a göre Kıyamet gizlidir. Zamanını hiç kimse bilemez.
"(Ey peygamber!) Sana Kıyamet ne zaman kopacak? diye soruyorlar. (42) Sen nerde onun vaktini bilmek nerde! (43)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – NAZİAT 42,43)
" Şu da bir gerçektir ki, Son Saat'in bilgisi sadece Allah katındadır" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – LOKMAN 34)
Yukarıdaki ayetler peygamberimiz dâhil hiçbir insanın kıyamet vakti hakkında bir bilgisinin olamayacağını açıkça bildirirken peygamberimiz nasıl kalkıp da bilmediği bir olayın alametlerini sıralar? Bu ayet tüm Kıyamet Alametleri edebiyatını tek kalemde silen ayettir.
4. Kur'an'a göre Kıyamet ansızın gelecektir.
"İnkarda direnen kimseler ise, Son Saat kendilerine ansızın gelip buluncaya, ya da (yaşama sevincinin) kökünü kurutan bir günün tarifsiz azabı kendilerine kavuşuncaya kadar, bu mesajın kaynağı hakkında kuşku duymaya devam edecekler." (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – HAC 55)
"Doğrusu, Allah'a kavuşacaklarını yalanlayanlar hüsrana uğrayacaklar. Kıyamet Saati ansızın geliverdiğinde, günahlarının yükünü sırtlarında taşır bir halde diyecekler ki: Ondan mahrum kaldığımız için yazıklar olsun bize! Ah, o yüklendikleri şey ne fenadır!" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – ENAM 31)
Yukarıdaki ayetler Kıyamet ansızın gelecek diyor. Ancak Müslümanlar ansızın gelecek olanın alametlerini sayıyorlar. Bu nasıl bir çelişki? Ansızın gelen bir Kıyamet'in alametleri mi olur? Bu ayetler kıyamet alametleri adlı sahte edebiyat ve mitolojiyi kökünden kazır. Ve şu bitirici ayete bakın:
" Sana soruyorlar: Son Saat ne zaman gelip çatacak? diye. Cevap ver: Onun bilgisi yalnızca rabbimin katındadır; onun vaktini O'ndan başka ortaya koyacak kimse yoktur: O bütün ağırlığıyla göklerde ve yerde kopacak, sizi haberiniz olmadan ansızın yakalayacaktır. Sanki senin ısrarla o bilginin peşine düşüp elde etmen mümkünmüş gibi, onu sana soruyorlar. De ki: Onun gerçek bilgisi yalnızca Allah katındadır, ne ki insanların çoğu bunu bilmezden geliyor. " (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ – ARAF 187)
İşte bu ayet tüm konunun özetidir. İnceleyelim:
" Sana soruyorlar: Son Saat ne zaman gelip çatacak? diye. Cevap ver: Onun bilgisi yalnızca rabbimin katındadır " ayetin bu kısmı peygamberimizin Kıyametin hiçbir bilgisine vakıf olmadığına delildir.Peygambere hitap eden ayet Cevap olarak insanlara " Onun bilgisi yalnızca rabbimin katındadır " demesi isteniyor. Alamet ortaya atmasını değil ki Peygamberimiz asla Son Saat ile Alamet üretmemiştir. Daha sonraki insanlar Peygamber adına yalan söylemişlerdir. Yalanlar hadis olunca kitleler de inandı. Rasulullah asla Kur'an'a aykırı bir tavır yapmamıştır. Kur'an ona bu konuda bilgim yok demesini isterken o nasıl oturup Kur'an'dan daha kalın bir kitap olacak şekilde Kıyamet Alametleri peyda eder? Asla etmez.
Yukarıdaki Araf 187'de can alıcı bir cümle daha " sizi haberiniz olmadan ansızın yakalayacaktır." Ansızın gelecek olan bir şeyin alametleri olmaz arkadaşlar. Alametleri olsa ansızın gelemezdi. Çünkü herkes zamanı geldi deyip beklerdi. Devam edelim: " Sanki senin ısrarla o bilginin peşine düşüp elde etmen mümkünmüş gibi, onu sana soruyorlar." Kısmı da mükemmel bir hakikati dile getiriyor: Ey nebi kıyamet ile ilgili peşine düşsen dahi bir bilgi elde edemezsin. Peki Kur'an'ın bu açık ayetlerinden sonra nasıl Kıyamet Alametleri adlı uydurma efsanelere iman edelim. Kur'an bu kadar açık ve net iken niçin bu hadisleri rivayet edenler yalan söylemiş demekten çekiniyorsunuz? Peygamberimizden 200 yıl sonra gelen insanların bunu peygamberden duymuşlar sözüne niçin bu kadar sadıksınız. Kur'an ile çelişen bu yalanlara niçin iman ediyorsunuz? Peygamberden 200 yıl sonra gelmiş biri yalan söyleyemez mi? İmanımız bu kadar ucuz mu ki birkaç insanın sözüne güvenmeye bırakıyoruz. Sözüme yukarıdaki Araf 187'nin son kısmıyla son vereceğim " De ki: Onun gerçek bilgisi yalnızca Allah katındadır, ne ki insanların çoğu bunu bilmezden geliyor." Gerçekten bu son kısım her şeyi açıklıyor. Kıyamet zamanını yalnızca Allah bilir ama insanların çoğu bunu bilmezden gelip alametlerin peşinden gidiyor. Yazık! Kur'an'ı bırakıp mitlerin peşinden giden bu kadar insana yazık.
- Kur'an'a Göre Abdest Nasıl Alınır, Hangi Hallerde Bozulur?
- Salat-ı Tefriciye Nedir ? İslam’da Bir Karşılığı Var Mıdır?
- Kur’an’da Ramazan Bayramı Geçiyor Mu?
- Dinozorlar Niçin Kuran’da Geçmez? Kur’an İnsan Ürünü Mü?
- Aişe Validemiz Hz. Muhammed İle Kaç Yaşında Evlendi?
- Kur’an Kadınları Dövmeyi Emrediyor Mu? Nisa 34’ü Anlamak (Bölüm-2)
- Hz. İsa’nın Annesi Meryem Nasıl Hamile Kaldı?
- Hz. Muhammed Evlatlığının (Zeyd) Eşiyle Evlendi Mi?
- İslam Dininde 3 Defa Boş Ol Denildiğinde Boşanma Gerçekleşir Mi ? İslam'da Gerçek Boşanma Süreci
- Hz.Muhammed ve Sevr Mağrasındaki Yılan Hikayesi Doğru mu ?
- Ettahiyatü Şirk Midir? Peygamberimiz Namazda Ettahiyatü Duasını Okudu Mu?
- Kur'an'da Namaz Nasıldır? Namaz Hadisler Olmadan Kılınabilir Mi?