Arama Yap
Görüntülenme 3,286
Yayın 07 Ağustos 2017

Bu olayın gerçekleştiğini iddia eden insanlar Kamer suresinin ilk iki ayetini delil getirirler. Ancak delil getirdikleri ayetlerin ay yarılma mucizesiyle alakalı olmadığı da birazdan aşikarolacak bir gerçek. Ayetler şöyle:   Son Saat yaklaşır ve Ay yarılır (1) Sözgelimi, eğer onlar ilahi kudret belgesi olan ...
Görüntülenme 3,138
Yayın 05 Ağustos 2017

Bazı insanlar kendi dillerinde salat etmeyi ve Kur'an okumayı istiyor.  Allah insanların kendi dillerinde ibadet etmelerini yasaklamaz. Bu seçim insanlara bırakılmıştır. Ben ibadetleri herkesin kendi dilinde yapmasını doğru buluyorum. Çünkü bunu yasaklayan bir ayet yok. Ancak cemaatle toplu salatı ikame (namaz) edeceğimiz ...
Görüntülenme 2,588
Yayın 02 Ağustos 2017

Merhaba Kur'an araştırmacıları. Kıssaların dininden değil Allah'ın dininden bahsedeceksek bir olgunun Kur'an'da olup olmadığına bakarız. Üzerine tonlarca sayfa kitap yazılmış ve her biri kutsal kitabımız Kur'an kadar kalın olan Kıyamet Alametleri hakkında Kur'an ne söyler? Kur'an'ın bu konuda elbette söyledikleri vardır. Ama ...
Görüntülenme 10,756
Yayın 29 Temmuz 2017

Asırlar önce İslam büyüyüp dallanmaya başladığında Müslümanlar farklı kültürlerle tanıştı. Bu kültürlerden biri de Hindistan'dan bize bulaşan zühd, sofuluk vs.. kavramları barındıran tasavvufçuluktur. Yani tasavvuf İslam kültüründe yoktur. İslam coğrafyası genişleyince Asya'dan bağrımıza akmış ve İslam'ın rasyonelliğini öldürmeye çalışmış bir çıbandır. Çok ...
Görüntülenme 2,497
Yayın 23 Temmuz 2017

Kur'an'a değer veren kadınlara ayet ile cevap vereceğim. Bu konuyu uzatmayacağım çünkü açık ayet var. Tartışmaya bile açık değil.  Ancak Kur'an'ı takmayıp faşist erkek zihniyetinin arkasından giden kadına da diyecek sözüm yok. Keyfi bilir.   "Siz ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınızda, alışverişi ...
Görüntülenme 2,594
Yayın 19 Temmuz 2017

Bu dünyada en zor şey ne? diye soracak olursanız. Asırlardır başka dinlerden, mitolojilerden, efsanelerden İslamiyet'e geçen kirli bilgileri temizlemek derim. Neresinden tutsam elimde kalan bir kir. Müslümanların çoğu okumadığı bir kitaba -Kur'an'a- iman ederken, ateistlerin çoğu okumadığı bir kitabı -Kur'an'ı-  inkâr ediyor. ...
Görüntülenme 8,678
Yayın 15 Temmuz 2017

Bu asırlardır insanların kafasını meşgul etmiş bir soru. Birçok mitolojik efsane ilk insanın adem olduğunu ve onun çocuklarının ensest ile çoğaldığı iddiasını barındırmaktadır. Neyse ki bu iddiaların kaynağı insanın hayal gücü olan mitolojilerdir. İsrailliyat kökenli rivayetler bu soruya nasıl cevap veriyor sizce? ...
Görüntülenme 3,060
Yayın 09 Temmuz 2017

Çoğu zaman kendisini İslami kaynak olarak gören sitelere bakmak istemiyorum. Onların din dışı öğretilerine buradan cevap vermek için mecburen giriyorum. Her seferinde moralim sıfır olmuş halde çıkıyorum. İslam'ı görmeyi umduğum siteler düzmece masallar ile takipçilerini uyutuyor, İslam'ı çaktırmadan kendi diniyle değiştiriyor. Buna ...
Görüntülenme 4,744
Yayın 02 Temmuz 2017

İslamiyet Cemil Meriç'in de dediği gibi rasyonalist bir dindir. Duyguda çok önemlidir ancak akıl Kur'an'ın merkezindedir. Kur'an'a gönül vermiş her Müslüman akla dinine verdiği önem kadar önem verir. Sahabe döneminde yaşamış ve çağının en değerli âlimi olarak görülen Hasan el Basri'ye bir ...
Görüntülenme 2,953
Yayın 24 Haziran 2017

Aslında bu soruyu sormak benim için üzücü ancak asırlardır toplumumuzun gündemi meşgul etmiş olması hasebiyle değinme ihtiyacı duydum. Böyle anlamsız konularla asırlardır bu ümmetin gündemini işgal ediyorlar. Bu yazıyı yazma amacım biraz farklı. Çünkü bu sorunun bir Müslüman zihinden mi çıktığını yoksa ...
Görüntülenme 3,655
Yayın 26 Şubat 2017
güncellendi

Kader;  daha önceden belirlenmiş ve kaçınılması imkansız sonuç olarak bilinir. Yani alınyazgısı. Fatalizm ise kaderciliğin felsefik adıdır. Evrenin ve insanın kaderini Tanrı'nın önceden belirlemiş olduğunu, bunun insanlarca değiştirilemeyeceğini öne süren öğretidir. Tabi Kur’an kader kelimesini farklı anlamlarda kullanır. Kur’an’daki kader kavramına geçmeden önce kısaca geçmiş topluluklardan bazılarının kaderciliğine örnek verelim.

Eski Medeniyetlerde Kader İnancı

Eski Yunanda, İyonyalı ozan Homeros (İÖ 8.yy) bir Şiirinde insanoğlunun “Yüce Zeus tarafından yönlendirildiğini” söyler.
Sokrat ve talebeleri insanın sorumluluğunu ve hür iradeyi savunurken stoacılar kaderciliği savunuyordu. Stoacılara karşı özgür iradeyi Marcus Tullius Cicero (İÖ:106-43) savundu. Cicero, İlahların Doğasına Dair  adlı eserinde müneccimlerin kaderi okuma iddialarını usta bir şekilde çürütüyordu.
Romada Licius Anneus Seneca (İÖ:4- İS- 65) “Kader insanoğlunu ister istemez yönetir ve sürükler” diyecek kadar kaderciydi.

Hristiyanlıkta Kader İnancı

İcad edilmiş Hristiyanlık, açıkça kadercidir. Bu kaderciliğin temelinde insanoğlunun kötü olduğuna dair görüş yatar. Bu yaklaşım, Ademin yasak ağaçtan yemesi meselesiyle temellendirilir. Bu temele yaslanarak, Hristiyanlık kötülüğü benliğin merkezine, yani iradeye yerleştirir. Böylece insan için asıl günahı getirdiğine inanılan irade de kötü olmuş olur. Yani irade bir tür “şeytanlaştırılmış” olur.
Pavlus, incilin parçası haline getirilen Romalılara Mektub’unda tıpkı bazı emevi idarecileri gibi “Yöneticiye karşı çıkan Allah’ın kaderine karşı çıkmış olur” diyordu. (XIII, 1-2) Fakat Romalı idareciler tarafından öldürülmekten de kendini  kurtaramadı. Pavlus’un kaderci tavrı, Roma ile uyumluydu. Zira Roma imparatorları, kendilerini “Roma halkının kaderi” olarak görüyorlardı. Fakat bu görüşe karşı çıkan İsevi Saint Justin Martyr (103-165), özgür iradeyi savunduğu için öldürülmüştü. Hristiyanlığın bir kolu olan Yakûbiler cebirci kader anlayışını savunurken Nastûriler hür iradeyi savundular.

Hristiyanlığın Kindî’si diyebileceğimiz ünlü kurucu ilahiyatçı Aurelius Augustin, Kilisenin sıkı sıkıya kapattığı kapıyı kontrollü olarak Yunan Felsefesine açtı. Tanrı’nın Şehri (De Civitate Dei) adlı ünlü eserinde kader ve özgür irade meselesini çözmeyi denedi. Bir taraftan Cicero’nun özgür iradeyi savunayım derken ilahi bilgiyi inkar eden uç tavrını reddederken diğer taraftan  da özgür iradeye de hakkını verdi. İlahi irade ile beşeri irade arasında bağ olduğunu söyledi: “Her tür gücü bahşeden Tanrı’dır, kötü seçim ondan değildir… Allah’ın bilmesi özgür iradeye sahip olmadığımız anlamına gelmez” Yine başka bir yerde şöyle der “İşlenen günahın sorumlusu kader,şans ve benzeri değil,bizzat insanoğludur. Günah işlemek insanoğlunun kendi seçimidir.”

Ne var ki Hristiyanlığın kader görüşünü, tüm iç itirazlara rağmen 529 yılındaki Orange Konsili’nde, Takdiri ilahi ile özgür irade arasında dengeye dayanan Augustin’in görüşü değilde Pelagiusçu yorum belirledi. Pelagiusçu yoruma göre Âdem’in günahıyla insanoğlunun özgür iradesinin “azaldığı” ama tamamen yok olmadığı ilan edilmiştir. Zira Pavlusçu Hristiyanlığın değişmez sloganı “klise kurtuluş” idi. Bu “kurtuluş insanın elinde değildir” anlamına geliyordu. Kurtuluş Tanrının inayetinde, “inayet” ise klisenin tekelindeydi.
 

“Boal’ın önünde diz çökmüş yedi bin kişiyi kendime alıkoydum. Aynı şekilde şimdiki zamanda da Tanrı’nın lütfuyla seçilmiş küçük bir topluluk vardır. Ama bu lütufla olmuşsa iyilikle olmamıştır. Aksi halde lütuf artık lütuf olmaz. Sonuç ne? İsrail aradığına kavuşamadı, seçilmiş olanlar ise kavuştular. Geriye kalanların ise yürekleri nasırlaştırıldı.”

Yukarıdaki Pavlus’un ifadelerine göre Allah’ın bazı kişileri belirlediğini, Bu belirlemenin insanın iyi işleriyle değil Allah’ın lütuf ve merhametiyle gerçekleştiğini vurgulayarak Allah’ın dilediği insana merhamet edeceğini ve istediğinin de kalbini katılaştıracağını ifade etmektedir. Bu ifadeler günümüz hristiyanlık dininin kurucusu olan pavlusun dolayısıyla onun hristiyanlığa enjekte ettiği katı kaderciliğini gözler önüne sermektedir.

Yahudilerde Kader İnancı

Yahudiliğe göre, eğer Allah insana bazı emirler vermiş ve bunları uygulamasına göre mükafat  ve ceza vaat etmiş ise, hiç şüphesiz ona bu hareketleri yapma ve yapmama gücünü de vermiştir.
Tevrat’ta şöyle bir ayet var. “Önüne hayatı ve ölümü koydum. Bu sebeple kendine hayatı seç.” veya başka bir yerde  “Bu sizin elinizle oldu.”  Şeklinde ifade edilmiş. Allah kadir-i Mutlaktır. Ferde verdiği iradeyi onun nasıl kullanacağını da bilir. Çünkü Allah’ın ilmi, insanların hareketleri sonucu değildir. O her şeyi ezelden bilmektedir. İnsan hiçbir zaman Allah’ın bilgisine aykırı hareket edemez. Ama bu hiçbir zaman onun hareketlerini Allah tayin ediyor anlamına da gelmez.

Yahudilerde ise Rabbaniler kaderciliği savunurken, Anan b. Davud’un tepki olarak oluşturduğu Sadukilerin ardılı olan Karaim fırkası özgür iradeyi ve aklı savunuyordu. Ayrıca yahudilerde üç  farklı mezhep de bu konuda  farklı düşünüyor. Bunlar Ferisiler,sadukiler ve essenilerdir.

Ferisiler, Allah’ın önceden tayin ve tespit fikriyle insanın özgür iradesini uzlaştırmaya çalışmaktadırlar. Bir taraftan ferdi ve toplumun kaderi,  Allah’a bağlı iken, diğer bir taraftan insan ve topluluğu sorumlu tutulmaktadır.
Sadukiler: Allah’ın kulların fillerine herhangi bir müdahalesini kabul etmemektedirler. Aksine bu dünyadaki bütün olayların şansa bağlı olduğunu ve ilahi belirlemenin mümkün olmadığını belirlemişlerdir. Yine bunlar insanın istikbalini Allah’a bırakmayarak, insanın kaderi kendi ellerinde olduğunu savunmuşlardır. Sadukiler, sadece insanın hür iradesini ve insanın sorumluluğunu benimsemişler.
Esseriler: Yahudi mezhepleri içinde iradeyi red eden mezheptir. İddaları şu şekildedir. “İnsanlar daha doğmadan aydınlık veya karanlık taraflarından birine aittir. Kaderleri ebediyen tespit edilmiştir. Bu yıldızlarda da yazılmıştır. Kader her şeyin başıdır. Essenilerin dua kitaplarında, İnsanın kaderi tamamen Allah’ın elinde olduğuna dair metinlerle doludur.

İslamiyetten önceki cahiliyye Arap toplumunda kader inancı

Cahiliyye Müşrikleri  kader konusunda tavırlarını hür iradeden ve ahlaki sorumluluktan yana değil, cebirci kadercilikten yana koymuşlardı. Cahiliyye insanının kaderciliğini Kur’an kendi dillerinden şöyle nakleder:
 

“Allah’a ortak koşanlar derler ki: Eğer Allah dileseydi,ne biz ne de atalarımız şirk kışmazdık; dahası (O’nun helallerinden) hiçbir şeyi haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de hakikati işte bu mantıkla yalanladılar; ta ki azabımızı tadıncaya kadar… De ki: Elinizde bize sunabileceğiniz güvenilir bilgiye dayalı herhangi bir belge var mı? Siz yalnızca hurafenin peşinden gidiyorsunuz ve sadece kitle psikolojisiyle hareket ediyorsunuz.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- EN’AM , 148)

“Bir de Allah’tan başkasına ilahlık yakıştırmakta direnenler dediler ki: Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız, hem O’ndan başka hiçbir şeye kulluk etmez hem de O’ndan başkasının (sözüyle) hiçbir şeyi haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı; peki, bu durumda elçilere (mesajı) açık seçik bildirmek dışında başka ne düşer?” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- NAHL ,35)

Onlar Kur’an’ın tevhid çağrısına karşı çıkarken şirk savunmasını “kader” üzerinden yapıyorlardı. Yani cahiliyye Araplarına göre başka ilahlara tapmaları onların kaderiydi. Allah böyle istiyordu. Eğer Allah böyle bir şey istemeseydi kendileri ve ataları başka ilahlar edinemezdiler.

Peki Kur’an’daki Kader  İnancı  Nedir?

Lafzi olarak ‘kader’ kelimesi Kur’an’da 11 yerde gelir. Bunların geldiği yerler ve kullanıldığı manalar nüzul sırasına göre şöyledir:

1-  Murselat  22’de (illâ kaderim) olarak geçer ve burada kader "süre, zaman ölçüsü" manasında kullanılmıştır

“Tabi ki önceden belirlenmiş bir süreye kadar…” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- MURSELAT, 22)

2-  Tâhâ 40’da (alâ kaderiy) olarak geçer ve “Allah’ın seçimi,tercihi,hükmü” manasında  kullanılmıştır.

“…Daha sonra yıllarca Medyenliler arasında yaşadın; en sonunda takdirimiz gereği (bu noktaya) geldin ey Musa!” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- TAHA, 40)

3-  Kamer suresi 49’da (bi kader) olarak geçer ve “ölçü,yasa” anlamında kullanılmıştır.

“Şüphe yok ki, her şeyi bir kaderle(ölçüyle,yasayla,düzenle,planla) yaratan Biz’iz” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- KAMER, 49)

 4-  Hıcr 21’de (bi kaderim) olarak geçer ve “ölçü,yasa” anlamında kullanılmıştır.

 “Hiçbir şey yoktur ki, onun kaynağı Bizim katımızda olmamış olsun; fakat biz her bir şeyi tesbit ve tayin edilmiş bir ölçüye göre indiririz” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- HICR, 21)

 5-  Mu’minun 18’de (bi kaderin) olarak geçer ve “ölçü,yasa” anlamında kullanılmıştır.

 “Ve göktensuyu bir yasaya bağlı olarak Biz indirmekteyiz; ve yeryüzünde onu tutmaktayız; şu da var ki Biz, onu gidermeye elbette kadiriz.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- MU'MİNUN, 18)

 6-  Şürâ 27’de  (bi kaderim) olarak geçer ve “ölçü,yasa” anlamında kullanılmıştır.

 “Ve eğer Allah kullarına rızkı bol bol verseydi, elbet yeryüzünde azıp saparlardı; lakin o dilediğine akıl sır ermez bir ölçüyle indirmektedir. Çünkü o kullarının her halinden haberdardır, her şeyi tarifsiz bir görüşle görmektedir”(HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- ŞÜRÂ, 27)

7-  Zuhruf 11’de (bi kader) olarak geçer ve “ölçü,yasa” anlamında kullanılmıştır.

 “Gökten suyu bir ölçüye göre sürekli indiren de O’dur: Bununsonunda Biz (nasıl) ölü toprağı yeniden diriltiyorsak, işte siz de (öldükten sonra) böyle çıkarılacaksınız.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- ZUHRUF, 11)

 
8-  Ra’d 17’de (bi kaderihâ) olarak geçer ve “kadar,miktar, ölçü” anlamında kullanılmıştır.

9-  Ahzab 38’de (kaderam) şeklinde gelir. “İlahi ölçü ve takdir” anlamında kullanılmıştır.

 “Allah’ın kendisini mecbur tuttuğu suç isnat edilemez. Allah’ın bu sünneti, daha önce gelip geçmiş olan (peygamberler) için de geçerliydi: sonuçta Allah’ın emri ölçülüp biçildiği gibi gerçekleşmiş oldu.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- AHZAB, 38)

10,11-  Bakara 236’da iki kez geçer. (kaderuhû) olarak geçer. “gücünün yettiği bir meblağ, kararlaştırılmış bir miktar” anlamında kullanılmıştır.
 

“Kendilerine henüz dokunmadığınız ya da bir mehir tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda size bir vebal yoktur. Ne ki (bu durumda dahi) onlara destek olun! Eli geniş olan kendi takdirince, eli dar olan da gücü yettiği miktar makul bir biçimde geçimlik tedarik etsin! Bu, Allah’ı görür gibi inanan herkesin üzerine bir yükümlülüktür.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA, 236)

 
Kur’an’da kader kelimesinin geçtiği tüm ayetler bundan ibarettir. Bütün bu ayetler Allah’ın kainat, insan ve olaylar için bir ölçü ve yasa koyduğuna işaret  eder. İlahi kader ile kastedilen, hiçbir şeyin gelişigüzel, ölçüsüz ve hesapsız yapılmadığı gerçeğidir. Kur’an’ın hiçbir yerinde kader “alın yazısı” ve “önceden belirlenmiş son” olarak geçmez. Kur’an’ın kadercilik anlayışını reddettiği ayetler şunlardır:
 

“Ve biz, her bir insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık. Nitekim Kıyamet Günü onun önüne, (dünyada yapıp ettiği) her şeyi kayıtlı bulacağı bir sicil koyacak (ve diyeceğiz ki):” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- İSRA , 13)

“Ve insan başkasının değil,sadece kendi çabasının karşılığını görecektir.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- NECM , 39)

Yukarıdaki ayetler fiillerimizin sorumluluğunun bizim üzerimizde olduğu , kaderimizde olduğu için gerçekleşmediğini, kaderimizin kendi çabamıza bağlı olduğu yani bizim elimizde olduğunu açık bir şekilde beyan etmektedir.  Hatta Kur'an, Cahiliyye Araplarının  (yukarıda yazdığım En’am suresi  148’de olduğu gibi)  şirklerini bile Allah’a isnat ederek O’na iftira eden kaderci bir geleneğin önüne gerilip “Her insanın (akıbeti) kendi kazandıklarına bağlıdır;” ( MÜDDESSİR , 38) hakikatini dile getiriyordu.

Kur’an’ın Bildirdiğine Göre İlk Kaderciliği Savunan Kişi Kimdir?

Tarihte “özgür iradeye” karşı kaderciliği ilk kim savunmuştur? Sorusuna Kur’an “şeytan” cevabını veriyor. Üstelik şeytan ,kaderci tezini Allah’a karşı savundu. İşte Allah'ın bize naklettiği konuşmalar:

“Rabbim, madem Sen beni yolsan çıkardın, ben de onları (saptırmak) amacıyla senin dosdoğru yoluna oturacağım” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- ÂRAF, 16)

“Rabbim, madem Sen beni yolsan çıkardın, ben de dünyada onlara (günahı) süsleyeceğim ve topunu yoldan çıkaracağım.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- HİCR, 39)

Allah’a “sen beni yoldan çıkardın” diye iftira eden şeytan, görünüşte irade özgürlüğünü reddederken, hakikatte tercihinin ve davranışının ahlaki sorumluluğunu reddediyordu. Bu ayetlerden de anlaşılıyordu ki Kur’an, cebirci kaderciliğin karşısına “irade özgürlüğünü” değil “ahlaki sorumluluğu”, yani “sorumluluk bilincini (Takvayı)”  koyuyordu. Böylece cebirci kaderciliği zımnen “sorumsuzluk “ olarak nitelemiş oluyordu. Adem’i Şeytan’dan ayıran fark buydu. Yoksa ikiside günah işlemiş ve asi olmuştu. Fakat Adem davranışının ahlaki sorumluluğunu kabul etmiş ve adam olmuş, iblis ise davranışının ahlaki sorumluluğunu kabul etmeyip Allah’ı suçlamış ve Şeytan olmuştu. Adem tevbe ederken iblis ise, tercihinin sorumluluğunu Allah’a yıkıp tevbe etmemişti. (Kader Risalesi ve Şerhi , Mustafa İslamoğlu)

Bu durumda ilk kaderci iblis olmuş oluyordu. İbn Kayyım el- Cevziyye'nin  dediği gibi "kadercilik iblis'in dini olmuştu" (Ravdatu'l- Muhibbin, S:62) Günümüz bazı Müslüman kesimlerin inandığı kader inanışı aslında Kur’an’ın reddettiği bir inanıştır. Kur’an bu inanışın Şeytan’ın ve cahiliyye Araplarının mantığı olduğunu vurguluyordu. Kur’an, cahiliye kaderciliğini reddederek, ona karşı insanın ahlaki sorumluluğunu savunmuştu.Onların bu tavrını, Allah’a “sen beni saptırdın” diyen Şeytan’ın tavrıyla özleştirdi. Fakat Kur’an’ın üstünü çizdiği ve mahkum ettiği cahiliye kaderciliği, Emeviler eliyle yeniden üretilecekti.
Bu yazı serisinin ikinci bölümü olan "Geçmişten Günümüze Evrilemeyen Kader İnancı: Bölüm-2" başılkı yazıyı okumak için tıklayın

Görüntülenme 2,255
Yayın 26 Şubat 2017
güncellendi

Geçmişten Günümüze Evrilemeyen Kader İnancı: Bölüm-1 Başlıklı yazı serisinin devamıdır.

Kader’e İman , İman’ın Şartlarından Biri Midir?

Bu başlık için "Kadere İman, İman Şartlarından Biri Midir ?" başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Ancak konunun bütünlüğünün bozulmaması adına burada bu konuyu biraz daha detaylandırarak anlattıktan sonra Emevi devletinin kader  inancı ile devam edeceğim.
Kur’an iman esaslarına dair beş başlık açar. Bunları üç farklı ayette birbiri ardına sayar. Bunlar bakara 177, Bakar 285 ve Nisa 136. ayetler. Kur’an bu üç yerde tüm iman şartlarını bir arada sayarken, yüzlerce ayette ise ayrı ayrı olarak iman şartlarına dair beş adet başlık açar: Allah’a, kitaplarına, peygamber(ler)e , Meleklerine, Ahiret Gününe iman. Toplam Beş adet şart sayar.

“Gerçek erdem yüzlerinizi doğuya veya batıya döndürmeniz değildir. Fakat gerçek erdem kişinin Allah’a, ahret gününe, meleklere, ilahi kelama, peygamberlere inanması, malı –ona sevgi duymasına rağmen- yakınlara,yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve özgürlüğü ellerinden alınanlara vermesi, namazı istikametle kılması, zekatı gönülden gelerek vermesidir. Onlar söz verdikleri zaman sözlerinde dururlar, şiddetli zorluk ve darlıklara karşı göğüs gererler. İşte bunlardır sözlerine sadık kalanlar… Takvaya ermiş olanlarda bunlardır.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA,177)

“Rasul Rabbinden kendine indirilene önce kendisi iman etti, sonra da mü’minler. Hepsi Allah’a, meleklerine, mesajlarına ve elçilerine inandılar: O’nun elçilerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız. İşittik ve itaat ettik; bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz: zira varış sanadır! dediler.”  (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA,285)

“Siz ey iman edenler! İman edin Allah’a, O’nun elçisine, O’nun peygamberine peyderpey indirdiği ilahi kelama ve daha önce indirdiği mesaja! Zira kim Allah’ı, meleklerini, vahiylerini, peygamberlerini ve Ahiret gününü inkar ederse, işte o derin bir sapıklığı boylamış olur.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- NİSA,136)

Kur’an’da sayılan iman esasları bu kadardır. Bunlara ilaveten “kader iman” diye altıncı bir başlık yoktur. Olması bir yana, Kur’an’da iman ile kader kelimesinin aynı cümlede kullanıldığı bir tek ayet yer almaz. Peki Kur’an bu kadar açıkken altıncı madde ilavesinin sebepleri nelerdir? Bunun iki temel sebebi vardır. İlki siyasi sebeplerdir. İkincisi ise kelami sebeplerdir.

  1. Siyasi sebepler: Emeviler’in kaderci/ cebirciliği, devlet ideolojisi olarak benimsemiş olmaları ana sebeptir. Güç kullanarak elde ettikleri iktidarı, bilinen sebeplerle meşrulaştırma problemi yaşayan Emeviler, bu yolla iktidarlarını meşrulaştırmak istediler. Bu konuda Emeviler’e  iki şey yardımcı oldu. Birincisi saldıkları korku, İkincisi cahiliye kalıntısı toplumsal tasavvur. Bu tasavvurda kaza ve kader inancı temel bir yere sahiptir. Müşrikler şirk koşmalarını “Allah’ın dileği” olarak takdim edecek kadar kaderciydiler. Üçüncüsü ise dirayete(zekaya,kavrayışa) gereken önemi vermeyerek taklit damarını  besleyen ulema ve kıssacı vaizler (Haşviyye)dir . Kur’an’ın reddettiği cahiliyye kader inancını rivayet kültürü aracılığıyla yeniden islam’a taşımış ve Müslüman ümmetinin gündemine tekrar oturtmuşlardı.
  2. Kelami Sebepler: Irak ve İran topraklarının işgaliyle birlikte Müslümanlar yepyeni bir inanç türüyle karşılaştılar ve buna Seneviyye dediler. Başta Zerdüştlük(mazdekçilik) ve onun etki alanında ortaya çıkan Manicilik, Deysanilik, Markiyonculuk gibi gnostik(sezgi yoluyla edinilen bilgiye güvenen) akımların tümü “hayır” ve “şerrin” iki ayrı cevher olduğuna inanıyorlardı. Dahası  bu gnostik akımlar“hayır ilahı” (Hürmüz) ve “şer ilahı” (Ehrimen) gibi iyilik ve kötülük tanrısı olarak iki tanrı olduğunu kabul eden bir inançtır. Seneviyye “ikicilik” demektir. Bu akımlar hicri 1. Yüzyılın başından itibaren İslam coğrafyasının  her köşesinde çok etkili oldu. O tarihte bu akımlar , İslam’ın tevhid inancını içerden kemiren bir kurt halini aldı. Etkili  bir propaganda yapıyorladı. Bu etkiyi kırmak için kelam (İslam'ın inanç esaslarını inceleyen ilim dalı) uleması “kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine” dair bir başlık açma ihtiyacı duymuşlardır. Fakat güncel bir ihtiyaçtan kaynaklanan bu kelami başlık, iktidarların da desteğiyle, Kur’an’ın belirttiği beş iman esasına ilaveten 6. Bir başlık olarak imana ek yapıldı. Ama kelamcılar Kur’an’ın birçok ayetine muhalif bir görüşe sapmışlardı. Çünkü Kur’an şerrin Allah’tan olmadığını belirtiyordu. Uhud savaşını niye kaybettik diye soranlara Kur’an “kendi yüzünüzden” (Al-i İmran,165) cevabını veriyor şerrin kaynağının Allah olmadığının altını çiziyordu.

Peki, rivayetlerde yer alan  ve Kur’an’daki şartlara ilave edilen “kadere iman” maddesi rivayetlere nasıl girdi?

“Cebrail ya Muhammed ! İman nedir ? Açıklar mısın ? deyince; Peygamberimiz buyurdu ki: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret  gününe iman etmendir. Kadere de hayrına ve şerrine (hayır ve şerrin Allah’ın takdiri ile olduğuna) iman etmendir. ” (Müslim- İbni Mace – Tirmizi- Ebu Davud)

Yukarıda peygambere ithaf edilen rivayet “kadere iman”  maddesini Kur’an’a eklemeye çalıştıkları rivayettir. Cibril Hadisi diye ünlenmiştir. Hadis edebiyatının en sahihi kabul edilen Buhâri’de (v 256/869) ”kader” ile “imanı” yan yana anan, “kadere imanı” bir iman esası olarak belirten bir tek hadis yer almaz. Buhâri, ünlü Cibril Hadisi’ne –sorunlu da olsa- yer verir (iman 47) Orada 5 iman esası sayılır, “kadere iman” maddesi yer almaz. Bu Cibril hadisi’ne “kadere iman” ilavesi eklenmeksizin  sadece 5 iman maddesinin sayıldığı şekliyle İbn Mace, İbn Hibban ve İbn Mende gibi hadisçiler de yer verir.  Buhâri’nin naklettiği hadisi, talebesi Müslimde nakleder, hem de üç farklı isim zinciriyle (sahih, iman,1,5,7) İlk zincirdeki dört râvi Buhâri ile aynıdır, metinde “kadere iman” maddesi yoktur. Kur’an’a en mutabık “Cibril Hadisi de” budur. Rivayet, Kur’an’da sayılan 5 iman maddesini tastamam sayar. Fakat 2. Zincir de Buhâri ile aynı olan râvi sayısı üçe, 3. Zincirde ise ikiye düşer. Burada iş karışır. Kur’an’da olmayan “kadere iman” ilavesi buraya eklenivermiştir. Kısacası Müslim aynı hadise, üç kez yer verir. Birinde “kadere iman” ilavesi yer almazken, diğer ikisinde yer alır.
Kur’an’a aykırı olan bu rivayetin, metni dışında senedinde de problem vardır. “kadere iman” ilaveli rivayetin en güçlüsü Ömer -> İbn Ömer -> Yahya b. Ya’mer -> Abdullah b. Bureyde  zinciri olarak gözükmektedir. İbn Hanbel bu sonuncu isim olan Yahya b. Ya’mer’i “güvenilmez” bulur. (Tehzib V, 158)

Bu konuyu da toparlarsak bizim anlamamız gereken şudur: Müminin imanını Allah tanzim eder. Fakat Kur’an’ı bırakıp rivayetlerin peşinden gidenleri bekleyen büyük bir sorun vardır. O da şudur ki : İmanlarını kime göre tanzim edecekler ? Buhari’ye göre mi, Müslim’e göre mi? Ya da Müslim’in 5’li olanına göre mi, 6’lı olanına göre mi? İman’ı Allah’ın kitabında değil peygamberin vefatından yaklaşık 170 yıl sonra yazılan rivayet kitaplarından öğrenmeyi tercih edenler şu ayeti hiç okumaz mı “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım” (MAİDE, 3) Yani Allah dinini tamamladığını söylerken Kur’an’a iman ilave etme çabaları “De ki: Allah’a dininizi siz mi öğreteceksiniz?” (HUCURAT, 16) ayetinde belirtildiği gibi Allah’a dinini  öğretmeye kalkışma çabası değil midir?

Cahiliyye Kader İnancı Müslümanlara Tekrar Nasıl Bulaştı?

Bu konuda benim düşündüğüm bir çok ihtimal var. Fakat bu konuda  aklıma gelen en mantıklı  sebep cemel vakasıdır. İlk kırılma noktasının bu savaş olduğu kanaatindeyim. O dönemin  Müslümanlarını en çok hayret ve dehşete sürükleyen husus, Peygamber’den çok kısa bir zaman sonra onun sahabesinin nasıl olup da birbirlerini Cemel Savaşında öldürebilecek kadar ihtilafa düşmüş olmalarıydı. Oysaki Kur’an, “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurat,10) demişti. Yine; “Hep birlikte Allah’ın ipine sarılın, tefrikaya düşmeyin” (Al-i İmran:103) demişti. Ve; “Nizalaşmayın (didişmeyin), başarısız olursunuz” (Enfal, 46) demişti.

Allah Rasulü’nün vefatının üzerinden daha 25 yıl geçmişti ki, Zilhicce 35/Haziran 656 senesinde 3. Halife Osman namazında niyazında insanlar tarafından suikaste kurban gitti. Onun üzerinden 4 ay ancak geçmişti ki.  Bir tarafta Hz. Peygamber’in en yakın dostları diğer tarafta peygamberin eşi  Aişe ve peygamberin diğer yakın dostları Cemel savaşında birbirlerine kılıç çektiler. Bu savaşta yaklaşık 10.000 kadar Müslüman öldü. Kur’an, işlerini aralarında şura ile çözmelerini söylemişti. Onların işlerini kılıçla halletmeye kalkmaları, insanların vicdanları üzerinde tek kelime ile şok etkisi yarattı. Bu durumu hiç kimse izah edemedi. Vicdanlarda oluşan bu derin psikolojik hezeyanı Müslümanlar üzerlerinden atamadı. Kimse bu olanlara anlam veremiyordu.

En sonunda birileri, bunun en kolay izahını bulmuştu. O birilerinin tasavvur ve aklını Kur’an inşa etmemişti. Belki bazıları iyi niyetliydi. Muhtemelen bazıları da fırsattan istifade hinlik yapıyordu. Kur’an’ın tıkadığı cahili kültürün, önünü açma fırsatından istifade ediyordu. Böylece Kur’an’ın önüne dağ gibi dikildiği cahili tasavvur, kendine servis yolu yapıp, önündeki engeli aşarak kendini yeniden üretecek bir yol bulmuştu. Aranan formül bulunmuş, olan bitenin hepsi tek kelimede izah edilmişti: Kader

Allah böyle takdir etmiş ve böyle olmuştu. Kim ne diyebilirdi ki? Olanla ölene çare bulunmazdı. Sahabe birbirini öldürmüştü, ama bunda kimsenin suçu yoktu. Tek suçlu vardı, o da belliydi: Kader. Böylece Müslümanlar biraz dahi olsa vicdani rahatlamaya ulaşmak için cahiliyye inancına sarıldı. İşte cahiliyye deliğinin kırılarak Müslümanların zihinlerine boşaldığı ilk nokta burasıdır. Kişisel kanaatime  göre cahiliyye kader inanışını ilk defa Emeviler değil, Şok halini üzerinden atamayan Müslümanlar tekrardan hortlattı. Ama Emeviler surda açılan bu gediği çok iyi kullanacaklardı.

Bu sözde çözüm, her iki taraftan da destekçi bulmuştu. Nasıl bulmasındı ki? Öcelikle, çok kullanışlı idi. “kaza ve kader” deyince akan sular duruyordu. Zira kimsenin, kaderi eline geçirip hesap soracak hali yoktu. Hele bu “kader” denilen şeyin sahibi Allahi se, kimsenin buna cür’et etmesi düşünülemezdi. Sonra “kader” cevabı, cahil kitlelerin vicdanını teskin etmek için kullanışlı bir müsekkindi. Böylece “kim haklı- kim haksız?” diye sorup araştırma külfeti de ortadan kalkmış oluyordu. “kaza ve kader” deyince, saldırgan taraf suçunun hesabını vermekten kurtuluyor, mağdur taraf da mağduriyetini dindirecek bir bahane bulmuş oluyordu. Eğer ortada adaleti gerçekleştirecek bir otorite ve adil hükme razı taraflarda yoksa, “kaza ve kader” cevabı en kullanışlı tek alternatif olarak ortaya çıkıyordu. Böyle düşünenler , zihinlerinin yükünden en kolay yoldan kurtuldular veya kurtulduklarını sandılar. Ama sahabenin birbirlerini öldürmüş olmalarını “Allah’ın takdiri” veya “kader böyleymiş elden ne gelir” diyerek geçiştirmek herkesin yapacağı iş değildi. İşte herkes gibi yapamayanlar şu soruları sormaya başladı: Sahabe sahabeyi öldürdü. Bunu yapan yapmaya mecbur muydu? Yapmamak elinde değil miydi?

Bu soruya “evet, elinde değildi” diyenlere, muhalifleri sonradan “cebriye” adını verdiler.
Soruya “hayır, elindeydi” diyenler, onların muhalifleri sonradan “kaderiye” adını verdiler. Böylece Cebriye, kendi tezini savunmak için kulun sorumluluğunu inkar etti. Kaderiyye, cebriyenin aksine kulun yaptıklarından sorumlu olduğunu savundu. Fakat bu fikri münazaraya sonraki siyasiler de müdahil oldular. Emevi selefleri gibi, cebriyenin tezlerini kendi saltanatları için kullanabileceklerinin farkına vardılar. Bunu keşfetmeleriyle birlikte, iş fikir münakaşası olmaktan çıktı. Sonradan “Cebriyye” adını alacak olan taifenin görüşünü devlet tezi haline geldi. Tüm saltanatlar, bu tezi kendi iktidarına kaldıraç olarak kullanma fırsatını ihmal etmediler.
 

Peygamber ve Onun 4 Halifesi Kader İnancına Nasıl Baktılar?

 

Peygamberin kader anlayışını Kur’an inşa etmişti: Ebu Huzame’den: Dedim ki: Ey Allah’ın Rasulü, okunuyoruz, ilaçla tedavi oluyoruz ve korktuğumuz şeylerden korunmak için tedbir alıyoruz. Bütün bunlar. Allah’ın kaderini bizden çevirir mi? Allah Rasulü buyurdu ki “Bunlar da Allah’ın kaderidir.”  (TİRMİZİ)

Bu rivayette diğer tüm rivayetler gibi doğru olmayabilir . Ancak Kur’an’daki kader anlayışıyla uyuştuğu için verme gereği duydum. Allah Rasulü de kaderin mecburiyetine değil, kulun mesuliyetine inanmıştı.
Halife Ömer hakkında kaynaklarda şu bilgi yer alır:
 

Halife Ömer Şam’ın fethini kutlamak ve İslam ordularını denetlemek için yola çıkar. Öğrenir ki ordugâhta veba salgını vardır. Ömer beraberindeki insanlara seslenerek; “Ben hayvanımın üstünde sabahlayacağım, siz de öyle yapın” der. Ordu komutanı Ebu ubeyde b. Cerrah, eski tasavvurun tortusuyla; “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sorar. Ömer; “keşke bu sözü senden başkası söyleseydi!” diyerek, bu büyük sahabiye böyle bir yaklaşımı yakıştıramadığını ifade eder. Ardından bu düşüncesini reddeden ve kader meselesine nasıl bakılması gerektiğini öğreten bir cevap verir. “Evet, Allah’ın kaderinden, yine Allah’ın kaderine kaçıyorum” Kader anlayışından dolayı Ebu Ubeyde’yi azarlayan Ömer ona şöyle der. “Tut ki senin deven bir tarafı kurak bir tarafı sulak bi vadiye indi; sulak yerden otlatırsan Allah’ın kaderi ile otlatmış olmaz mısın? Ya da kurak yerde otlatırsan Allah’ın kaderi ile otlatmış olmaz mısın?”  (İBNU’L  ESİR, EL- KAMİL II, 392)

Halife Osman’ın evini ablukaya  alanlar “seni taşlayan Allah’tır” derler. Osman’ın buna verdiği cevap, Ömer’inkinden farklı değildir: ”yalan söylüyorsunuz. Eğer Allah taşlasaydı, attığı taşları hedefe tam isabet ettirirdi.” demiş.

Şerif er-Radî  tarafandan derlenen ve Peygamberimizin damadı Ali’ye ait olduğu düşünülen  Nehcu’l Belağa adlı kitabın  78. Sözünden bir olay aktarayım:”Bize Şam yolculuğumuzun Allah’ın kaza ve kaderiyle olup olmadığını bildir” diyen adama şöyle der:”Yazıklar olsun sana! Sen kaza ve kaderin, kişinin irade özgürlüğünü elinden aldığını mı düşünüyorsun? Eğer durum sandığın gibi olsaydı, ceza ve mükâfatın, müjde ve uyarının, emir ve yasağın hiçbir anlamı kalmazdı. Allah günah işleyeni kınamaz, iyilik yapanı övmezdi. İyilik yapan kötülük yapandan üstün sayılmaz kötülük yapan iyilik yapana nazaran kınanıp yerilmezdi” Ali bu sözünden sonra adamın kader anlayışıyla cahiliyye’nin kader anlayışının aynı olduğuna dikkat çeker:”Bu söylediklerin putlara tapanların, Şeytan’ın bekçiliğini yapanların, yalancı şahitlerin ve hakikate gözlerini kapatanların sözleridir”

Emeviler ve Statik Kader İnançları

Emeviler’in cahiliyye kader inanışını devlet anlayışı olarak gördüler. Bunların sebeplerine de değineceğiz elbet. Ancak niçin bu inancı devlet tezi haline getirdiklerine değinmekle birlikte nasıl bir yönetim şeklini benimsediklerini bilmemiz lazım.

Allah Rasulü’nün kurduğu siyasal yapıda, millete ait malların adı belli idi: Beytu mâli’l- müslimin (Müslümanların malı/ Kamu malı). İlk iki halife döneminde de bu böyle kaldı. Fakat Hz. Osman döneminde Şam valisi Muaviye ilk kez farklı bir söylem geliştirmeye başladı. “Müslümanların malı” yerine ısrarla “Allah’ın malı” diyordu. İşte bu ince ve fark edilmesi çok zor olan tahrifi ve arkadan gelecek büyük siyasi tahribi fark eden Ebu Zerr el-Gifari (Peygamberin bir sahabesi) oldu. Ebu zerr, işin nereye varacağını daha o zamandan kestirmiş olmalı ki, Emir Muaviye’yi şiddetle uyardı: “Mal Müslümanların malıdır” Ebu zerr’i bu konuda destekleyenlerin başında talebesi Ma’bed el-Cüheni geliyordu. Muaviye daha sonra Ebu Zerr’i Halife Osman’a şikayet edecek ve bunun sonucunda Ebu Zerr sürgün yiyecekti.  Muaviye’nin “Müslümanların malı” yerine neden “Allah’ın malı” demekte ısrar ettiği çok geçmeden anlaşıldı. Kendisine, kamu malını istediği gibi harcayamayacağını hatırlatanlarının sesini, ancak bu dille keseceğini düşünüyordu. Ona göre , mal Allah’ın malıydı. Allah onu dilediğine verirdi. Şimdi Allah malını Emevi ailesine vermeyi dilemişti, bundan kime ne idi.

Servet tasavvurundaki bu sapmayı, kader tasavvurundaki sapma izledi. İktidarı ele geçirmek için her türlü yola başvuran Muaviye b. Ebi Süfyan, sonunda emeline kavuştu. Fakat liyakat ve ehliyet ile değil, baskı ve cebir ile elde tutulmaya çalışılan iktidarın tabiatına uygun bir ideoloji gerekliydi. İşte kader meselesinde, Emevi cebir ideolojisi bu noktada devreye sokuldu. Muaviye, Emevi ailesinin iktidarının Allah’ın kaza ve kaderi olduğunu, kendilerine karşı gelmenin Allah’ın kaza ve kaderine karşı gelmek olduğunu söylüyordu. Bu tezi, devletin resmi görüşü haline getirdi.

Şimdi Emevi Kralları ve yöneticileri ile ilgili kaynaklardan  kader ile ilgili çeşitli nakilleri aktarayım sizlere:
İbn Ebi’l- Hadid, Muaviye’nin Sıffin’de askerlerine şu konuşmayı yaptığını nakleder:”Allah’ın takdiri sonunda, kader bizi yeryüzünün bu bölümüne sürükledi. Bizimle ıraklıları karşı karşıya getirdi. Biz Allah’ın takdirine razıyız.” (NEHCU’L- BELAĞA ŞERHİ XI, 397)

Kadı Abdülcebbar Tabakatu’l – Mutezile adlı eserinde, Emir Muaviye’nin  şöyle dediğini nakleder:”Sizin başınıza geçmek için mücadele veriyorum, çünkü Allah benim sizin başınıza geçmemi irade etmiştir.”
İbn Kuteybe’nin el-imame ve’s- Siyâse adlı eserinde  naklettiğine göre Emir Muaviye oğlu Yezid’e biat alırken şöyle diyordu: “Yezid işi kaza ve kaderdir. Kulların bu konuda başka bir seçeneği yoktur”

Babası ölünce ,onun yerine Emevi valisi olan Ubeydullah b. Ziyad da Emevi kaderciliğini sürdürdü. Kerbela’dan sağ çıkan Ehli beyt mensupları, aşağılanmış bir halde kalesine getirildiğinde ibn Ziyad Zeyneb’e (Peygamberimizin torunu) “kardeşine ve ehl-i beytine Allah’ın yaptıkları hakkında ne düşünüyorsun?” diye sorar. İbn Ziyad’a göre Hüseyin’i, Yezid değil Allah öldürmüştür.

Yezid Emevi iktidarına karşı çıkanlara şöyle diyordu:”Boşuna uğraşmayın! Allah bizi istiyor. Allah bir şeyi beğenmediği zaman onu değiştirir.” (UYUNU’L- AHBAR II,239)

Yukarıdaki Emevi kader inanışı belirgin bir şekilde cahiliyye ve Şeytan’ın kader inanışı ile örtüşüyor. Dünya tarihi boyunca tüm zalimlerin aklı da birbirine benziyor. Yezid’den yaklaşık 13.5 asır sonra yaşamış olan ABD başkanı Richard Nixon da dünyayı tehdit ederken şöyle diyordu: “Tanrı Amerika ile beraberdir ve Tanrı ABD’nin yönettiği bir dünya istiyor.” Yani ABD işlediği ve işleyeceği cinayetleri  kader üzerinden meşrulaştırıyordu. Benzer bir tavrı Suudilerde de görüyoruz. 1990 yılının haccında yaşanan “Tünel Faciasında” resmi rakama göre 1426 kişi, bağımsız kaynaklara göre 5-6 bin hacı mina tünellerinin içinde ezilerek feci bir biçimde öldü. Suudiler bu faciayı “Allah’ın kaderi” ile izah ettiler ve ilave hiçbir izaha ihtiyaç duymadılar.

Ali’nin oğlu Hasan’ın Şam ehline yazdığı bir mektubu ibnu’l- murteza nakleder işte şu satırlar o mektuptan:
 

“Ey göçüp gitmiş münafıkların çocukları! Ey zalimlerin yardımcıları! Ey fasıkların mescidinin bekçileri! İçinizden (kader adı altında) Allah’a iftira eden, kendi suçlarını O’na yükleyen ve yaptıklarını O’na nisbet edenden başka kimse çıkmayacak mı?” (El- Münye Ve’l Emel 136-137)

 
İbn Kuteybe şunu nakleder:
 

Ata b. Yesar, Hasan el- Basrî’ye der ki:”Şu melikler yok mu? Müslümanların kanlarını döküyorlar, mallarını gasbediyorlar, hak yiyorlar, ondan sonra da:’ Bizim yaptıklarımız Allah’ın kaderine göre oluyor’ diyorlar” Hasan el-Basrî ona, tarihe geçen şu cevabı verir:”Allah’ın düşmanları, yalan söylüyorlar” (EL- MA’ARİF, 441)

Hasan el- Basrî, iktidar eliyle savunulan kaderciliğin Müslüman halkın ahlaki sorumluluk duygusunu yok ettiğinin farkındadır. Emevileri Allah seçmişti. Onların iktidar olması, Allah’ın kaza ve kaderi idi. Tabi ki onların iktidarına karşı çıkmak da, Allah’ın kaderine karşı çıkmaktı. Onlar Kâbe’yi mancınıkla yıkıp yaksalar da, Müslümanların kanlarını döküp, ırzlarını heder etseler de, Harre Vakası’nda olduğu gibi, Medine’nin kadın ve kızlarını berberi askerlere peşkeş çekseler de yine de “Allah’ın kaderi” idiler. Onları Müslümanlara yönetici olarak Allah seçmişti (!)

İşte Rasulullah adına uydurulan bir rivayet. Senedi sahih olmasına rağmen Kur’an’a sorduğumuzda sınıfta kalan bu rivayeti inceleyelim:
 

Ebu Hureyre’den: Rasulullah şöyle buyurdu: Adem ile Musa birbiriyle münakaşa etti. Musa ona dedi ki: “Sen insanları saptırıp onları cennetten çıkartan kimse (mi)sin?” Adem de ona de ki:”Sen Allah’ın her şeyin ilmini (ilme kulli şey’in) kendisine verdiği ve kendisini bütün insanlara üstün kılıp peygamber olarak seçtiği musa (mı)sın?” O da “Evet” dedi. Adem dedi ki: “Sen beni, ben yaratılmazdan önce takdir edilen bir şey için mi kınıyorsun?” (Müslim Kader,2; Muvatta, Kader,1)

Metin gördüğünüz gibi tamamen israiliyat kokuyor. Senedi imam Muslim’e göre sahih olsa da Kur’an’a göre 8 defa batıldır.

  1. Kur’an “her şeyi bilenin” sadece Allah olduğunu söyler (Enfâl,75) bu rivayet ise Hz. Musa olduğunu söylüyor.
  2. Kur’an Ademi kandırıp saptıranın şeytan olduğunu söyler (A’râf, 27), bu rivayet Adem’in insanları saptırdığını söylüyor.
  3. Kur’an “Adem nefsine uydu ve rabbine asi oldu” (Tâhâ, 121) diyerek kınar, bu rivayet Adem’in kınanamayacağını söylüyor.
  4. Kur’an’da Adem ve eşi “Biz nefsimize zulmettik” deyip nefislerini kınarlar ve “nefislerinin kurbanı” olduklarını söylerler. (A’râf, 23), bu rivayet Adem’in “kader kurbanı” olduğunu söylüyor.
  5. Kur’an Adem’in günahından mes’ul olduğunu ve tevbe ettiğini söyler (Bakara, 37), bu rivayet Adem’in günahından mes’ul değil ona mecbur olduğunu, kendisi yaratılmadan evvel zaten takdir-i ilahi olarak belirlenmiş olduğunu söylüyor.
  6. Kur’an’da Adem, fiilinin ahlaki sorumluluğunu kabul ediyor (A’râf, 23), bu rivayetteki Adem ise “Beni saptırdığın için” diyerek sorumluluğu Allah’a atan Şeytan’ın tavrını sergiliyor.
  7. Kur’an’a göre Allah, Adem’den geçmişte söz almış, fakat onu azimli bulmamıştır. (Tâhâ, 115), Bu rivayette ise “Adem’in yaklaşamaz” ilahi talimatına rağmen yasak ağaçtan yemesi kaderdir. Bu şu manaya geliyor. Allah Adem’e bir şeyi önce kader kılmış, sonra da dönüp onu yasaklamıştır. Bu hem Allah’a hem de rivayeti ağzına yerleştirdikleri Hz. Muhammed’e iftiradır.
  8. Kur’an “Herkes yaptığının rehinidir” (Müddessir,38) diyor. Fakat rivayet bunun tam zıddını iddia ediyor. Adem yaratılmadan önce takdir edilen şeyi yapmıştır, bundan dolayı da kınanamaz. Bu durumda aynı şey Şeytan, Kabil, Nemrud, Firavun, Ebu Leheb, Ebu Cehil için de geçerlidir. Öyleyse bunlarda daha kendileri yaratılmazdan önce takdir edileni yaptıklarından dolayı kınanamazlar.

Peki , Emeviler’in desteklediği kaderciliği ,farklı kesimler niçin benimsedi?

  1. Yöneticiler ve iktidara taraf olanlar destekledi. Kaderci anlayıştan en çok çıkarı olan zümre bunlar oldu. Zira iktidarlarını “Allah’ın kaderi” olarak sunup, iktidarlarına karşı çıkmayı da “kadere karşı gelmek” olarak takdim etmek her zaman işlerini kolaylaştırıyordu. Böylece işledikleri her tür günah ve kötülüğe yönelebilecek muhtemel tepkiler daha baştan engellenmiş olmaktadır.
  2. Ezilen mağdur ve mazlum kimseler. Kaderci/cebirci anlayış bu kesimleri rahatlatan bir çıkış yolu olarak görülmüştür. Mağdur ve mazlumun önünde iki yol vardır. Ya zulme canı pahasına da olsa karşı çıkmak ya da içinde bulunduğu durumun adını “takdir-i ilahi” koyarak, çektiği acıyı vicdanına mazur göstermek. Zayıf ve mağdur kimse içinde bulunduğu durumu kaderle ilişkilendirince, acıya bir kutsallık kazandırmakta, bu da acısını hafifletmektedir. Bu yüzden cebirci kadercilik, ezilen kitleler için bir mağlubiyet ideolojisidir.
  3.  İlk kelamcılar. İslam fetihleri sonucu karşılaşılan gnostik akımların düalist tanrı inanışlarına karşı kaderci/cebirci anlayışını sığınılacak bir liman olarak buldular.
  4. Geniş cahil yığınlar. Cahiliyye ile irtibatını bir biçimde sürdüren geniş yığınlar, kaderci/cebir ideolojisini bir akide gibi benimsemekte hiç de zorlanmadılar. Geleneksel altyapı buna zaten hazırdı.

 

HASAN EL- BASRİ’NİN ABDÜLMELİK B. MERVAN’A(EMEVİ KRALI)  GÖNDERDİĞİ KADER RİSALESİ MEKTUBU

Hasan  el- Basri kendi dönemindeki en büyük alimlerin başında görülen bir alimdir. Sahabeden sonra en çok sözü itibar edilen insandır. Hatta birçok kişi bu alim için hitabı peygamber hitabına benziyor demiştir. Rivayet doğruysa Aişe validemiz de onun için böyle söylemiştir. Abdülmelik b. Mervan  Hasan el- Basri’ye kader konusundaki düşüncelerini açıklamasını istediği bir tehdit mektubu gönderir. İmam da ona cevap olarak Kader Risalesini kaleme alır. Tabi Mektubun tamamını veremeyeceğim. Dileyenler Mustafa İslamoğlunun Kader Risalesi ve Şerhi adlı eserini okuyabilirler. Orada yazar İmam el- Basri’nin mektubunu Türkçeye tercüme etmiştir. İşte Mektup’dan belli kesimler:
 

Artık ey Mü’minlerin Emiri, Allah’ın kaza ve hükmünü bilmeyenlerin hevaî düşüncelerini bırak da, sana okunan Kitabı anlamaya çalış. Allah buyurdu ki:”İşte yasa budur: Allah bir topluma bahşettiği nimeti, o toplum kendilerinde olanı değiştirmedikçe asla değiştirmez” (EFAL, 53) Şu halde nimetin varedilmesi yüce Allah’tandır, nimetin değişmesi ise, O’nun emrine karşı gelen kullarındandır. Tıpkı Allah’ın “Görmez misin Allah’ın nimetini sınır tanımaz bir nankörlükle değiştirenleri ve toplumlarını tükeniş diyarı olan cehenneme sürükleyenleri” (İBRAHİM, 28) ayetinde buyurduğu gibi, nimet Allah’tan, onu değiştirmek kuldandır…

Yüce Allah buyurdu: “Açık ya da gizli, sizi mahcup edecek bir günaha yaklaşmayın!” (EN’AM,151) Allah’ın yasakladığı Allah’tan değildir. Zira o hoşlanmadığından razı [olmaz] , razı olduğundan da asla hoşnutsuz olmaz. Çünkü yüce Allah der ki: “Eğer küfür ve nankörlük ederseniz, unutmayın ki Allah size asla muhtaç değildir; ama o kulların küfür ve nankörlüğünden razı değildir; fakat şükrederseniz, O sizden razı olur” (ZÜMER, 7) Eğer küfür ve nankörlük Allah’ın kazası ve kaderi olsaydı, onu yapandan Allah razı olurdu. Önce kulunu bir hükme mecbur edip de sonra kulunu mecbur ettiği o hükümden razı olmaması Allah’a yakışmaz. Haksızlık ve zulüm Allah’ın kaza/kaderi değildir…

İşte bu ,ey Mü’minlerin Emiri , Allah’ın konuştuğu kitabıdır; Allah’dan daha güzel sözlü kim olabilir. O, “O (Allah) ki, takdir etti ve hidayet etti” (A’lâ, 3) dedi, fakat “takdir etti ve saptırdı” demedi. Doğrusu Allah kullarına bunu açıklamış ve onları asla ne dinlerinde bir karışıklık, ne de işlerinde bir şüphe içinde  bırakmıştır. Hatta o, “De ki: Eğer ben sapmışsam kendi aleyhime sapmış olurum, yok hidayete ermişsem, Rabbimin bana vahyettikleri sayesinde ermiş olurum” (Sebe, 50) diyerek, hidayeti zatına, sapmayı ise peygamberine atfetmiştir. Ne yani ey Mü’minlerin emiri, sapmanın Muhammed’den olabileceğine razı olursun da, aynı şeyin bizim için olmasına  razı olmaz mısın? Ve yüce Allah “şüphesiz hidayet etmek bize düşer” (Leyl, 12) buyurdu.”Saptırmak bize düşer” buyurmadı. Ve ey Mü’minlerin Emiri, sakın Allah’ın kitabına tepeden bakma. Onun çizgisine gel, onu olmayacak şekilde tevil ederek tahrif etme! Yüce Allah’ın, kullarına bir şeyi görünür de yasaklayıp da, cahil ve gafillerin iddia ettiği gibi, sonra o şeyi gizlice takdir etmesi olacak şey değildir. Eğer durum böyle olsaydı, “Dilediğinizi yapın”(Fussılet, 40) demez, bilakis “Benim sizin için takdir ettiklerimi yapın!” derdi. Yine “Dileyen kimse iman etsin, dileyen kimse de inkar etsin” (Kehf, 29) demez, bilakis “Kimi diledimse o iman etsin, kimi diledimse o inkar etsin” derdi.
Yüce Allah buyuruyor ki: “Allah’ın emri takdir edilmiş bir kaderdir” (Ahzab, 38) Zira O’nun emri kaderdir, kaderi emridir. Zira O hayasızlığı ve kötülüğü emretmez. Allah, böyle diyen topluluğu, şu sözüyle ayıplamıştır:”Bir hayasızlık işlediklerinde derler ki:’Biz babalarımızı bu hal üzere bulduk: demek ki bize bunu Allah emretmiş’ De ki:Allah asla hayasızlığı emretmez: Ne yani, şimdi siz Allah’a bilmediğiniz bir konuda iftira mı atıyorsunuz?” (Araf, 28)

Ey Mü’minlerin Emiri! Yüce Allah’ın “İçinizden öne geçmeyi ve arkada kalmayı dileyen herkes için..” (Müddessir, 37) sözünü düşün! Bu, Allah’ın onlara kudret vermesi sebebiyle ileri giderler ve geri kalırlar demektir. Sonuçta iyilik yapanlar cenneti hak edecek, kötülük yapanlar ise cehennemi hak edecektir. Eğer mesele (İnsanın sorumluluğunu/ irade özgürlüğünü) iptal edenlerin iddia ettikleri gibi olsaydı, onların ileri gitme ve geri kalma imkanı olmayacaktı. Bu durumda ise, ileri giden övülmeyecekti, yapmadığı şeyden dolayı geri kalan da yerilmeyecekti. Zira onların düşüncesine göre bu (ileri gitme ve geri kalma) durumu, ne onların kudretinin eseridir, ne de onlara verilmiş kudretin eseridir. Sadece bu, onlara yaptırılmış bir şeydir. Eğer durum onların sandığı gibi olsaydı, onların cezalarından söz ederken, Alah’ın: “Onlara yaptırılan şeylere bir karşılık olarak” ve “Onlar için önceden yazdığım şeylere bir karşılık olarak” demesi gerekirdi; ama asla “Onların yaptıkları şeylere bir karşılık olarak” (Secde, 17) demezdi.
Sonra Ey Mü’minlerin Emiri! Allah’ın şu sözünde vurguladığı hakikati düşün: “İnsan benliği ve onun yaratılış amacına uygun biçimlenişi şahit olsun! Ve nihayet insan benliğine iyiyi ve kötüyü tanıyıp sorumsuz ve sorumlu davranma yeteneğini yerleştiren (şahit olsun) ki…” (Şems,7-8) Allah ademoğlunun tabiatına, iyiyi kötüden seçip ayırma yeteneğini yerleştirmiş ve şöyle buyurmuştur: “kendini temizleyen kimse kurtulmuş, kendini kirleten kimse ise hüsrana uğramıştır” (Şems,9-10) Eğer onu kirleten Allah olsaydı, hüsranı kuluna nisbet etmezdi.

[Bir de Ey Mü’minlerin Emiri] Allah’ın şu sözünü: “Rabbimiz! Görünen görünmeyen iradeli varlıklardan bizi baştan çıkaranları bize göster; onları ayaklarımızın altına alıp çiğneyelim ki, hepimizin en alçağı olsunlar” (Fussılet, 29) Yine şu da O’nun dediklerindendir: “Biz insanı doğru yola yönelttik; artık ister şükreden biri olur, isterse küfreden biri olur” (İnsan, 3) o diyor ki: Biz insana yolu tarif ettik: o ya şükreder, biz onu ödüllendiririz: ya da inkar eder, Biz onu inkarından dolayı cezalandırırız: “Artık kim şükrederse, kendi lehine şükretmiş olur: kim de nankörlük ederse, iyi bilsin ki Allah kendi kendine yetendir, hamdlerin tümü zatına mahsus olandır” (Lokman, 12)
Çünkü O şöyle buyurur “Elbet doğru yolu göstermek Bize düşer; şüphesiz bu hayat da , öbür hayat da Bizim mülkiyetimizdedir” (Leyl ,12-13 ) Hidayet Allah’tandır, dalalet kullardandır.
Bir de yüce Allah’ın şu sözü üzerinde düşün Ey Mü’minlerin Emiri “Bizi saptıranlar, günaha gömülüp gitmiş olan şu kimselerdi” (Şuara, 99) Ya O’nun şu sözü:”Ve samiri onları saptırdı” (Taha, 85)… Yüce Allah şöyle buyurur: “Semud kavmine gelince… Biz onlara da yol göstermiştik; fakat onlar, doğru yolu görmektense körlüğü tercih ettiler. Sonuçta yapageldikleri şeylere karşılık, onları onur kırıcı azabın yıldırımı çarptı.” (Fussılet,17) İşte, hidayetin başlangıcı yüce Allah’tan, fakat onların körlüğü hak etmeleri, sapık arzularına uymalarından dolayıdır.

Adem’in [yoluna uy]; o rabbine isyan ettiği zaman, “Biz kendimize zulmettik; eğer bizi bağışlamaz ve bize rahmet etmezsen; elbet biz hüsrana uğruyanlardan oluruz” (Araf, 23) demişti. O “Allah’ım, bu senin kaza ve kaderindir” dememişti. Yine Musa’da bir cana kıydığında şöyle demişti: “Bu şeytan’ın amelidir; şüphe yok ki o kişiyi yoldan çıkaran açık bir düşmandır” ve dedi ki: “Rabbim! Ben kendime zulmettim! Benim günahımı bağışla! Sonunda Allah onu bağışladı” (Kasas,  15-16) Musa “Bu şeytandandır” diyor, cahil ise kalkmış “Bu fiil Rahman’dandır” diyor. (Kader Risalesi, Hasan el- BASRİ)


Hasan el- Basri’nin de dediği gibi “Allah’ın kitabından bir delile dayanmayan her görüş bir sapmadır” Bizim tüm inanışarımız rivayet referanslı değil Kur’an referanslı olmalıdır.
 

Görüntülenme 41,749
Yayın 01 Mart 2017
güncellendi

"Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ben 6 yaşında iken benimle evlendi. Medine'ye geldik. Beni'l-Hâris İbnu'l-Hazrec kabîlesine indik. Ben hummaya yakalandım. Saçlarım döküldü. (İyileşince) saçım yine uzadı.  Annem Ummu Rûman, ben arkadaşlarımla salıncakta oynarken, bana geldi, benden ne istediğini bilmeksizin yanına gittim. Elimden tuttu. Evin kapısında beni durdurdu. Evimizde, ensârdan bir grup kadın vardı. "Hayırlı, bereketli olsun!", "Uğurlu mubarek olsun!" diye dualar, tebrikler ettiler.  Annem beni onlara teslim etti. Onlar kılık kıyafetime çeki düzen verdiler. Beni, Rasûlullah (ın gelişinden) başka bir şey şaşırtmadı. Annem beni O'na teslim etti. O gün ben 9 yaşında idim."
(Buhârî, Nikâh 38, 39, 57, 59, 61; Muslim, Nikâh 69, (1422); Ebu Dâvud, Nikâh 34, (2121); Edeb 63, (4933,4934,4935, 4936, 4937); Nesâî, Nikâh 29, (6, 82). Ayrıca Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayın: 15/486.)

Bu rivayet baştan sona yalan ve iftiradır. Yukarıdaki olayda anlatılan olay çocuk gelin olayı değildir, bebek gelin olayıdır. Baştan sona kan donduran bir hikaye ve sadece bir kurgu. Peygamberimizi sübyancı olarak ya da şehvet düşkünü bir pedofil (sübyancı) olarak göstermek ve kendi sapkın arzularını meşrulaştırmak isteyenler tarafından uyduruldu. Biz “böyle bir olayın tarihsel olarak kanıtlayacak bir durum olmadığı gibi aksini gösteren birçok delil olduğunu” söylediğimizde bize “siz  batıya bu durumu açıklama ezikliği içinde olan modernistlersiniz” diyerek bizi kendi tabanlarına hedef göstermeye çalışıyorlar. O  dönem için Arap kültüründe bu normaldi deyip olayı izah ettiklerini sanıyorlar. Evet o zaman yaşayan Araplar için bu normaldi fakat Muhammed peygamber Araplar dahil dünyaya normal gelen yanlışları düzeltmek için gönderilmişti. Eee Allah’a şirk koşmak  Arap kültüründe normaldi peygamber niçin Allah’a şirk koşmadı?  İçki içmek Araplar için normaldi peygamber niçin içki içmeye devam etmedi? Cariye (kadın köle) tutmak hem de sınırsızca tutmak normaldi peygamber niçin hayatı boyunca böyle bir olaya bulaşmadı? 

Bana göre bu yalanı ortaya atan insanlar kendi sübyancılıklarına dini zemin hazırlamaya çalışmışlardır. Küçük kızların ırzına geçip sonra “bunu bize İslam emretti, bakın Muhammed peygamber de aynısını yaptı “ demek istiyorlar. Bugün dünya Müslümanları çok büyük bir hataya imza atıyorlar ve Kur’an’ın dinini terk edip, hadis denilen rivayetlerin peşine takılıyor ve o rivayetleri din olarak kabul ediyorlar. Öyle ki çoğu Müslüman Buhari’nin hadis kitaplarını Kur’an ile eşdeğer görüyor ve orada geçen her hadisi mantık dışı da olsa Kur’an’a aykırı da olsa kabul ediyor. Böylece Kur’an’a  paralel bir kaynak ürettikleri gibi İslam’a paralel bir din de üretmiş oldular. Bazılarının bu rivayete inanmak için gerekçeleri şunlar;

1.  1400 yıl önce bu kadar erken yaşta evlilik yapmak normaldi. Asya’da, Afrika’da ve Avrupa’da birçok örnekleri vardır. Saint Augustine (d.354 M.S) 10 yaşındaki bir kızla evlenmiştir. Kral II. Richard (MS  d.1367) 7 yaşındaki bir kızla evlenmiştir. VIII Henry (d. 1491) 6 yaşındaki bir kadınla evlenmiştir. Amerika’da 1880’de Dalaware Eyaletinde minimum evlenme yaşı 7 idi. Kaliforniya’da 10’du. Sonuç olarak 1880’li yıllarda tüm dünyada ortalama evlilik yaşı 10-12 arasıydı. Günümüzde bile Amerika’nın birçok eyaletinde evlilik yaş sınırı 12-13-14 arasıdır (Tabi ailelerinin izniyle). Fakat bu bahaneyi kullanarak Hz. Muhammed’in 6  yaşındaki bir kızla evlenmesi ve 9 yaşındaki bir çocuk ile cinsel ilişkiye girmesine  normal bakan her Müslüman kusura bakmasın psikoseksüel bir rahatsızlığı vardır ve derhal tedavi olamlıdır. Kur’an Hz. Muhammed için “çünkü sen, muhteşem bir ahlaka sahipsin” (KALEM, 4) diyor . Ama bazı sübyancı Müslümanlar!  kendi sapkınlıklarının önü açılsın diye peygamberi pedofil ilan ediyorlar. Merak ediyorum. Bu rivayeti doğru kabul eden insanlar eğer söylediklerinde samimi iseler kendi kızlarını niçin 6 yaşında evlendirmiyor? Mesela Buhari ve diğer Hadisçiler kendi kızlarını 6 yaşında evlendirmiş mi?

2.  Bir başka bahaneleri ise Arabistan’ın sıcak iklim olması nedeniyle 9 yaşındaki bir kız 18 yaşında bir kız gibi oluyormuş. Ergenliğe de erken giriyormuş. Eğer Aişe validemizin evlilik yaşı o zaman ki insanlar için normal olmasaymış Ebu cehiller bu konu üzerinden peygambere saldırırmış. Saldırdıklarına dair bir kayıt olmadığına göre Mekke müşrikleri bu durumu normal karşılamış. Ama kaçırdıkları bir nokta var. Ebu cehiller bu yüzden peygambere saldırmadıysa peygamberimizin böyle bir şey yapmadığı için olabilir mi?. Sözüm ona kendi kafalarında çok tutarlı açıklamalar yaptıklarını sanan bu güruh Allah Rasulü’ne iftira atmaya devam etsin. Allah yalancılar hakkında hükmünü verecektir.
 

Aişe Validemiz Peygamberle Evlenirken Kaç  Yaşındaydı?

Elbette bu soruya karşılık delillerimizi aşağıda sıralayacağım. Ancak şu bilinmelidir ki Hz. Muhammed , Aişe validemizle  evlendiğinde Aişe validemiz kesinlikle  18 yaşından daha aşağıda değildi. Biz Aişe validemizin yaşını henüz mutlak olarak bilmiyoruz. Çünkü ilk 200 yıl bu konu hiç kimse tarafından kayda geçirilmedi ve önemsenmedi. Çünkü peygamber normal bir evlilik yapmıştı. Belki ilerde bu konuyla ilgili kesin kayıtlara rastlanırsa bu tartışma tamamen sonlanır. Bu iftira Peygamberden yaklaşık  100 yıl sonra  yaşamış insanlar tarafından ortaya atıldı ve dünya toplumlarında çocuk gelin olayı normal karşılandığı için 20.yüzyıla kadar kimse bu rivayeti tartışmadı. 20. yüzyıl Batı Oryantalistleri tarafından tartışmaya açılan bu konu kısa zamanda büyük yankılara sebep oldu. Ama asıl sorun şuydu: İslam'a dolayısıyla Kur'an'a ve Hadislere inanmayan insanlar bir anda hoşlarına giden bu rivayeti hadis olarak kabul edip bu rivayete iman ettiler. Bilim, bilim diye inleyenler ellerinde bilimsel bir kanıt olmadığı için bilime ihanet edip başımıza hadisçi kesildiler. O tür insanların samimiyetini vicdanlarınıza bırakıyorum. Aişe niçin evlendiğinde 6 yaşında olamaz ona bakalım ve çok uzatmadan delillerimizi sunalım:

1.  Hadislerin tamamı peygamberimizin vefatından yaklaşık 130 yıl sonra birkaç sayfa olacak şekilde ve halkın dedikodularından oluşmuştur. Bugün Sünnilerin iman ettiği hadisler ise peygamberimizin vefatından yaklaşık 200 yıl sonra yazılmıştır. İslam tarihi ve siyer dedikleri Muhammed peygamberin hayatı adlı kitaplar ise yine peygamberimizin vefatından bir buçuk asır sonra dedikodulardan derlenerek oluşturulmuştur. Bilimsel hiçbir metodun kullanılmadığı bu eserler bizim için mitolojiden başka bir şey değildir. İslam'a ömrünü adamış Müslümanlar ve bu konuyu detaylı araştırmış Batı ateistleri hadislerin ve İslam tarihi, Muhammed'in hayatı adlı kitapların uydurma bilgilerden başka bir şey olmadığını bilir. Bu yüzden Buhari vs. insanların peygamberden 200 yıl sonra duydukları hikayelerle Aişe'nin evlilik yaşını tespit edemeyiz. Aişe validemiz ile Muhammed peygamberin evlilik yaşı kimse tarafından bilinmiyor. Bunu bilmek için arkeoloji vb. bilimlerden yararlanılmalı o döneme ait kalıntılar, tabletler, kitap sayfaları araştırılmalı, bilimsel metod ve yöntemlerle bilgiye ulaşılmalı.

2.  Buhari'nin dedikoduları kayda alıp Aişe validemizin evlilik yaşını 6 olarak belirlediğinden bile emin değiliz. Çünkü Buhari Sahih dediği kitabının orjinalini bırakın kopyasının kopyası bile ortada yok. Buhari'nin vefatından yaklaşık 500 yıl sonra el-yuğnini denilen bir adam çıkıyor. El-yuğnini Buhari'nin Sahihi adlı bir kitap yazıyor ve bize diyorki alın size Buhari'nin Sahih'i. Yani anlayacağınız Şu an Buhari'ye ait olduğu söylenen hadisler bile Buhari'den 500 yıl sonra yazılmıştır. Yani Muhammed peygamberin vefatından yaklaşık 700 yıl sonra. Gördüğünüz gibi hadis ilmi ve hadislere dayanarak yazılan Peygamberin hayatı adlı kitaplar tamamen kurgu ve masallara dayanır. Bu kaynalara  bakarak Aişe'nin evlilik yaşı asla tespit edilemez. Yıllardır yaptığım araştırmalar bana şunu gösterdi. Hiç kimse Muhammed peygamber döneminde ne oldu bilmiyor. Sadece onun ölümünden asırlar sonra onun hakkında ortada dolaşan hikayeler, dedikodular, iftira ve yalanlar derlenmiş ve adına siyer (Muhammed'in Hayatı) demişler İslam Tarihi demişler, Hadis demişler.

3.  Eğer hadis denilen rivayetleri ve bu rivayetlere dayanan tarihi kaynakları delil kabul ediyorsanız bu kaynaklar bir konuda net bir bilgi verir bize. O da Aişe validemizin Hz. Muhammed ile evlenmeden önce Mut’im İbn Adiyy’in oğlu Cübeyr ibn Mut’im ile nişanlı olmasıydı. Ebubekir  islamı seçince Mut’im ibn Adiyy Müslüman birinin kızını almak  istemedi ve nişanı bozdu. Bu nişan bozulduktan yıllar sonra Aişe validemiz Hz. Muhammed ile evlendi. Şimdi biz bu tarihi notlardan çok önemli bir bilgiyi öğrenmiş olduk. Aişe validemiz peygamberimizle evlenmeden  yıllar önce evlilik çağındaydı.

Peki, Buhari ve diğerlerinin bu sahte rivayetini baz alarak bu konuyu tekrar inceleyelim. Rivayete göre Aişe validemiz 6 yaşında Hz. Muhammed ile evlendi. Hadi Aişe 5 yaşındayken Cübeyr ibn Mut’im’in nişanı bozduğunu varsayalım. O halde Aişe validemiz Cübeyr ile 3 ya da 4 yaşında mı nişanlandı? Bunu hangi akıl izah edebilir? Sadece bu tarihi rivayet bile bu rivayetin hiçbir mantıki izahının olmadığını kanıtlamaya yeter de artar. Eğer hadisleri kabul ediyorsanız bu rivayete ne diyorsunuz?

4.  Bir başka görüşte şudur:  Bazı Arap kabileleri diri diri kız çocuklarını toprağa gömerlerdi. Bakın hepsi değil. Bu yüzden bunu yapan aileler genel itibari ile kız çocuklarının yaşlarını tutmazlardı. Toplumun tüm kınamasına rağmen kızlarını gömmeyip onları büyütenler, çocukları buluğa erdiklerinde yaşlarını hesaplamaya başlarlardı. Buhari'nin 6 yaş rivayetine inananların kabul ettiği yine başka rivayetlere göre cahiliyye Arapları kız çocuklarını bebekken değil buluğ  çağına erince gömerlerdi. Gömmeyenler kızının yaşı olarak buluğ çağını sıfır kabul ederek hesaplarlardı. Örneğin kızını 8 yaşında diri diri gömmek isteyen bir baba bu kararından vazgeçerse kızının o yılki yaşını sıfır kabul ediyor bir sonraki sene kızı  9 yaşına  geldiğinde onu 1 yaşında kabul ediyordu. Ve bu böyle devam ediyordu. Yani Cahiliyye Arapları için bir kızın yaşı 9 ise o kız yaklaşık 17- 18 yaşlarında oluyordu.

Tabi bu rivayetler de Buhari'nin Aişe 6 yaşında evlendi rivayeti kadar uydurmadır ama biz doğruymuş gibi yaklaşalım. Çünkü Ebubekir gibi zengin ve elit ailelerin kızlarını gömmediğini yine biz bu rivayetlerden biliyoruz. Dediğim gibi her aile kızlarını gömmüyordu ki bu yöntem uygulansın. Aişe için bu metod uygulanmamış olabilir. O yüzden bu bilgi de bizi kesin bir kanaate ulaştırmaz.

5.  Eğer Buhari'nin rivayetlerini kaynak alıyorsanız yine rivayete dayalı birçok tarihi kaynak Aişe validemiz ile ablası Esma arasındaki yaş farkının 10 olduğunu ifade ediyorlar. (Nevevi,Tehzib'ül-Esma 2/597,Hakim, Müstedrek 3/635) Hicretin 73. yılında 100 yaşında vefat etmiş olan Esma hicret sırasında yaklaşık 28 yaşlarında idi. Onun, Aişe validemizden de 10 yaş büyük olduğu da bilindiğine göre, Aişe validemizde  hicret sırasında 18 yaşlarında olduğu açıkça görülür. (Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı, Ali Himmet BERKİ, Osman KESKİNOĞLU, s:210)  Aişe validemiz Hicretten yaklaşık 1 yıl sonra evlendiği de bilindiğine göre Aişe validemiz Hz . Muhammed ile evlendiğinde yaklaşık 19 yaşındaydı. Elbette dediğim gibi Buhari'nin 6 yaş rivayeti ne kadar sağlamsa bunlar da o kadar sağlam. Bu da sadece rivayetlerden oluştuğu için güvenilmezdir. Esma'nın yaşını da Aişe olan yaş farkını da rivayetlere bakarak belirleyemeyiz. Bizim kabul edeceğimiz şey bilimsel kanıtlar olabilir.

6.  Bu konuda farklı bir görüş daha var. Araplar yaşı söylerken ilk rakamı telafuz etmezlerdi. Bunun birçok örneği var. Mesela 19 yaşındaki bir erkek ya da kız çocuğunun yaşını soranlara ailesi "o, dokuz yaşında" derlerdi. Çocuğa bakan kişi onun 9 mu 19 mu 29 mu olduğunu anlardı. Arap kültüründe böyle bir olgudan bahsediliyor. Buna Hazif Üslubu, ya da mantığı denir. Hazif Üslubu bazı harfleri kullanmadan gerçekleştirilen söz sanatıdır. Örnek vereyim: Arapça’da “Besmele” diye bir kelime yoktur. Arapça’ya göre anlamlı bir kelimede değildir. Aslında besmele kelimesi “Bismillahirahmanirahim” cümlesinin içindeki belirgin harfleri seçerek oluşturulmuş bir isimdir. Başka bir örnek verelim. Havkale kelimesi. Aslında Arapçada böyle bir isim yoktur.  Bu kelime La Havle Vela Kuvvete İlla Billah’ın adıdır. Cümlenin belirgin sesleri alınarak uydurma bir isim yapılmıştır. (Mustafa İslamoğlu) Arapça’daki Hazif kültürünü araştırabilirsiniz. Tabi bu da olayı açıklamaktan çok uzak.

7.  Muhammed peygamber Buhari'ye ait olduğu söylenen rivayetlere bakılarak  eğer bir pedofil olduğunu söylüyorsak aynı kaynaklar Muhammed peygamberin gençliğinin en güzel yıllarını kendinden 15 yaş daha büyük Hatice ile geçirmesini nasıl izah ediyor? Hatice vefat edinceye kadar Muhammed peygamber tek eşli ve eşi ile sakin bir hayatı var. Ne oldu da yaklaşık 53 yaşına kadar hiçbir sapkınlığı olmayan bu adam Hatice öldükten sonra pedofil ve sapık ilan edildi? Siz pedofil birinin kendisinden 15 yaş büyük bir kadınla o kadın vefat edinceye kadar sakin bir hayat süreceğini mi iddia ediyorsunuz? Niçin genlik çağında 6 yaşındaki bir çocuk ile evlenme fırsatı varken bunu yapmadı? Sonuçta aynı rivayetler bunun o toplumda normal karşılandığını yazıyor.
 
Bu konuyu Müslümanların tekrar düşünmesi gerekir. Kendi peygamberini  pedofili hastası olarak tanıtan rivayet kültüründen uzaklaşmalı herkes. Bu rivayetler olmasa Kur’an anlaşılmaz diyenlere sesleniyorum inanın bu rivayetler olmasa İslam pınarı bu kadar bulanık akmayacak tüm dünaydaki Müslüman oranı bugün olduğunun iki katı olacaktı. Rivayetin dinimizde oluşturduğu kirleri temizlemekten Müslüman olmayanlara islam’ı anlatacak vakit bulamıyoruz.Şundan emin olunki hangi kaynağı araştırırsanız araştırın Muhammed peygamber dönemi tamamen karanlık. Çünkü o dönem yazı kültürü gelişmemiş ve o dönem kayıt altına alınmamıştır. Belki de Muhammed peygamber Kur'an kadar kutsal kabul edilir endişesi ile buna izin vermedi. Muhammed peygamber döneminde ne oldu Aişe'nin yaşı, Hatice'nin yaşı, evlilikler bunların hiçbirini bilmiyoruz. Peygamberden 700 yıl sonra yazılmış ve Buhari'nin olduğu iddia edilen bir kitabı referans göstererek Muhammed pedofildi demek kadar ciddiyetsiz bir yaklaşım olabilir mi? Bu ben sana iftira atacağım alakalı alakasız bir kaynak arıyorum mantığı değil midir?
 

Hz. Muhammed  şehvet düşkünü bir pedofil midir?

Elbette ki hayır. Bunu destekleyen tek bir kanıt bile yok. Rivayet  var ya diyenleri duyar gibiyim. Ne Aişe validemiz ne de Rasulullah’ı görmemiş insanların 200 yıl sonra yazdıklarına göre mi gideceğiz. Ateist çevreler peygamberimizden 200 yıl sonra yazılmış hadis kitaplarını referans alıyorlar. Burada yaptıkları tavrı bir türlü anlamıyorum. Peygamberden 200 yıl sonra yaşamış ve onu hiç görmemiş kesimlere inanmayı seçiyorlar. Ateizm bu noktada bir inanca dönüştü. Adına hadis dedikleri rivayetleri kendilerine kaynak olarak seçiyorlar. Düşünsenize bir ateistin gidip hadis denilen rivayetleri ezberleyip bana Buhari hadislerini kaynak göstermesine akıl sır erdiremiyorum. Samimi bir ateist Kur’an’a inanmıyorsa nasıl olur da hadis edebiyatına inanır? Madem hadis inancı içeriyor o zaman niçin geri kalan hadislere de inanıp islamı seçmiyor? Hani bilimsel olmayan kaynaklar kabul edilmezdi?

Eğer peygamberimiz pedofil  olsaydı niçin peygamberimiz 25 yaşında şehvet arzusunun en sağlam olduğu yıllarda kalkıp iki evlilik yapmış ve bu evliliklerden iki çocuğu olan bazı rivayetlerde üç çocuğu olan 40 yaşındaki bir dul kadınla evlendi? O rivayeti kabul ediyorsanız bu rivayetleri de kabul etmeniz gerekir. Tutarlılık bunu gerektirir. Hatice bint-i Hüveylid ile evlenmek yerine gidip 6 yaşında bir kız neden almadı? Çünkü iddia edildiği gibi peygamberimiz hiçbir zaman 9 yaşındaki bir kıza o gözle bakmadı. O hiçbir zaman bir pedofil olmadı. Ayrıca şehvet düşkünü olsa kendi dönemindeki erkeklerin  yaptığını yapıp 5,7,9,11,13 hatta 15 kadınla evlenebilirdi. Ya da bir çok cariye tutabilirdi. Sonuçta henüz Allah onu İslam ile tanıştırmamıştı. Bu tür bir hareket  o dönemde sık sık yapılan normal bir kültürdü. Eğer gerçekten denildiği gibi o dönemde 6 yaşındaki bir kızla evlenmek normalse peygamber niçin gençliğinde şehvetinin doruklarında 6 yaşındaki çocuklarla evlilik yapmıyor? Nasıl kendisinden 15 yaş büyük birine 25 yıl sadık kalıyor? 

Peygamberin yaşadığı toplum poligami (çok eşlilik) yapısını normal karşılarken monogamiyi (tek eşliliği) garipseyen bir toplumdu. Aynı rivayetlere göre Hz. Muhammed , Hatice validemiz ölünceye kadar yaklaşık 25 küsür yıl tek eşliliği tercih etti. Hatta Hatice vefat ettikten sonra bile 2,5 yıl peygamberimiz başka evlilik yapmadı. İçindeki acının hafiflemesi için kendine zaman tanıdı. Mekke’yi fethettiği zaman da  çadırını Hatice’nin mezarının hemen yanı başına yerleştirdiği rivayet ediliyor. Aynı rivayetlere göre Peygamberimiz, Hatice'nin ölümünden sonra, Havla bint-i Hakim'in tavsiyesiyle Sevde bint-i  Zem’a ile evlendi. Sevde validemiz  Rasulullah  ile evlendiğinde 50-55 arası yaşlarında ve 5 çocuklu bir duldu. Yani bir pedofile göre yine aşırı yaşlı biriyle evlenmiş olmadı mı? Pedofil hastası birinin yapacağı bir tavır mı bu?

Bazı işi sulandırmaya çalışan çevreler ise diyor ki "varsayalım ki 19 yaşındaydı yine çok büyük bir sapkınlık olur, Muhammed 53 yaşındaydı". Bu tür insanları ciddiye bile almanın bir gereği yoktur. Zaten Aişe validemizin Peygamberimizle evlendiğinde 19 yaşında olduğunu düşünmüyorum. Belki 30 yaşındaydı belki 40 bunu bilemeyiz diyorum. Çünkü elimizde o dönem bunu kayda alan bir papirus kağıdı vs. bilimsel materyal yok. Ben Aişe'nin 19'dan çok daha ileri yaşlarda olduğunu düşünsem de bu iddianın doğru olduğunu varsayalım. Bugün Türkiye'de iş adamları, zenginler, bazı sanatçılar 50,60 yaşında olmalarına rağmen 19 yaşlarında kadınlarla sevgili oluyor, evleniyor ve bu topluma normal geliyor. Ancak Muhammed peygamberde ise normal durmuyor öyle mi?

Tüm dünyada bugün bile evlilik yaşı 12 ,14,16 olan ülkeler var. 1920'de yeni kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinde bile Mustafa Kemal, nüfus politikası gereği evlilik yaşını 15 olarak belirlemişti. Kaldı ki 19 yaşında (olduğunu varsayalım) reşit olmuş bir bayan olan Aişe dilediğiyle evlenebilme özgürlüğüne sahipti. Bugün yaşı 18 bile olmayan milyonlarca kız 60 yaşına merdiven dayamış Brad Pitt ile evlenmek için can atıyor ve bunu normal görüyorken. İşin daha da ilginci bugün dünya üzerindeki yüzbinlerce kız çocuğu belki daha fazlası 18 yaşına ulaşmadan önce cinsel ilişkiyi yaşamış oluyor. Bunu normal gören çevreler 19 yaşında kendi iradesiyle seçim yapmış bir kadının seçimini hatalı buluyorlar.

Reşit olmamış bir kız çocuğunun erkek arkadaşıyla cinsel ilişkiye girmesi onun demokratik hakkı olurken ve bunda zerre anormallik görmeyen bu  kesimin o kız çocuğu evlenmeye kaltığında kıyameti koparıyor olması iki yüzlülüktür. Bu kesim peygamberimizi karalamak için ayırdığı o değerli vaktini gidip reşit olmadığı halde  cinsel ilişkiye giren kız çocuklarımızı ve erkek çocuklarımızı aydınlatmaya harcasalar toplum için daha yararlı olur. Bazı kesimlere tavsiyem Hz. Muhammed'e olan kinlerinin onları mantık dışı söylemlere çekmelerine izin vermemeliler. Nefret ettikleri bir insan bile olsa bu kadar kolay iftira atmamalılar. Onu eleştireceklerse bile yaptıkları için eleştirmeliler yapmadıkları için değil.
 

Sübyancılık Ateizm İçin Bir Sorun Mudur?

Tabii ki hayır. Herhengi bir Tanrı inanışı dolayısıyla din inanışı olmayan  bazı (hepsini kastetmiyorum) ateist çevrelerin 6 yaşında olduğu iddia edilen Aişe'nin 53 yaşındaki Muhammed peygamberle evliliğini de sapkınca bulmalarına akıl erdirmek çok zor. Çünkü bu tür şeylerin ahlaken yanlış olduğu bilgisini bize dinler verir. Eğer bir insan ateist ise dünyanın en ünlü ateist felsefecilerinden biri olan Bertrand Russell'ın dediği gibi ahlak kurallarını da reddetmiş olur. Çünkü bize ensest ilişkiden tutun da bir çocukla evlenmenin yani sübyancılığın yanlış olduğunu söyleyen dinlerdir. Bu konuda kaynak dinlerdir. Ama bir insan ateist ise sübyancılığın yanlış olduğunu neye göre belirliyor? Kaynağı nedir? Tanrı'nın olmadığını söyleyen insanlar, Tanrı'nın iyi ve kötü dediği kavramlar üzerinden bir yorum geliştiriyorlar. İyi ve kötüyü biz Tanrı'dan öğreniyoruz. Peki bir ateist kötüyü kimden öğreniyor? Yani referansı nedir? Dediklerimi biraz daha somutlaştırmak istiyorum. Bu yüzden ateist filozof  Bertrand Russell'ın şu söylemlerini dikkatle düşünün:

1. Birşeyin iyi veya kötü olduğunu delillendiremeyiz.
2. Diktatörlerin yaptığı katliamların yanlış olduğuna dair kanıtımız yok
3. Evlilikte sadakat çağdışı ve yanlış.
4. Geleneksel ahlakın tüm sınırlamaları anlamsızdır.
5. Eşlerin birbirini aldatması boşanma sebebi değildir ve normaldir.(Bertrand Russell)

Bertrand Russell çok samimi açıklamalarda bulunuyor. Kendisi samimi bir ateistin yapması gereken tavrı ele alıyor. Din olmadığı zaman yukarıdaki maddelerdeki gibi düşünmemiz gerekir. Hatta ensest ilişkinin yanlış olduğunu bile dinler bize öğretir. Bunlar dinlerin ahlak anlayışında mevcuttur. Mesela Hz. Muhammed'in pedofil olup olmadığını başka bir inancın mensupları sorgulayabilir bu gayet doğaldır. Ancak bir ateist'in sorgulaması çok anlamsızdır. Çünkü herhangi bir kaynağa dayandırmadığı için sübyancılık onlara göre kötü bir şey olamaz. Sübyancılığın kötü bir şey olduğunu söyleyen dinlerdir. Ateistlerin Tanrı'yı reddedip ama Tanrı'nın jargonlarıyla konuşmaları mantıksızdır. Tanrı'nın kendisini reddedip Tanrı'nın ahlak anlayışıyla olayları değerlendirmeleri inançlarında samimi olmadıklarını gösterir. Bir an için bir ateist gibi düşünelim. Herhangi bir Tanrı ve onun gönderdiği ahlak kuralları yok. Sübyancılığın, diktatörlüğün kötü olduğu kanaatine nasıl varacağız? Ya da ensest ilişkiyi kötü yapan ne? Hepimiz rastgele evren tarafından oluşturulduk ve diğer dünya yok. İstediğim hazzı yaşamama neden sınır koyayım? Bertrand'ın yukarda saydığı gibi doğanın kanunları işler , Tanrı'nın değil. Mesela bir diktatör katliam yaptığında güçlünün zayıfı ezmesi olarak görmekten doğal ne olabilir? Zayıf olan elenecek bu kadar basit. Ya da eşlerimize niçin sadık olalım ki? Bir ilahi ahlak anlayışım olmadığından eşime sadık olmamın doğru olacağını kim söylüyor? Toparlarsak ateist bir insan için geleneksel ahlak sınırlamalarının tamamı ilkel ve anlamsızdır. Sübyancılığın da yanlış olduğuna dair bir delilimiz olmaz.

Bu sözlerime baktığınızda ateistler ahlaksızdır, pedofildir vs. şeklinde algılamayın. Ateistler de ahlak anlayışına sahiptir. Onlar da hangi kültürde yaşıyorsa o kültürün ahlak anlayışını sahipleniyor. Benim vurguladığım şu: Evren tarafından rastlantısal şekilde bir defaya mahsus var olduysam niçin dinlerin ahlak anlayışı ile kendi hazlarımızı sınırlayalım? Kaldı ki ateistler bu noktada tutarsız hareket etmektedir. Çünkü pedofilliği reddeden İslam ahlakını sahiplenip Muhammed pedofildir, bu yanlış demeleri tutarsız bir davranıştır. Çünkü karşı oldukları dinin ahlak kuralını doğru kabul edip o dine karşı çıkıyorlar. Tutarlı davranış şu olurdu: Madem İslam safsata onun sübyancılığı reddeden ahlaki ilkeleri de safsata bu yüzden Muhammed denen şahsın yaptığı sübyancılık yanlış bir şey değil.

Sonuç olarak dinden bağımsız bir ahlak anlayışından söz edemeyiz. Şahsi kanaatimce ateistler bu tür bilimsel olmayan ve onlara da bir faydası olmayan saldırganlıklardan vazgeçmeli ve dünyayı nasıl daha iyi bir yer haline getirebiliriz? problemine karşı hayata dair bir sunumları ve katkıları olmalı. Aişen'in evlilik yaşından daha ciddi ve önemli bir milyon problemi var insanoğlunun. Şu an ne Müslüman topluluğu ne başka inancın mesupları ne de ateistler yaşadığımız dünyaya katkı sunma gibi bir dertleri var. Hiçbiri yaşadığımız bu dünyayı daha güzel bir yere dönüştürme kaygısı taşımıyor. Hem ateistler hem inanç mesubu tüm dinler birbirini parçalamayla o kadar meşgul ki, yaşadığımız an'ın çirkinliklerini düzeltmek hiçbirinin aklına gelmiyor.
 

Görüntülenme 3,530
Yayın 05 Mart 2017
güncellendi


“Levlâke Levâk lemâ halâktü’l-eflâk:Sen olmasaydın, olmasaydın sen; bu alemi kesinlikle yaratmazdım ben!” (KEŞFÜ’L  HAFA- ACLUNİ)

 
Hadisi Kutsi denilen bu sözün ilk geçtiği eser Acluni’nin Keşfü’l hafa adlı eseridir. Şimdi bu rivayeti incelemeden önce kısaca bunu kitabına alma gereği duyan Acluni’nin kim olduğuna değinelim.

Tam adı 'Ebü’l Fida İsmail b. Muhammed b. Abdilhadi b. Abdulgani el-Cerrahî el-Aclûnî' olan alim 1676'da  (h.1087),Amman 'ın yakınlarındaki irbit şehrinin güneyindeki Aclun’da  doğmuştur. İsmini doğduğu şehirden almıştır. Eğitim almak için 13 yaşında Şam’a gitti. Oradan 1706 yılında İstanbul’a gitti. Bir sene sonra da  Osmanlı Devleti tarafından Şam Emevi Camii müderrisliğine( öğretmenliğine) tayin edildi. 1749’da (h.1162) Şam'da vefat etmiştir. Bu bilgileri Acluni'nin peygamberimizden yaklaşık 1077 yıl sonra bu dünyaya merhaba dediğini görmeniz için verdim.

Çoğu hadis otoritesi tarafından zayıf olarak bile görülmemiş, doğrudan  mevzu (uydurma) hadis kategorisine alınmıştır. Acluni Keşfü’l Hafa adlı eserinde  bu söz için "Sâgani Uydurmadır" dedi notunu düşüyor. Radıyyüddin Hasen Sağani, Hanefî fıkıh, hadîs ve lügat âlimidir. Miladi 1181'de doğmuş ve miladi 1252'de vefat etmiştir. Yani bu uydurma rivayet  peygamberin vefatından yaklaşık 500 yıl sonra bile itibar görmemiş ve hiçbir hadis külliyatına girememiştir. Daha da ilginci Acluni kendi görüşünü de şöyle özetler “Ben diyorum ki: öyle ama, hadis olmasa da anlamı sahihtir.” Günümüzde bunu hadis olarak gören birçok hoca!  Acluni’nin mantık devrelerini yakan  söylemine sarılıyorlar: Hadis olmayabilir ama anlamı, manası sahihtir. Peki asıl soru şu: Hangi kaynağa göre anlamı sahih? Mananın sahih olduğuna dair Kur’an’dan bir delilleri var mı?  Elbette ki hayır. Sadece öyle inanmak istedikleri için. Manası sahih demekle şunu belirtmek istiyorlar:”Tamam uydurulmuş olabilir ancak peygamberimizi yücelten bir söz olduğu için bir sorun yok. Kötü bir söz değil sonuçta” Madem öyle ! Peygamber hakkında uydurulan hadislerin yüzde doksan dokuzu da kötü bir söz değil ki. O zaman hepsini kabul edelim. Bazılarınız ise bu yaklaşımı peygambere duyulan sevginin somutlaşmış hali olarak görebilir. Bu durumda  eğer aşırı yüceltme sevginin ifadesi sayılıyorsa, Hz.İsa’yı “Tanrı”  ya da “Tanrı’nın oğlu” olarak kabul edenleri mazur görmek gerekmez mi?
 
Aslında bu rivayeti çürütmeye tek bir ayet (Zariyat 56) yeter.
 

“Ben görünür-görünmez, bilinir-bilinmez tüm iradeli varlıkları sadece Bana kulluk etsinler diye yarattım ” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- ZARİYAT,56)

Kur’an, insanlar dahil tüm iradeli varlıkların Allah’a kulluk etmeleri için yaratıldığını açıkca belirtirken birileri kalkıp Hz. Muhammed’in yüzü, suyu hürmetine yaratıldığı yalanına sarılıyorsa dinini Kur’an’dan değil Acluni ve türevlerinden öğreniyordur.
 
Peygamber’den yaklaşık olarak 190 yıl sonra yazılan hadis kitapları bile yüzde doksan oranında şaibeli iken Hz. Muhammed’in vefatından yaklaşık 1077 yıl sonra doğan bir insanın hadis dediği bir söze inanmamızı bekleyecek  kadar dirayet yoksunu kesimler var. Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn Hanbel ve diğer hadis otoritelerinin bile itibar etmediği belki de hiç duymadığı bu söz miladi 18. yüzyılda ortaya çıkıyor ve insanlar buna itibar ediyor.  Kaldı ki Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn Hanbel ve diğer hadis kitabı derleyicilerinin kitaplarında bile Kur’an ile çelişen uydurma hadisler mevcuttur.

Bu sözün yani alemlerin bir kişi için yaratıldığı inancı aslında Hristiyanlığa ait bir inançtır. Müslümanlar bu hadisi uydururken Hristiyanlığa özenmiş ve mesihiyat kaynaklarını baz almış olmalılar. Gedik Paşa Kilisesi Pastörü Kirkor Abaloğlu’nun şu konuşmasına dikkat edin:
 

“Yani İsa mesih’in yüzü- suyu hürmetine bugün dünya ayakta duruyor. Bugün sen yaşıyorsan varlığını İsa mesih’e borçlusun”  

 

Peki, Bu sözün ne gibi sakıncası olabilir ki?

 

1.  İlk olarak Kur’an’da bize tanıtılan Muhammed ile çelişir. Kur’an Hz. Muhammed’i insanlık ailesinin bir ferdi olarak görür ve Müslümanların onu insanüstü bir makama çıkarmalarını engellemeye çalışır.  Kur'an'da  “(Ey Peygamber!) De ki: Ben de yalnızca sizin gibi ölümlü bir insanım.” (FUSSİLET, 6) Yine Kur’an; “De ki: Elbet ben de sizin gibi ölümlü bir insanım” (KEHF, 110) diyerek  Hz. Muhammed’e insanlara kendisinin de bir insan olduğu gerçeğini hatırlatmasını istiyor. İki farklı ayette de aynı konu işlenmesi konunun önemini gösterir. Çünkü “Peygamber İsa” zamanla yol kazasına uğramış “Tanrı İsa’ya” dönüşmüştü. Aynı kazanın bu ümmetin başına gelmesi de çok uzun sürmeyecekti. Acluni vb.. birçok insan aynı ululaştırma yöntemini Rasulullah’a uygulayacak ve evrenin bir tek insan için yaratıldığını söyleyecek kadar şizofrenik bir tutuma gireceklerdi. Tabii işin arka planında  insanın kendisini “Allah’ın gözdesi “ ilan etme arzusu var. Evrenin kendisi için yaratıldığı duygusu bazı ego açlığı çekenlere ilaç  gibi geliyor olmalı. Kur’an peygamberimizi sadece insan olarak görülmesini dahi yeterli bulmaz ve Bakara suresi’nin 136’ıncı ve 285’inci ayetlerini sıralayarak Hz. Muhammed’in diğer peygamberlerden bile üstün tutulmasının yanlışlığına vurgu yapar.
 

“Deyiniz ki: Biz Allah’a inanırız; bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve onların (iman) soyundan gelen (peygamberlere) indirilenlere; Musa’ya ve İsa’ya indirilene; yani tüm nebilere Rablerinden indirilene inanırız; onların arasından hiçbirini ayırt etmeyiz; zira biz sadece O’na teslim olanlarız.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA, 136)

“Rasul Rabbinden kendine indirilene önce kendisi iman etti, sonra da mü’minler. Hepsi Allah’a, meleklerine, mesajlarına ve elçilerine inandılar: O’nun elçilerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız. İşittik ve itaat ettik; bağışlamanı dileriz ey Rabbimiz: zira varış sanadır! dediler.”  (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA, 285)

Yukarıdaki ayetlerde Allah Müslümanlara sesleniyor ve peygamberler arasında ayrım yapmayın diyor. At yarıştırır gibi peygamber yarıştırmayın. "Var mısın iddiasına?" söylemleriyle üstünlük iddialarına girmeyin ve peygamber ırkçılığı yapmayın diyor.
 
2.  İkinci olarak bu rivayete inanırsak Allah’a acziyet izafe etmiş oluruz. Allah’ı sınırlamış oluruz. Çünkü Allah şartlara mahkum ve mecbur bir varlık değildir. Alemleri yaratması için Hz. Muhammed gibi bir koşula ihtiyacı yoktur. Allah’ın herhangi bir koşul ve şarta mahkum olduğunu söyleyen biri Allah’a iftira etmiş olur.
 
3.  Son olarak bu rivayete inanırsak Allah’ın Hz. Muhammed’i yerleştirdiği konumu ve verdiği kıymeti az bulduğumuzu ilan etmiş oluruz. Allah zaten Hz. Muhammed’i  bu ümmete önder kılarak ona verdiği kıymeti göstermiştir. Bizim Allah’ın Hz. Muhammed’e verdiği kıymeti yeterli bulmayıp daha fazla kıymet ilave etmek istememiz Allah’a karşı saygısızlık değil midir? Bu rivayete inanan biri şu söylemi dillendirmektedir “Allah’ım sen peygamberimizi  yeterince yüceltemedin, onu hak ettiği üstünlüğe çıkaramadın. Bu yüzden gel de ona hak ettiği kıymeti ver de tüm alem onun için yaratıldığı fikrini benimse.” Yani bu tür insanlar Allah’a dinini öğretmeye çalışır.

 
Allah bu uydurma hadislerden beridir. Bu rivayetteki manaya göre Hz. Muhammed hariç hiçbir peygamber ve insanın Allah’ın gözünde beş para değeri yoktur. Bu Kur’an’daki Allah ile bağlantısız bir Allah modelidir. Bu sözü kendisinden olanı (kendi peygamberini) yüceltme isteği olan bir ırkçı tarafından söylendiği çok açıktır.
 
Sonuç olarak Allah  ısrarla “son peygamber” ifadesindeki “son” kelimesine vurgu yaparken birileri kalkıp ilk insan olduğunu ispat etmeye çalışıyor. Ayrıca En'am suresinde bazı peygamberlerin ismi sayıldıktan hemen sonra En’am 90’da peygamberimize hitaben diğer paygamberlerin izinden gitmesi, onların rehberliğini takip etmesi istenmektedir. Eğer Alemler onun için yaratıldıysa o takip eden değil takip edilen olmalı değil miydi?
 

“İşte şu Allah’ın doğru yolu gösterdiği insanları… O halde sen de onların rehberliğine uy! (Ve) de ki: Sizden bunun için bir karşılık beklemiyorum. Unutmayın ki o, bütün insanlığa bir öğütten ibarettir!”(HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- EN’AM, 90)

Kur’an’da  Nahl suresi 123’üncü ayetinde Peygamberimize İbrahim’in dinine uyması emredilir.
 

“Ve sonuç olarak sana, Yalan ve sahtelik taşıyan her şeyden sakınan ve hiçbir şekilde Allah’tan başkalarına tanrılık yakıştırmayan İbrahim’in dinine uy! diye vahyettik” (MUHAMMED ESED MEALİ- NAHL, 123)

Şu halde illa alemler biri için yaratılacaksa bu İbrahim peygamber olmalıydı. Çünkü Hz. Muhammed’ten İbrahim peygamber’e tabi olması isteniyor. Kafası birini üstün kılma arzusuyla çalışan birine göre İbrahim, peygamberimizden üstündür. Bunun kanıtı Nahl 123’tür. Çünkü kim takip edilense o daha üst bir makamdadır. Halbuki Allah bu ayetlerle Rasulullah'a kendinden önceki peygamberlerin tecrübesinden yararlanmasını ve kendisinden önce gelen elçilerin adımını takip etmesini ve onların manevi mirasını sahiplenmesini öğütlüyor. Çünkü Allah Bakara 136'da ve Bakara 285'te peygamberler arasında bir üstünlük farkı algısının yanlış olduğunu açıkça bize anlatmıştır. Bugün alemler Muhammed için yaratıldı diyenler İbrahim’in ümmeti olsalardı bu sefer  bu ayeti delil gösterip en üstün peygamber’in İbrahim peygamber olduğunu ve alemlerin İbrahim peygamber için yaratıldığını iddia edeceklerdi. Ya da Hristiyan olsalardı İsa peygamber için Yahudi olsalar Musa peygamber için söyleyeceklerdi. Irkçı akıl tarihler ve mekanlar üstüdür. Hep aynı çalışır.

 

Görüntülenme 2,161
Yayın 07 Mart 2017
güncellendi

Eski ateizm olarak belirttiğim tanım tamamiyle samimi olan ateistler için kullandığım bir tabirdir. Aksi halde eski ateistlerden Tanrıdan nefret edenler, dinlerle alay edenler, dinleri kötülüğün kaynağı olarak lanse edenler ve bilimle alakası olmayan ya da dinleri yok etmek isteyen ateistleri kapsamamaktadır. Onlar her daim neo ateistler gibi radikal dinsizlerdi. Ateizm'in ilk çıkış noktası bilimseverlerlikti. Bilime hayran olan, bilime tutkun olan insanların ortak noktasıydı. Fakat dünya’yı daha modern daha iyi yapma iddiasında bulunan her grup gibi ateizm de yozlaşmaya, hedeflerini kinlere göre belirlemeye başladı. Yani radikal bir inanca dönüşmeye başladı. İnanca dönüşen bu yeni inancın adı Neo-ateizm. Ya da bazılarının dediği gibi yeni ateizm. Bu ateizm 19. yy ile 20. yüzyıl arasında peydah oldu. Bunların eski ateistlerden farklı bir amacı var: Dinleri sonsuza dek yok etmek. Öfkeliler, saldırganlar ve saygıdan yoksunlar. Fransız ihtilali sırasında Tanrı’yı Kilisede öldürdük diyen eski ateistlere nazaran neo- ateistler Tanrı’yı laboratuarda öldürmeye çalışmaktalar. Richard Dawkins neo ateizm denilen yeni ateizm akımının bu yüzyıldaki rehberliğini ve liderliğini yürütmektedir. Kendisi, biyolog ve yazardır.

Bu yeni ateistlerin bir sorunu var. Çoğu dinin, mesupları tarafından düşürüldüğü tuzağa düştüler ve radikalleşme ile yozlaşmanın Tanrısız ayağını temsil etmeye başladılar. Kilisenin skolastik fikir zincirlerine karşı çıktıkları çağda  nasıl güzel bir dünya oluşturabiliriz kaygısı taşıyan eski ateistlerin yerine dinlere savaş açmış, inançları baskı altına almaya çalışan bir zorbalığa doğru evrildiler. Tabiri caizse ilk önce inanca dönüştüler sonra da Tanrı’ya karşı cihat başlattılar. Eski ateizm cihada, haçlı seferlerine karşıydı. Zayıf oldukları dönemlerde ateistler demokrasiye ve her türlü inanca saygılı olduklarını, inançlıların da kendilerine saygılı olmaları gerektiğine vurgu yaparlardı. Fakat ellerine ne vakit güç geçse bir anda insanların inançlarıyla alay etmeye insanların kutsallarına hakaret etmeye başlıyorlar. Bir dine mensup biri evrimi kabul etse bile yine de yeterli olmuyor bu kesim için. Argüman belli: “Tanrı Yok” kelimesini kullanmalısın. Demek ki demokrasi, inanç ve düşünce özgürlüğüne saygı sadece zayıfların argümanlarıydı. İnsanoğlu unutkandır. Bir zamanlar radikal dincilerin(Kilise gibi vs..) “Tanrı var” kelimesini kullanacaksınız zorlamalarını, işkencelerini çok çabuk unuttular. Dünya’yı daha iyi bir yer yapma iddiasında bulunan her hizibe ne oluyorsa belli bir zaman sonra saldırgan, polemikçi, radikal ve tahammülsüzleşiyor. Ateizm uç kutuplara savrulmayı bir düşüncenin fanatiği haline gelmeyi eleştirmiyor muydu? Ama şimdi gördüğümüz manzara şu: Bilimsel verilerle hareket etmeye çalışan ateizm, haçlı zihniyeti taşıyan hristiyanlığa, cihat anlayışı(!) taşıyan bedevi Müslümanlığına evrildi. Ateizm’in savunduğu evrim bu muydu?

Bu yeni ateizm dininin radikal dincilerden pek bir farkı yok. Yeni ateizm inancının Amerika’daki  öncüsü gazeteci Christopher Hitchens “Tanrı Büyük Değildir” kitabında dinlerin insanlara ırkçılığı aşıladığını savunuyor.  Kitabında, Katolikler pistir. Müslümanlar kaka yaptıktan sonra yanlış elle temizlerler. Yahudilerin sakalı bitlidir vs… gibi hakaretlerle doludur. Bu yeni inancın mensupları son  derece sarkastik (acıtıcı şekilde alay) bir dil kullanıyorlar. Ateizm’den neo-ateizm’e geçiş sürecini bilimden dine geçiş süreci olarak tanımlarsak hiç de yanlış bir ifade kullanmamış oluruz. Richard Dawkins yeni ateizm’in peygamber koltuğuna oturdu. Bu işler böyle işliyordu. Değil mi ki Kilise İsa’nın peygamber koltuğuna oturmak için onu Tanrı ilan etmişti. Aynı durumu Muhammed’in peygamber koltuğuna göz dikenler de yaptı ,yapıyor. Topluma “Tanrısızlığa” giden yolda biri rehberlik etmeliydi. O da Dawkins olacaktı. Richard Dawkins’in yazdığı “Tanrı Yanılsaması” hareketin hem manifestosuydu hem de kutsal kitaplarının ilk bölümünü oluşturuyordu. Çünkü Tanrı’nın olmadığı henüz ispatlanamadığı için onun olmadığına inanmak da bir inanç konusuydu.

Bu saldırgan din amacına ulaşmak için her türlü yolu deniyor. Belgeseller bunlardan sadece biri. Belgeseller çekip insanların inançlarıyla alay ediyor, hakaretler ediyorlar. Bill Maher’in yaptığı Religulous belgeseli bunun örneklerinden sadece biri. Belgeselin ismi olan  “Religulous” kelimesine baktığınızda  İngilizce de Religion(din) ve Ridiculous (saçmalık) sözcüklerinden türetilmiş. Amerika’daki talk şov yıldızı Bill Maher belgesel boyunca dünyayı dolaşarak üç büyük dinin inananlarıyla dalga geçiyor. Bunu devrinin en güçlü silahıyla yapıyor: Kitle iletişim araçları.

Ateizm’in bir dine dönüşmesiyle birlikte her dinde görülen bir veba bunlarında yakasına yapıştı. Bölünmeler ve parçalanmalar. Yani anlayacağınız tabirle mezhepleşme. Yani teşbihte hata olmaz ateizm’i Katolik ve Ortodoks olarak böldüler. Ya da ateizm’in Hanefisi ve Şafisi olarak parçalandılar. Mezhepleşme olmasa şaşardık zaten. Neo ateizm’in isim babalarından tarihçi Ronald Aronson bu bölünmeye sebep olan kişi. Aronson ateizmi din karşıtlığından çıkarma çabasında olan biri. O Dawkins’in ve türevlerinin kendilerini Tanrıyla olan kişisel savaşlarına çektiklerini fark etti. Dine saldırmak yerine din dışı manevi tatmin yöntemleri bulmak, seküler ahlak normları yaratmak ve Tanrısız bir toplum düzeni nasıl oluşturulur bunlara yoğunlaşmanın gerekliliğini savundu. Haklıydı da. Şu an ki tüm ahlak normlarını ateistler dinlerden devşirerek kullanıyorlar. Bu onların en büyük çelişkisi. Ama inanca dönüşen bu ateizm ile eski ateizm  birbirini tekfir etmeye başladı bile. Başında Harvard Üniversitesi'nin, 30. yılını kutlamaya hazırlanan ateist organizasyonu Hümanist Şapel'in yöneticisi Greg Epstein'in olduğu grup, 'neo-ateist' olarak nitelendirilen grubu, ateizm hakkında toplumda antipati uyandırmakla ve dini yıkmaya çalışmakla suçladı. Greg Epstein, "fundemantalist:Radikal Dinci" olarak nitelediği bu ateistlerin, eleştirdikleri bazı din mensupları kadar dogmatik ve hoşgörü yoksunu olduklarını harika bir şekilde yüzlerine haykırdı. Düşmanına benzemek dedikleri şey bu olsa gerek. Epstein, "Hümanizmin dini ortadan kaldırmak gibi bir amacı olamaz. Hümanizm felsefeyi kucaklamaktır." diyerek yeni ateistlerin çelişkilerini yüzlerine söyledi.

Tüm insanların kendi fikirlerine göre bir “haklı olma” tutkusu vardır. Buna psikolojide Bilişsel Uyumsuzluk/ Bilişsel çelişki denir. Bilişsel çelişki kuramı: İnsanların düşüncelerini geçmişteki tecrübe ve değerlerine göre (bu değerler futbol takımı taraftarlığı, bir dine dahil olma, siyasi partiyi destekleme gibi değerler olabilir) belirlediklerini savunur. Zamanla bu düşünce ve değerlere muhalif düşünce ve değerler ortaya çıktığında bu düşünceler kendi düşünceleriyle ya da değerleriyle çelişirse Bilişsel Çelişki gerçekleşir. Bu durumda kişiler kendi inançlarını- yani değerlerini terk etmemek adına, sonradan ortaya çıkan uyumsuzlukları kabul etmeme ve görmezden gelme eylemini sergileyebilir. Yani kısaca benim inancım bu noktada mantığıma uymamış olabilir ama vardır bunda da bir hikmet anlayışıdır aslında. Neo ateist akım da bu durumdan kaçamadı. Kendi davalarında haklı olmak için bilimsel argümanları terk edip felsefi argümanlara sığındılar. Bu noktada beni üzen durum Tanrı’ya hakaret etmeleri değil Tanrı kendini koruyacak güçtedir. Beni üzen asıl şey bilime değer veren insanların Richard Dawkins ve ekolünün kaleminden çıkan her sözü, her görüşü kutsal bilim kanunu(!) sanmaları. Çünkü bunlar fizikçi, matematikçi, biyolog vs.. meslek dallarında görev yapmaktalar. Ne diyorlarsa bilime dayanarak söylüyorlar zannı var. Tıpkı Hristiyanların kilise papazına, Yahudilerin hahamlarına, Müslümanların İslam alimlerine olan sorgusuz sualsiz güvenleri gibi. Sözde ateistler, sorgulayan(!) ve bilimsel olmayan hiçbir görüşü kabul etmeyen olgun insanlardır. Ama tıpkı dincilerde olduğu gibi ateistlerin çoğunluğunda da  Dawkins diyorsa doğrudur sakat anlayışı mevcut.

Peki, neo ateistlerin Tanrı yoktur tezinin ardında bilimsel veriler mi var yoksa  sadece felsefi düşünce mi?

Bu sorunun cevabı da öyle kompleks değil. Çoğu inanç mensubu gibi ateistlerin de sunumu sadece inanç boyutundadır. Bizler nasıl Tanrı’nın varlığına inanmayı seçmişsek onlar da Tanrı’nın varlığına inanmamayı seçmişlerdir. Aradaki tek fark seçimimizdir. Yoksa bilimsel ve mantıksal veriler ışığında Tanrıyı reddettikleri yoktur. Tamamen öyle inandıkları için bunun üzerine odaklanmışlardır. Çoğu dindar insan gibi çoğu ateist de bu bağlamda bağnazlığın pençesinden kurtulamamıştır. Ateistler her ne kadar reddetse de tıpkı bir dindar gibi kabullenmeler yapar. Tanrı’nın varlığına karşı dindarın pozitif önyargısına karşı ateistin negatif önyargısı vardır.

Şimdi ateistlerin bilimsel konuştuklarını sandığımız ama daha uyanık bir bakışla baktığımızda aslında sadece felsefi konuşmalar yaptıklarına ve Tanrı’nın olmadığına dair bilimsel kanıtlardan çok o yönde bir  inançlarının olduğunu, biz nasıl varlığına inanmayı seçmişsek onlar da varlığına inanmamayı ve onun hayal ürünümüz olduğuna iman etmeyi tercih etmişler. Durum bu kadar basit aslında. Somut örneklerle size aktarayım. Richard Dawkins, "Tanrı Yanılgısı" adlı kitabında evrenin hiçbir yerinde dünya benzeri bir gezegenin olmadığı konusuna değinir. Bu durumun onu ne denli incittiği bellidir. Çünkü onun kafasına soru işaretleri basmaktadır. İnançlı birinin inancını destekleyecek olgular bulamadığı zaman düştüğü şüphe uçurumuna , Tanrı’nın yokluğuna delil bulamadığı zaman ateistler de düşer. Fakat her iki taraf da iddiası ne olursa olsun savunmaya devam eder o ayrı konu. Kitapta, canlılığın oluşabilmesi için Dünya, Güneş sisteminde tam Goldilocks kuşağında olmalıdır ve gerçekten de Dünya Goldilocks kuşağındadır. Yani daha uzakta olsak donar, daha yakında olsak yanardık ve canlılık oluşmazdı. İşin daha ilginci canlılığın oluşması için gezegenimiz Galaksimizde de Goldilocks kuşağında olmalıdır ve Dünya burada da Goldilocks kuşağındadır. Olmasaydı canlılık oluşamayacaktı. Güneş sistemimizde çift yıldızlı değil, tek yıldızlı olmalı aksi halde yine canlılık oluşmazdı. Ve Güneşimiz gerçekten de tektir. Yani canlılığın oluşması için aynı anda birçok zor şartın sağlanması gerekiyor. Dünya , evrende çok hassas ayarların yapıldığı muazzam özel bir noktadadır ve bu çok nadir bulunan bir konumdur. Hatta henüz bu kadar özel bir konum tespit edilmiş değil. Biz Tanrı’ya inanmayı seçenler için bu hassas ayarları anlamak çok kolay: Tanrı’nın müdahalesi. Ama Richard Dawkins gibi tesadüf Tanrı’sına inanan biri için işler karmaşık bir hal alıyor. Çünkü tesadüfen bu kadar zor şartın aynı anda olması onun da kafasında soru işaretleri bırakmaktadır. Richard Dawkins kitabında tüm bu olasılıkları hesaplıyor ve şöyle diyor: Dünya bu kadar çok zor bir ihtimal ile oluşmuş. Neden olmuş ki? Kendiliğinden bakıldığında o kadar çok düşük bir ihtimal ki evrende o kadar gezegen bile yoktur. Dawkins canlılığın tesadüfen kendiliğinden oluşumunu “istatistik” lere aykırı olduğunu keşfeder. Bu noktadan sonra tıpkı bir dindarın yaptığı gibi ateistlerin rehberi Richard Dawkins de Bilişsel çelişki kuramına sarılıyor. Yani kendi düşüncesiyle çelişen bilgilerle şahit olsa bile yine de kendi inancını bırakmak gibi bir niyeti taşımıyor. Aynen Tanrı’ya körü körüne inanan birinin yaptığının aynısını Dawkins de yapar ve körü körüne Tanrısızlığa inanır. Elindeki veriler bunu desteklemese de. Dawkins bu noktada bir dindar mantığıyla olaya yaklaşır ve  bu istatistik verilerde bir hikmet vardır deyip çözümünü bizlere sunuyor:Yaşanılacak Dünya sayısını arttırmak Peki niçin? Bizim yaşadığımız gezegen gibi 1 milyar tane daha dünya olsa ve canlılar orada da bulunursa diyebiliriz ki şu kadar ihtimalde 1 değil de, şu kadar ihtimalde 1 milyar. Yani olasılık artıyor. Richard’ın yapmak istediği ne kadar çok Dünya bulabilirsek kendiliğinden olma ihtimali o kadar artacak. Bu yüzden Dawkins uzaylı bulma ümidiyle evren çölüne mecnun misali düşmüştür. Her ufo haberinin Dawkins’te salgıladığı serotonin(mutluluk) hormonu düşünsenize.

Aslında evrenin büyüklüğünü düşündüğümüzde ve Dawkins’in yaşam formu oluşmasını sağlayacak istatiksel oranın zorluğu (Tek yıldız, goldiloks kuşağı vs..) düşünüldüğünde 1 milyar Dünya sayısı yine matematiksel olarak çok düşük bir orandır. Dawkins’i kurtaracak sayı olmadığı kesin. Evrene göre 1 milyar Dünya aslında evrende sadece 1 milyarcıktır. Velhasıl Dawkins’e göre yeni Dünyalar ve yaşam formları ne kadar artarsa evrenin Tasarımı düşüncesi o kadar zayıflayacak. Ne kadar çok Dünya bulunursa bu bizi Tanrısızlığa o kadar yaklaştıracak.

Dawkins’in dışında bu konuda farklı düşünen bir isim daha var: parçacık fizikçisi Victor J. Stenger ve yazdığı eser “Başarısız Hipotez: Tanrı” Stenger evrende çok fazla boş yere yaratılmış(!) şey olduğu kanısındadır bir ateist olarak. Yani ona göre bir Tanrı olsaydı bir Dünya için bu kadar boş araziyi bu kadar gezegeni, sistemleri niye yaratsın? Dünya evrenin içinde bir zerre bile değil. Neden bu kadar küçük bir yer için koca evreni yaratma zahmetine girsin Tanrı? Evrenin çapının 150 milyar ışık yılı olduğunu söyleyen Stenger buna karşılık Dünya’nın 12 bin kilometrelik ufak çapı olduğunu belirtiyor. Ona göre doğru yaratım 150 milyara 12 bin olamaz. Mesela Dünya’nın çapı 100 milyar ışık yılı olsaydı hemen iman edecekti. Peki asıl soru şu bu oranların az ya da çok olduğunu kime göre belirleyeceğiz? Öyle bir ölçüt var mı elimizde? İsraf hangi orandan sonra israf  kabul ediliyor. İsrafın sayısal bir tanımı var mı? İsrafın ölçütünü Stenger’dan öğreniyoruz:150 milyar/12 bin km. Herneyse amacım kimseyle alay etmek değil Stenger’ın yaptığı mantık hatasını görmenizi istediğim için bu misali verdim. Stenger’ın bilimsel olmayıp tamamiyle kişisel görüşü olan israf cetvelini bir kenara bırakalım. Gelelim Stenger’ın bize anlatmak istediğine. Ona göre ne kadar çok Dünya dışında boşu boşuna(!) gezegen, sistem, galaksi ve madde varsa o kadar Tanrısızlığa yolculuk gerçekleşecek! Durumun garipliğini anlayanlarınız oldu mu bilmiyorum ama olaya bakar mısınız. Dawkins ne kadar çok Dünya bulunursa ateizm o kadar güçlenecek derken Stenger tam tersini söyleyerek yine ateizmi güçlendireceği(!) iddiasını taşıyor. İşin ilginci bu bilim adamlarımız(!) birbirlerine tamamen zıt iddialarını onaylıyor ve takdir ediyorlar. Amaç Tanrısızlığa ulaşmak ise gerisi teferruattır mantığı zihinlerini zifiri karanlığa sürüklüyor.

Bu iki bilim adamının da Tanrı’ya yaklaşımının bilimsel değil felsefi olduğunu umarım size gösterebildim. Çünkü gördüğünüz gibi birbirine zıt mantıklar kurup bilimsel olarak olaya yaklaştığı iddiasında olmalarına rağmen her ikisi de Tanrısızlığa kendi inançsal yaklaşımları ile ulaştı. Ortada ne bilimsel bir durum var ne de bilimsel bir kanıt. İki kelime bilimsel kelime kurduktan sonra başlıyorlar kendi kanaatlerini bilim diye bize sunmaya. Tamamen kendi düşüncelerini felsefi söylemlerle bize giydirmeye çalışıyorlar. Çoğu ateist de bunların mesleklerine bakınca bilim dışı bir şeyler söyleyebileceklerine inanmadıkları için bu adamların inançlarını bilim olarak görüp onların bilim bilgisine iman ediyorlar. Sözüm ona peygamberlere iman etmenin aptalca olduğunu düşünen bu üstün zekalılar bilim adamlarına iman etmekte tereddüt görmüyorlar. Allah’ı gördün de mi iman ettin diye bilgiçlik taslayan  ve anlamsız sorularla kendini dindar insandan zeka olarak üstün görürler ama kendileri bir gün olsun görmedikleri virüslerin varlığına iman ederler. Niye ? Çünkü bilim adamlarının sözlerine iman ederler görmedikleri halde. Din alimlerinin ateistçesi bilim adamı oluvermiştir. Ateist dininin mensupları bu bilim adamlarının her sözüyle heyecanlanırlar. Çünkü Tanrısızlığı ispatlayacaklarına o kadar emidirler ki her söz bunları heyecanlandırır. Ateist , bir papaz’ın İsa’yı ispatladığını düşünen bir hristiyan gibi bir haham’ın Yehova’yı ispatladığını düşünen bir Yahudi gibi bir alimin Allah’ı ispatladığını düşünen bir Müslüman gibi heyecanlanır Tanrısızlığın ispatlanmasına. Bir papaz, bir haham, bir alim nasıl yanılamazsa bir bilim adamı da kendi düşüncelerinde yanılamaz. Yukarıda da örnek verdiğim gibi Dawkins ve Stenger’ın ateizm görüşlerinin çelişmesine rağmen  sırf ateistliği savunduğu için ikiside ateist kitle tarafından kucaklanıyor. Tıpkı birbiri ile çelişen onca incili normal gören hristiyanların bunda da bir hikmet vardır mantığı ya da tıpkı İslami mezhepler ve fırkaları normal gören ve birinin helal dediğine birinin haram kabul ettiği çelişkisini bilen bir Müslüman gibi ateist inancına mensup birinde de fikirler, kitaplar çelişse de kendi fikrine hizmet ettiği için sorgulamıyor, kabulleniyor. Kabullenmenin kendi inançlarında olmadığını iddia etseler bile.

Herneyse Dawkins ile Stenger’ın  düşüncelerine geri dönelim ve bilimsel mi yoksa kişisel mi konuşuyorlar irdeleyelim.
 

-Canlılık evrende çokça varsa Tasarım yok(?) demek ki, ateizmi ispatladım(Dawkins)
-Canlılık evrende çokça yoksa israf var demek ki, yine ateizmi ispatladım(Stenger)

Ne kadar güzel bilim yapıyorlar değil mi? Birbiri ile çelişen iki bakış açısı da Tanrı’yı çürüttü. Bu görüşleri bilimsel olarak ele alalım. Stenger’dan başlayalım.
Dünya dışında ne kadar çok israf(!) olursa; Dünya’nın kendiliğinden olma olasılığı o kadar düşecektir. Yani bu Tanrı’nın evren Tasarımı tezine katkı sunar. Yani ne kadar tasarım dışı varlık, madde varsa bu Tasarım’ın vurgusunu, eşsizliğini, nadirliğini o kadar attırır. Şöyle düşünün Dünya bir gül olsa ve evren çorak bir arazi. Stenger çorak topraklarda bir gül yetişiyor ve bu kadar çorak arazi sadece bu gül için yaratılmış olamaz diyor ve Tanrıyı bu mantıkla çürüttüğünü zannediyor. Halbuki onca çorak arazi de bir gül yetişebiliyorsa bu Tanrı’nın çoraklığın içinden yaşamı canlandırabilme kudretini gösterir. Ayrıca onca çorak arazide o güzel gülün varlığı daha net görülür. Güzel bahçede her bitki kendiliğinden yetişebilir ama çorak bir arazide bitkinin yetişmesi Tanrı’nın yaptığı Tasarımının gücüne vurgu yapar. Biz insanlar bile bir şeyin çok olduğu yerde sıra dışı ve ender olanları kavrarız. Hemen gözümüze çarpan çok'un içindeki sıra dışı olanıdır. Stenger’ın bilimsel olarak yanlış bir mantık kurduğunu anlatmaya çalışıyorum. Biliyorum kelimeler çok karmaşık geliyor ama lütfen dikkatlice kafanızda söylediklerimi canlandırmaya çalışın. Şöyle düşünün koskoca evrende yaşanılacak çok az Dünya var belki de sadece bir tane var. Bu Tanrı’nın çok’un içinde dikkate değer şeyler yarattığını kavramamıza hizmet eder. Umarım Stenger’ın mantık hatasını görmüşsünüzdür. Ayrıca Stenger’ın bir diğer mantık dışı iddiası ise israf üzerinden Tanrısızlığa ulaşmasıdır. Bu Tanrı’yı insanmış gibi düşünmek değil de nedir? İsraf eldeki kısıtlı imkanları ve kaynakları hunharca kullanmaktır. Tanrı için sınırlı ve kısıtlı bir kaynak olmadığından Tanrı’nın israf etmesi de mantıken saçmadır.

Stenger Dünya’yı Tasarımsızlığın içindeki Tasarım olarak görülmesini eleştirirken Dawkins bizzat Tasarım fikrini eleştirir. Stenger’ın savunduğu Tasarımsızlığın içindeki Tasarım (israf) ile Tasarımdan daha çok şey anlatılır. Tasarım sadece yapabilen için tasarımdır. Ancak tasarımsızlığın içinde Tasarım yapabilmek tüm tasarımsızlığın içinde Tasarımın vurgusunu görmemizi sağlayan ve Tanrı’nın “bakın onca tasarımsızlığın içine tasarımı nasıl yerleştiriyorum görün” mesajını iliklerimize kadar işliyor. Stenger bu kitabında Tanrısızlığa değil Tanrıya koşuyor ama varış noktasını Tanrısızlık olarak hedeflediği için kurduğu mantık hatasını göremiyor.  Yani Stenger bizi Tanrısızlığa değil Tanrıya ulaştırıyor. Ben her ne kadar evrendeki tek canlı sistemi olmadığımızı düşünsem de yaşanılacak  Dünyaların sayısının fazla olmadığı kanaatindeyim.  Düşünsenize evrende bir kum tanesi bile olmayan Dünya (Tasarım) koskoca 150 milyar ışık yılı çaplı evrende (Tasarımsız) kusursuz bir şekilde çalışabiliyor. Onca boş gezegen, sistem ve galaksilerin (Tasarımsızlığın) içine çalışabilen , hayat üretebilen bir Tasarım yerleştirebilmeyi anca Tanrı sağlar zaten. Bugün Allah’a ve islam’a olan doğru bakış açımı biraz da ateistlere borçluyum. Daha güzel düşünmemde ve kalıpların, bağnazlıkların zincirlerinden kurtulmamda onlarında katkısı ve emeği üzerimde var. İmanımı sadece arttırmadılar aynı zamanda düzelttiler :))

Gelelim Dawkins’e çok Dünyalar olduğunda Dünyanın Tasarımının önemini yitireceği tezine. Elbette ki yitirmezdi. Dünya’nın ve üzerindeki canlılığın kendini evrende özel hisstmesini sağlayan vurgu azalırdı o kadar. Şimdi ise Dawkins’in elinde tüm evrende bu kadar zor ihtimallerle(!) oluşabilen tek bir Dünya var ve bunun Dawkins’in hiç hoşuna gitmediğine eminim. Onun tezi Stenger’in tezinden daha mantıklı değil. Varsayalım ki 1 milyar Dünya bulundu. Bu evrendeki yaşam formlarının rastgele ihtimallerle oluştuğu düşüncesine insanı götürebilir ama bu Tanrısızlığın delili değildir. Tanrı’nın çeşitli ve çoklu yarattığı düşüncesine de bizi götürür. Bu bir kanıt değildir. Yarın 1 milyar Dünya bulunursa bu tek bir düşünceye kanıt oluşturur o da evrende yalnız ve özel olmadığımıza. Evren bizim için yaratıldı kibrini çürütmek için bir delil olur. Ve benim kişisel kanaatime göre başka birçok yaşam formuyla evrenimizi paylaştığımız yönündedir. Dawkins ve türevleri gibi bu düşünceme birkaç astronomik anlamayacağınız terimler kullandıktan sonra düşüncemi bilim gibi size sunmayı istemiyorum. Bilim simsarlığı yapan bu adamlar Tanrısızlığa olan tutkularını bilime karşı da duysaydılar Dünya çok daha güzel bir yer olurdu.

Sonuç olarak işin özeti şu: eski ateizm yerini neo-ateizme / yeni ateizme bırakmasıyla birlikte bir dine dönüştü. Bilimden uzaklaşıp önyargıların ve kabullenmelerin kucağına düştüler. Dinler Tanrı adına Tanrısızlıkla savaştıkları iddiasındayken , ateistler ise bilim adına Tanrı’ya savaş açtıkları iddiasına sarıldı. Aynı kin, nefret, saldırganlık, hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük dine dönüşen ateizm’in kaçınılmaz sonu oldu. Bilim objektif yaklaşmaktan yanadır. Yani Tanrı’nın olmaması kadar olabilirliğini de araştırması gerekir. Ancak  bilimi reddeden dinci kesimler yüzünden bilim ateistlerin tekeline girdi. Hal böyleyken ateistler şahsi görüşlerini ve düşünceleri bilimmiş gibi bize sunmaya başladılar. Tanrı’nın var olabileceği ihtimalini yok sayarak bilimi kendi inançları etrafında dizayn etmeye kalkmaları  bilimin objektifliğine karşı en büyük ihanetti. Radikal dincilerin gözlerindeki o iğrenç kan isteği neo-ateistlerin bakışlarına da yansıdı. Kilisenin kapısına “Tanrıyı öldürene” 1 milyar dolar afişiyle “Wanted” yazdılar. Bu durum tıpkı bir zamanlar paganların hiristiyanlara olan nefreti gibi ya da hristiyanların güçlü olduğu yıllarda paganlara olan nefreti gibi ya da  Müslümanların güçlü olduğu dönemde pagan, hristiyan ve Yahudilere karşı nefreti gibi ya da tıpkı bugün gücü eline geçiren Yahudilerin diğer dinlere karşı olan nefreti, tahammülsüzlüğü gibi artık yeni bir tıpkımız daha var ateistlerin tüm inançlara ve Tanrı’ya karşı tahammülsüzlüğü ve nefreti.

Görüntülenme 2,021
Yayın 12 Mart 2017
güncellendi

Hulki Cevizoğlunun sunduğu Ceviz kabuğu adlı programın 2014 yılına ait bir bölümünü izledim. Konuklar yeni açılmış olan Ateizm Derneği’nin kurucuları Ürün Desen, Selin Özkohen ve derneğin geçici başkanı Tolga İnci’ydi. Bu yazımda onların bazı söylemlerine katılmakla beraber bazı söylemlerini eleştirmek ve onların bazı yanlış dini söylemlerine karşı ateistlere değil Müslüman genç beyinlerine hitap etmeye çalışacağım. Burada anlattıklarım katiyen ateist topluluğunu hedef almayacak. Sadece onların bazı söylemlerini doğru zanneden Müslüman gençlerin kafalarının derinliklerindeki soruların mantıklı bir izahının olduğunu göstermek istiyorum. Bir Müslüman unutmamalıdır ki başka bir inanca ya da inançsızlığa saygısızlık etmeyi Kur’an yasaklar.
 

“Allah’tan başkalarına yalvarıp yakaranlara sövmeyin ki, onlar cehaletin verdiği nefretle Allah’a sövmesinler: Zira Biz her topluma kendi yaptıklarını güzel gösterdik.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- EN’AM, 108)

Bu ayet şu ilkeyi biz Müslümanlara kazandırıyor: Başka inançlara saygı. Bitti. Ötesi yok. Ateistlerin de bu dünya’da insanlığın ortak birikimine katkısı diğer topluluklardan daha az değildir. Kur’an talebesi bir Müslüman ateistleri de dinlemelidir. Çünkü Kur’an bize şu temel ilkeyi öğretmiştir:
 

”O kullar ki, sözün tamamını dinlerler ve en güzeline uyarlar: İşte Allah’ın kendilerine doğru yolu gösterdiği kimseler bunlardır; ve işte onlar ,akletme yetilerini kamil manada kullananlardır” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- ZUMER, 18)

Gördüğünüz gibi ateist dahil her felsefeyi her öğretiyi tamamiyle dinleyip en güzelini kendimize katmamızı, Allah aklımızın potansiyelini en yüksek şekilde kullanmamız olarak görüyor ve o tür insanların doğru yolda olduğunu haber veriyor. Vay komünist, vay ateist , vay panteist, vay Budist deyip dinlemez ve kendimizi skolastik fikirlerin zincirine vurursak doğru yoldan çıkmış oluruz.  Programda söylenen sözlere gelelim. Konuklardan Ülkü Desen’in sözlerine karşı bazı tenkitlerim olacak.
 

  • Ürün Desen, yaklaşık 3 ile 5 yaşları arasında deist olduğunu belirttikten sonra 8 yaşında ateist olduğunu belirtti.

 
Bu konuyu sizin mantığınıza bırakıyorum. Biri nasıl o kadar küçük yaşta deist olur. Zaten dünya üzerinde o yaşlardaki hiçbir çocuğun dini olmaz kaldı ki dini seçimi olsun. 8 yaşında ateist olduğunu belirtmesine karşı saygı duyuyorum normal. Fakat bu sayıyı verirken o yaşta o kadar zekiydim ki doğru yolu daha o zamandan buldum şeklinde bir üslup sergiledi.
 

  • Her ateist komünist  değildir. Dinsizler üzerinde mahalle baskısı var.

 
Bu davranışlar İslam terbiyesi almış bir Müslüman’a yakışmaz. Kesinlikle haklılar. Ateistler’e veya başka fikirlere karşı baskıyı kınıyoruz. Ateistler üzerinde komünisttirler algısı oluşturulmaya çalışılıyor ki bu büyük bir haksızlıktır. Kaldı ki komünistlikte kötü bir şey değildir. Ayrıca bir parantez açmak isterim. Ateistlerin ahlaksız olduğu gibi bir propaganda yapılıyor ki bu da kesinlikle yanlış bir iddiadır. Onlar da en az bir dindar kadar ahlaklıdır. Sadece ahlak ilkelerini dinlerden ve soyut bir kavram olan yani bilimsel olmayan bir his olan vicdandan alırlar.
 

  • Ürün Desen, "sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma ve başkasının özgürlüğüne müdahale edebilme ihtimali olan davranışların içine girme?" ifadesini kullandı.

 
Bir kere katiyen bu “sana yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma” felsefesi dinlerin öğretisidir. Ateizm felsefesinden böyle bir sonuç çıkmaz. Allah yok , ahiret yok, ilahi adalet yok, sorumluluk yok. Bitki ve hayvanlarla pek bir farkımızın da olmadığını programda belirttiler. Bir kaplan’ı düşünün kendisine yapılmasını istemediği davranışları başkasına yapmaz mı? Evren yasalarında tesadüfen oluşan bir hayatım varsa niçin başkalarının özgürlüğüne saygı duyayım? Güçlü olan hayatta kalır zayıf olanlar elenir. Başkalarının özgürlüğüne müdahale etmeme fikri insanlığa binlerce yıldır dinlerin miras bıraktığı bir fikirdir.
 

  • Ürün Desen,  “Din bilimle barış imzalamak zorunda kaldı” dedi.

 
Peki bu din hangi din? Hristiyanlık ve Yahudi öğretilerinde bilimle çatışma hali mevcuttur. Fakat İslam öğretisi olan Kur’an bilimle çatışmaz çakışır. Ateistler Kur’an’a bakarlarsa yani referansları Kur’an olursa bilime sürekli teşviklerin olduğunu görürler. Kur’an yaklaşık 700 ayetinde Müslümanları düşünmeye ve akletmeye davet ediyor. Ama ateistler referans olarak Kur’an’ı dinlemeyen, okumayan ve yaşamayan Müslümanları referans alırlarsa elbette bilimle çatışan bir topluluk göreceklerdir. Fakat bu durumun sebebi İslam ve Kur’an değil yobaz ve cahil kişileri alim olarak gören Müslümanlardır. Kur’an’ı bu konuda dinleyen nesiller 8.yy ile 13.yy arasında büyük bir bilim birikimine imza attı. Bugün batıdaki ateistler bile eski yunan felsefesini dahi koruyarak üzerine sürekli bilim geliştiren Müslüman alimlerin çokluğunu kabul eder. Bu konuda BBC’nin Bilim ve İslam belgeselini muhakkak izleyin. Müslümanların bilime muazzam katkısını göreceksiniz. Müslümanlar bugün bilimde geriyse bunun tek sebebi var o da Kur’an’ı Müslümanların terk etmesidir.
 

  • Ürün Desen, şu an reddedemeyeceğimiz bilimsel bilgiler var ilk hücrenin sudan oluşup evrildiği gibi.

 
Bu bilimsel bilgiyle İslam hiçbir zaman çatışmadı. Hatta bu konuya Kur’an’da değinir.
 

“İnkarda ısrar eden o kimseler görmezler mi ki; gökler ve yer başlangıçta bitişikken Biz onları ayırdık ve (hareket edebilen) her canlıyı sudan var ettik? Buna rağmen hala inanmayacaklar mı?” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- ENBİYA, 30)

Ayette dikkat edilen iki bilgi var. İlki Bigbang’e atıf yapan bölümdür ki Müslümanlar maalesef bu ayeti Bigbang keşfedildikten sonra anlayabilmiştir. İkincisi Allah insan’ı değil her canlıyı sudan yarattığını ifade ediyor. Bu da evrim süreci başlamadan önceki ilk hücrenin sudan oluştuğunun göstergesidir. Bu ayet bile Kur’an’ı Muhammed peygamberin yazmadığının açık delilidir benim için. Çünkü her insanı değil her canlıyı sudan yarattığını ifade etmiş Muhammed bu kadar ince bir bilim konusunda sallamış ve tutturmuş olamaz. Müslüman kardeşlerim bu ayet bile Kur’an’ın bilimle çatışmadığının en iyi örneğidir. Ateistlerin dinimizi de diğer dinlerin içine katıp bilimle din çatışıyormuş  gibi gösterip ya dini ya bilimi seçin algısı oluşturmaları veya İkisi birbirini reddeder algısı yaratmaları doğru bir davranış değildir.
 

  • Amerikan Bilim Akademisinin %93’ü dinsizdir.

 
Bu iddia ile şunu demek istiyorlar bilim insanları dinin saçma olduğunu anlıyorlar ve dinsiz oluyorlar. Bu kesinlikle doğru değildir. Amerikan Bilim Akademisi zaten içlerine dindar birilerini almak istemiyor. Ayrıca İngiliz Kraliyet Bilimleri Akademisinin de %90’ı Hristiyan dindarlardan oluşur. Bu çok sakat bir mantıktır. Dünya’daki bilim adamlarının tercihi ateizm oluyor gibi bir algı oluşturmak dürüst bir davranış olmaz.
 

  • Ürün Desen, İnsanlık yararına bir icat yapmış birilerine baktığımızda çoğunun ateist olduğunu görüyoruz ifadesini kullandı.

 
Gerçekten bu kadar cahilce bir söylemi Ürün hanıma yakıştırdığımı söyleyemem. Bu iddia da mesnetsizdir. Darwin’den Newton’a, harezmi’den Albert Einstein’a kadar hepsi Tanrı’nın varlığını kabul eder. Hatta bunlardan bazıları koyu dindardı. 8.yy - 13.yy arasındaki Müslüman alimler’in bilime katkılarını dünya alem kabul ediyor. Gregor Mendel kalıtım biliminin babası değil mi? Kendisi bir rahipti. Evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu söyleyen bu rahip değil miydi? Genom haritasını craig venter ile beraber çözen Francis Collins lise çağlarında ateist olmasına karşın sonraları, Tanrıya inanmış ve evangelist Hristiyan olmuştur. Ayrıca insan genom projesinin başkanı olan Collins projedeki bilim adamlarının %40’ınında Tanrı inancına sahip olduklarını söyledi. Hatta daha ilginç olan ise Bigbang’i bile ortaya atan ilk kişi George Lemaitre Belçikalı bir rahiptir. Evrenin bir atomun içine sıkışmış olduğunu iddia eden ilk kişiydi.
 

  • Ürün Desen, Primatlar (İri beyinli yüksek memeliler) konuşmaya başlayınca ölüm vb. konularda ilizyon üretti.

 
Bu kesinlikle kendi kişisel yorumudur. Bununla ilgili bilimsel veri elimizde yoktur. Ateizm’in mantıklı bir zemine oturması için ölümü, ahireti biz insanların kurguladığı inancına sahipler. Aslında bu ateistlerin kişisel inancıdır. Bilimsel değildir.
 

  • Monoteistler  3999 tane Tanrıyı kabul etmiyorlar. Biz de 4000 tanesine yok diyoruz. Onlardan farkımız bir tane daha fazla olanını kabul etmemek.

 
Ateistler bu konuda demogoji yapıyorlar. Bu bazı  ateistlerin Tanrıyı çürüttük havalarındaki beyin fırtınalarıdır. Aslında buradaki olay bir tane daha fazla Tanrıyı inkar ediyoruz değil. Örnek vereyim. Ortada ressamı belli olmayan bir tablo olsun. Bunun ressamını insanlar tartışıyor. Herkes birbirinden farklı 4000 ressam sayıyor. Ancak ateistler bu tablonun ressamı kim? Diye tartışmıyorlar. Bu tablonun ressamı yok diyorlar. Burada sadece demogoji sanatını görüyoruz.

Gelelim programdaki diğer Ateizm Derneği kurucusu olan 19 yaşındaki Selin Özkohen’e;

 

  • Dünya yaşama uygundu diğerleri değildi. Hassas denge yok.

 
Selin hanım bunu söylerken kesinlikle bilimsel bir veriye dayanmıyor. Çünkü asıl mesele Dünya’nın yaşama uygun olup olmaması değildir. Asıl mesele evrenin yaşama uygun olup olmadığıdır. Niye mi? Çünkü ünlü biyolog ve aynı zamanda  ateist olan  Richard Dawkins “Tanrı Yanılgısı” adlı kitabında yıldızların yaşam için elementler ürettiği ve o elementlerin dünya’ya yıldız patlamaları sonucu gelmeseydi yaşamın olamayacağını detaylı bir şekilde açıklar. Hassas dengenin varlığını Richard Dawkins gibi mesleğinde uzman bir evrim biyoloğu dahi reddetmezken Selin hanımın hiçbir bilimsel gözleme dayanmaksızın kişisel görüşünü aktarır: Hassas denge yoktur. Bu Özkohen’in kendi kişisel yorumudur. Herhangi bir söylemde bu bilimsel bir gözleme dayanmıyor deme mecburiyetinde kalmamın sebebi Müslüman gençlerin bu sözlerin bilime dayandığını sanmalarını istememem.
 

  • Selin Özkohen, kötü insanların kötülükleri yanına kalabiliyor. İlahi adalet gerçekleşmiyor.

 
İlahi adalet İslam’a göre bu dünyada da ahrette de gerçekleşebilir. Kur’ân’ın illa bu dünyada gerçekleşecek diye bir iddiası yoktur. Selin hanım sanki diğer dünya’ya gitmiş ve ilahi adaletin olmayacağını görüp gelmiş gibi konuşmakta. Abes bir iddia.
 

  • Selin hanım, bir izleyicinin “Ya Tanrı varsa?” sorusu üzerine şu cevabı verdi: “Kanıt göstermeden atılan iddiaların çürütülmesi için kanıta ihtiyaç yoktur”

 
Şimdi ben kanıt göstermeksizin suda azot olduğunu iddia edersem bilim ne yapacak? Bilim hemen deney ve gözlemini devreye sokup bana diyecek ki suda iki hidrojen bir tane oksijen var. Azot yok diyecek. Yani bilimde yoklukta kanıtlanabilen bir şey. Tanrı var diyen biri nasıl bunu kanıtlamak zorunda ise Tanrı yok diyen ateist de bunu ispatlamak zorundadır. Eğer bilime dayanıyorsa kökeni. Çünkü yokluk da bilim için ispatlanabilir bir olgudur. İnançlılar ile atesitler arasında çıkan bu tür kısır tartışmalara her zaman karşı oldum. Bu tartışmalar bizi bir yere götürmez. Bilimsel olarak Tanrı’nın var olma ihtimali %50, olmama ihtimali de %50’dir. Hangi yüzdeliği seçeceğiniz size kalmıştır. Ben insan yaşamı olduğu müddetçe bu yüzdelik dilimin değişeceği kanaatini taşımıyorum. Çünkü Allah insanların kendisine  özgür iradesiyle inanmasını istiyor. Bu yüzden Kur’an %100 Allah’ı ispatlamaz, hatta hiçbir ayetinde böyle bir kaygı da yoktur. Allah niçin ispatlanmak istemiyor peki? Çünkü Allah böyle bir müdahale yapsaydı kendisini seçmeyecek olan insanların yani diğer %50 ‘yi seçecek olan insanların kararına müdahale etmiş olurdu. Ortada bir seçim kalmazdı. Çünkü özgür iradeyi kendisi lehine mutlak kılardı. Kimse onu reddedemezdi. Allah kendisini seçmek istemeyeceklerin kararını etkilemek istemiyor. Bu yüzden Kur’an’da kendisini %100 ispatlamak yerine inanmak isteyeni o yönde yönlendirecek, inanmak istemeyenlere safsata olarak gelecek harika bir metin hazırlamıştır. Bunu ancak o yapabilirdi. Bir ateist’in Kur’an’a baktığında gördüğü şey ile biz inançlıların gördüğü şey arasında dağlar kadar fark var.
 

  • Eğer konuşan Tanrıysa niye herkesi ikna edemedi?

 
Yukarıdaki konuyla ilişkili bu soruya da cevap vermek istedim. Bu soruya diğer dinlerin cevapları farklı olabilir. Ben sadece biz Müslümanları ilgilendiren kısmına cevap vereceğim. Cevabı çok basit. Çünkü Allah’ın herkesi ikna etme gibi bir derdi yok. Allah’ın kendi gücü karşısında hiçbir anlam ifade etmeyen bir canlıyı istese ikna etmesi çok zor olmazdı. Yukarıda anlattığım gibi Allah kendisine inanmayı seçmeyecek kitlenin seçimini sabote edecek bir kanıt sunmadı insanoğluna. Kur’an’da Allah birçok yerde "isteyen iman eder isteyen inkar eder" der ve ekler iman ederse kendi menfaatine olur. Allah için bir faydası yok. İnsan kibri ve egosu o kadar yüksek ki Tanrı’nın kendilerini ikna etmesini son derece önemli buluyorlar. Tanrı’nın buna ihtiyacı varmış gibi. Tanrı , insan gibi yüce bir varlığın onayına ihtiyacı olan küçük bir varlıkmış gibi bir algı ,tüm bu hatalı soruları beraberinde getiriyor.
 

  • Selin Özkohen ailesine küçükken her din kendisinin doğru olduğunu düşünüyor. Bizim doğru olduğumuzu nerden anlayacağız diye sormuş.

 
Selin’in ailesi Yahudi dinine mensup. Selin yukarıdaki soruyu sormuş ve tatmin edici bir cevap alamamış. Bu onu ateistliğe götüren merdiven taşlarından birini oluşturmuş. Selin programda bu olayı anlatırken şu an %100 doğru yolda ilerliyormuş ve diğer dine tabii olanlar yanlışı tercih etmiş gibi konuştu. Halbuki şimdi doğru bir fikre sahip olduğunu nerden biliyor? Ateizm’in doğru olduğunu nerden bileceğiz? Ateizm’in “Tanrı yok” inancı felsefeden öteye geçememiştir. Bilim şu an var da diyemiyor yok da diyemiyor. Henüz Kur’an bile  tatmin edici şekilde çürütülemedi. 1400 yıl önce ifade edilen bazı bilimsel olayları Muhammed birinden duymuştur ifadesi tatmin edici bir açıklama değildir.
 

  • Selin Özkohen, “Dinler bana mantıklı gelmedi” ifadesini kullandı.

 
İslam hariç Yahudilik ve Hristiyanlık bana da mantıklı gelmiyor. Asya’da bulunan bazı hümanist dinlerin bazı bölümleri mantıklı gelse de o dinlerin geneli de mantıklı gelmiyor. Dünya da her fikir öyledir. Genelini kafanızda oturtursanız bile hepsiniz anlayamaz geriye kalanlarını da doldurmaya çalışırsınız. Bir ateist de aynı şeyi yapar. Ateizmde de bir ateiste mantıksız gelen şeyler de illa ki vardır. Ama “Tanrı yoktur” fikrini mantıklı bulduğu için gerisini bu fikrin üzerine inşa eder. Mantıksız bulduğu kısımları da araştırıp kafasında oturtmaya çalışır. Yani demek istediğim şu: her şey mantıklı gelmiyor diye o fikrimizi bir anda reddedemeyiz. Öyle olsaydı bir ateist de oturtamadığı bir şey karşısında ateizm’i inkar etmesi gerekirdi. Mesela örnek vereyim bir ateist 2 bin yıl önce yaşasaydı Dünyanın döndüğü ve yuvarlak olduğu fikri ona mantıklı gelmeyecekti. Mantıken Dünya dönse bende dönerdim diyenlerden olacaktı. Ama Dünya dönüyor. Galileo Galilei’yi ev hapsine mahkum edenlere inat. Ne yani o zaman yaşayan bir insan sırf Dünya’nın dönmesi mantıksız geliyor diye bilimi red mi etseydi? Mesela bazı yıldızlar o kadar ağır ki Dünya’ya bir çay kaşığı kadar bırakılsa Dünya’yı delip geçer. Bu bugün bile birçok insana mantıksız gelir. Ama bilime göre bu mümkün. Bu yüzden biz bunu kabul ediyoruz. Yani anlatmak istediğim şu, her şey insan’a mantıksız geliyorsa bunun iki sebebi vardır. İlki mantıksız gelen şeyin gerçekten mantıksız oluşudur. İkinci bir ihtimal de şudur ki mantıksız gelen şeyi kavrayamamış olmamız. O an ki bilinç ve şuurumuzun üzerinde bir hakikat olabilir. Düşünsenize bin yıl önce yaşayan birine telefon’u anlattığınızı. Ne anlayacak ? Mantıklı gelecek mi? Belki de baktığımız şey değil de bakışlarımız kusurludur. İslam’da da aynı şekilde düşünebiliriz. Geneli çok mantıklı bir şekilde oturduğu için özelde oturmayan parçaları idrak edememiş olmak bu dinin tamamen yanlış olduğuna delil değildir. Çünkü Kur’an’ı incelemek ve onu fethetmek kolay değildir. İnsanların şunu iyi bilmesi gerek hiçbir düşünce emeksiz fethedilemez.
 

  • Tanrının varlığına dair hiçbir geçerli referans yok. Eskiden yağmurun neden yağdığı bile bilinmiyordu. İnsanlar ihtiyaçtan , korkudan vs.. sebeplerden dolayı inandı.

 
Aslında bu iddianın referansı yok. Eskiden insanların bazıları şimşekten korktuğu için daha üst bir güce sığınma ihtiyacı duymuş olabilir.Bunu kabul ediyorum. Ama bu tüm insanlığı kapsamaz. Buna karşı bilimsel veriler yoktur. Bu ateistlerin Tanrı kavramı nasıl oluştu sorusuna verdikleri kişisel bir cevaptır. Tanrı’nın varlığına elbette referanslar var. Bu evren harika bir sistem ve benim aklım bunların üstünde bir gücün olduğunu söylüyor. Referans benim aklım. Referans bu harika sistemin mükemmelliğini öğrendiğim bilim. Bilim beni Tanrıya götürüyor. Ne yani Mekkede insanlar şimşeklerden korktukları için mi Muhammed’i ve getirdiği din’i kabul etti? Hadi diyelim din ihtiyaçtan, korkulardan doğdu? Peki korkularımızı ve ihtiyaçlarımızı temin etmemize rağmen niçin Tanrısızlığa doğru evrilmedik. Bugün 1 milyar ateist olduğunu kabul etsek bile bunun karşısında modern bilimi kabul etmiş 6 milyar insan hala Tanrı’nın varlığına inanıyor.
 

Şimdi programdaki Ateizm Derneği geçici başkanı Tolga İnci’nin ifadelerini inceleyelim

 

  • Kur’an’daki birçok şeyi Tevrat’ta bulabilirsiniz.

 
Aslında bunu söyleyen birinin islam’ı bilmediği açıktır. Çünkü İslam ilk bilinçli topluluk olan adem ve beraberindeki bilinçli insanlardan beridir Allah’ın insanlığa peygamber ve vahiy gönderdiği iddiasını taşımaktadır. Ayrıca Kur’an Adem ve beraberindeki topluluğu islam’ın ilk üyeleri olarak kabul eder. İsa da, Musa da ve ismini bilmediğimiz birçok peygamber de islam’ın peygamberidir İslam inancına göre. Hristiyanlık, İsevi islamın deforme uğramış halidir. Yahudilik, Musevi islam’ın deforme olmuş şeklidir. “Allah katında tek din İslam’dır.” (Al-i İmran, 19) ifadesi İslam’ın adem ile başlama iddiasıdır. İslam inancına göre bu dinin son peygamberidir Muhammed. Bir başka Kur’an’dan ayet verip bu konuyu başka detaylı bir yazıya bırakacağım. “Havariler dediler ki:Allah’ın yardımcıları biziz:Biz Allah’a inandık, Sen de şahit ol ki biz Allah’a teslim olan Müslümanlarız!”(Al-i İmran, 52) Bu ayette de görüldüğü gibi Kur’an’ın iddiasına göre İsa peygamberin havarileri de kendini Müslüman olarak görüyordu. Yani Sümer metinleri dahi insanlığın ortak birikiminden çıkan metinlerin Kur’an ile benzerliği katiyen Kur’an’ın onlardan alıntılar yaptığına delil sayılamaz. Sümer metinleri Tevrat ile aşırı benzerliği vardır. Sümer metinlerine bakan bir ateist Kur’an’ı oradan bazı bölümlerin benzerini almakla itham edebilir. Ama bu bir olasılıktır. Biz Müslümanlara göre de Sümer metinleri bir peygamberin öğretilerinin yüzyıllar boyunca tahrif edilmiş şekli olabilir. Yani o metinlerin tahrif edilmeden önceki kaynağı ile Kur’an aynı kaynaktan olma olasılığı her zaman var. Kur’an Adem ile başlayan bilinç dünyasının ortak hafızada binlerce yıl birikmiş şeklidir. Kur’an’ın iddiası bu yöndedir. O yüzden Kur’an ile Kur’an’dan önceki metinler arasında benzerlik kurarak Kur’an’ı insan yazımı olarak göstererek bir yere ulaşılamaz. Çünkü bu insan yazımı olduğuna kanıt değildir. Mesela Avustralya da yaşayan aborjinler bile nuh tufanını bilir. Buradan iki sonuç çıkar: birinci sonuç ateistlerin dediği gibi Muhammed Kur’an’ı kendisi yazdı ve yazarkende biraz eskilerin efsanelerinden alıntı yaptı. İkincisi ise Nuh tufanı oldu ve bu insanlığın ortak hafızasında bugüne kadar taşındı. Ki Kur’ân’ın bir insan yazısı olmadığı konusunda zerre şüphem yoktur. Başka bir yazıda bu konuyu detaylı olarak yazacağım. Çünkü bu konuda delillerim var. Sümer metinleriyle de karşılaştıracağım.
 

  • Ateizm sizi özgürleştirir. Ateist adam şöyle yapar diye bir şey yoktur. Her şeyi yapabilir.

 
Evet. Tolga İnci’nin bu görüşü son derece yerinde ve mantıklı. Ateistlerin bir sınırı yoktur. Çünkü ona sınır koyan bir Tanrı yoktur. Ateistlerin bir kuralı yoktur. Her ne kadar ahlak kurallarına uyanlar olsa da uydukları o ahlak kurallarını dinlerden devşirirler. Mesela ensest ilişki. Bunun yanlış olduğunu söyleyen dinlerdir. Ateizm felsefesinde böyle bir ilke yoktur.
 

  • Din “Tanrı yapmıştır. Ol dedi oldu” falan diyor başka bir şey demiyor.

 
Bu diğer dinlerde nasıl bilmiyorum ama kesinlikle Kur’an’da “ol dedi oldu” gibi bir cümle yoktur. Kur’an’ın böyle bir iddiası yoktur. Zaten ateistlerin dediği gibi olsaydı Kur’an çürütülmüş olurdu. Çünkü evrenimizin 13.5 milyar yaşında olduğunu biliyoruz. Tanrı “ol” deyince ansızın olmadı. İslam konusunda bilgisizlikten öteye geçmez yukarıdaki iddia. Peki Kur’an’da nasıl geçiyor?
Kur’an’da Bakara 117, Ali İmran,59, Enam 73, Nahl 40, Yasin 82’de “Kun” yani “ol” kelimesi geçer.
 

“Gökleri ve yeri yoktan, eşsiz ve benzersiz yaratan O’dur. Bir işin olmasını murad ettiğinde, ona sadece “ol” der ve o da hemen oluş sürecine girer.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA, 117)
Kur’an çevirilerindeki hatalardan biri yekun muzari fiilidir. Bu fiil gelişerek yenilenen bir süreci ifade eder. (Mustafa İslamoğlu)

 

  • Sanatçı Şehrazat hanım programa mesaj göndererek “Peki ya varsa Tanrı ne olacak?” diye bir soru yöneltti.

 
Tolga İnci bu soruya şöyle cevap verdi:”Bu çok eski bir iddiadır. Belki 15.yüzyıllarda falan ya varsa? sorusu. Ben de tersini söylüyorum. Ya yoksa? Ya yoksa da bir risk. Sonuçta hayatını adıyorsun, ibadet ediyorsun, hep bana karşılık verecek diye bekliyorsun, belki kendini dine adayıp inzivaya çekiliyorsun, yapabileceğin bir sürü şey varken yapmıyorsun. Dinin ahlakı ile kendini sınırlandırıyorsun ve daha iyisini inşa etme şansın yok. Bence inananlar da ya yoksa diye düşünmeli”
Tolga bey ve diğer iki konuk bu soruyu cevaplandırmadılar. Eğer varsa deyip bir şeyler söyledikten sonra peki siz ey inanlar ya yoksa ? siz ne yapacaksınız o zaman ?diye sorsa daha mantıklı bir davranışa imza atmış olurdu. Tolga bey’in dediği gibi olsun. Eğer Tanrı yoksa ne olacak. Cennet ve cehennem olmayacak. Peki bir Müslüman dindar yaşantısında ne kaybedecek? Hiçbir şey. Tolga İnci’nin söylediği hiçbir şey bizler için bir kayıp olmayacak. Hayatınızı adıyorsunuz diyor. Biz hayatımızı erdemli ve onurlu bir yaşama adıyoruz. Tanrı için bir şey yaptığımız yok. Ne yapıyorsak kendimize yapıyoruz. Tanrı’nın bizim kendisine adamamıza ihtiyacı yok zaten. Kendini Tanrı’ya adadığını sanan inanç İslam değil hinduist inançlardır. Kendini Tanrı’ya adama tavrı Hindu inançlardan Hristiyanlığa geçen ruhbanlık, Müslümanlara geçen züht mefhumudur. İslam’da Takva “sorumluluk bilinci” vardır. Züht yoktur. Züht , Hindu akımların etkisiyle tarikatlar tarafından İslam inancına sokulmaya çalışılmıştır. Fakat kesinlikle Kur’an normal hayattan kopup kendimizi Tanrı’ya adayacağımız bir yaşantı bizden istemez. Gelelim Tolga İnci’nin “hep bana karşılık verecek diye bekliyorsun” iddiasına. Diğer dinleri bilmem ama bu düşünce kesinlikle bir müslümanda olmaması gereken düşünce. Kur’an bu düşünceyi desteklemez. İslam inancına göre Allah’ı hakkıyla takdir etmek Allah’ın hakkıdır. Allah’a hakkını teslim etmeye çalışmak , onun gücü ve kudretine saygı duymak için yaparız yapacağımız şeyleri. Allah ensest ilişkiye yanlış diyorsa biz onun bilgeliğine güvendiğimiz için bunu kabul ederiz. Ensest ilişki yapmayalım da diğer dünyada bize ödül verilsin mantığıyla yaklaşmayız olaya. Tolga İnci: “belki kendini dine adayıp inzivaya çekiliyorsun” Bu düşünce de dediğim gibi İslam inanışında yoktur. Hindu inançlarındaki züht felsefesinin inanışıdır bu. Tolga İnci: ” yapabileceğin bir sürü şey varken yapmıyorsun” diyor. Buna örnek vermesi gerekirdi. Mesela atistin yapıp bizim yapmadığımız şey nedir? İçkiyi kast ediyorsa zaten içkinin zararlı olduğu herkesçe kabul edilir, zinayı kast ediyorsa o da hakeza öyle. Yani biz yararlı olup neyi yapmıyoruz da ateist yapıyor? Tolga İnci: ” Dinin ahlakı ile kendini sınırlandırıyorsun ve daha iyisini inşa etme şansın yok” Bu iddia da kesinlikle bir temeli olmayan bir söylem. Daha iyisini inşa edemezsin diye bir söylemi hiçbir din iddia etmez. Dinler genel ahlak kurallarını inşa eder. Daha iyisini kurmayı elbetteki insana bırakır. Örneğin İslam sarhoşluk veren içecekleri kısıtlarken o dönemde olmayan uyuşturucuyla ilgili bir argüman geliştirmez. Ama biz aklın örtülmesini sağlayan şeyleri kullanmamamız gerektiğini Kur’an’ın sarhoşluk verici şeylerden uzak durun ilkesinden çıkarıyoruz. Tolga din ahlakı ile kendimizi sınırladığımızı iddia ediyor. Kur’an; çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, gıybet ve dedikodu etmeyeceksin, başkasının iffetine göz dikmeyeceksin, kendin için istediğini başkası için de isteyeceksin, insanlara ve inanışlara saygılı olacaksın, kumar, içki gibi zararlı şeylerden uzak duracaksın, ensest ilişkiye girmeyeceksin der. Bunlar Kur’an’ın ahlak ilkelerinden bazılarıdır. Tolga bey bunları sınırlama olarak mı görüyor?
 
Konuyu toparlayayım. Ateizm Derneği ateistlerin haklarını korumak, onları mahalle baskısından korumak için kurulduğunu ifade etti. Bunu çok doğru buluyorum. İnşallah kendilerinin inançlarına saygı duyulmasını sağlarlar. Bunu sağlamak için sadece Ateizm Derneği değil biz Müslümanlarda onların inançlarına, fikirlerine saygı duyulmasını sağlamak zorundayız. Yeni nesilleri Kur’an terbiyesi ile büyütmeli ve kendisi gibi düşünmeyene kırmızı şal görmüş boğa gibi saldırmaması gerektiğini öğretmeliyiz. Yazımın başlangıç bölümünde belirttiğim gibi bu eleştriyi sadece programa katılan üç kurucunun bazı söylemlerinin doğru olmadığını göstermek için kaleme aldım. Yani islam’ı da diğer dinlerin zaaflarına ortak edip “din bu” demelerinin yanlışlığına vurgu yapmak ve İslam konusunda bilgi eksikliklerinin muazzam derecede büyük olduğunu belirtme ihtiyacı duydum. Bu yazımı ateistlere karşı tartışma açmak için değil programda verilen bilgilerin kişisel yorum olduğunu anlamayıp bilim olduğu  vehmine kapılacak  Müslüman genç beyinlerimiz için yazdım.
 
 

Görüntülenme 6,126
Yayın 15 Mart 2017
güncellendi

Bu Sorunun cevabını size anlatmam için size biraz ön bilgi vermek zorundayım. Lütfen aşağıdaki ön bilgileri okumadan Tanrı’yı kim yarattı bölümüne atlamayın. Sabırla tüm yazıyı okursanız aşağıdaki ön bilgiyi niçin verdiğimi anlayacaksınız. Şimdi geçmişte ünlü ateist bilim adamları nasıl düşünüyordu ona bakalım.
 

"Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve evrenin yoktan var edilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için, her şeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten (yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir. Görüyoruz ki, idealistlerin kanıtları, bilimlerle karşı karşıya geldiklerinde, tutunamazlar; oysa materyalist filozofların kanıtları, bilimlerin kendilerinden ayrılamazlar." ( GEORGES  POLİTZER, FELSEFENİN BAŞLANGIÇ İLKELERİ , ERİŞ YAYINLARI S.76 )

Georges Politzer (d.1903 – ö.1942), Macar kökenli Fransız Marksist yazar ve felsefecidir. Tüm materyalistler gibi Politzer de bilimin henüz genç çağlarında olduğu 20 yy.da bu satırları kaleme alırken bilimin kendilerine hizmet ettiğini düşünüyordu. Politzer’in “Felsefenin Başlangıç İlkeleri “ adlı eserini okuduğunuzda bilimin Tanrıyı çürüttüğünü, Tanrı’nın bilim karşısında tutunamadığını iddia ediyor ve şöyle ekliyordu “Eğer evren ezeli değil de sonradan oluşmuş olsaydı o vakit Tanrı yarattı derdik, fakat bilim bize gösteriyor ki böyle bir şey olamaz”. Politzer’in bu satırlarından çok değil birkaç yıl sonra Big Bang teorisi ispatlanınca tüm ateist bilim adamları büyük şok yaşadı. Hatta bazıları kabul etmediği gibi “Bu gerçek olamaz” gibi demeçler vermeye başladılar. Çünkü dinlerin iddiasını, başlangıcı olan evren modelini ispatlamışlardı:Tanrı dışında hiçbir şey ezeli değildi. Evren de dahil.

Ateistler de şöyle bir algı var. Bilim dinin karşısındadır ve dinleri bir gün çürütecek. Politzer gibi 20 yy.da doğmuş bir ateist de aynı şekilde düşünüyor, bu yüzyılda doğmuş bir ateist de. Bilimi insanlığın ortak birikimi olarak değil kendi koltuk değnekliğini yapan bir nesne olarak görüyorlar. Bu durumun asıl sorumlusu dindar insanlardır. Yobaz dindarların bilime sırt çevirmesiyle birlikte bilime ateizm sahip çıktı. Bilimi tekeline alan ateistler kendi felsefelerini de bilimle birlikte insanlara sunuyorlar. Hal böyle olunca ateizm’in beslendiği tek kaynak bilimmiş gibi bir algı oluştu. Hatta dini inanca sahip toplumlar bilimden o kadar uzak ki Big Bang’in varlığının Tanrı’nın en büyük delillerinden biri olduğunu göremiyorlar. 20. yy.da Big Bang’in var olduğunu söyleyen bilim adamlarına ateist bilim adamları şiddetle karşı çıkmıştı.Çünkü Big Bang onların iddialarını çürtümüştü. Kızgındılar, öfkeliydiler.
 

The New Yorker yazarlarından Jim Holt’un “Big Bang Theology” başlıklı makalesinde de belirttiği gibi “Big Bang, bilim tarihinde Allah’ın yaratışını tasdik ettiği için kabul görmeyen tek görüştü.”  Big Bang ispatlanınca ateist bilim adamları büyük oranda hayal kırıklığına uğradı.  Alman kimyacı Walter Nernst Big Bang teorisiyle ilgili düşünceleri sorulduğunda “bu bulguları kabul etmenin, bilime ihanet olacağını” iddia ediyordu. (GOD AND THE ASTRONOMERS, S. 104)

Ünlü fizikçi Arthur Eddington şu satırlarında bu psikolojik yapıyı ortaya koymuştur. “Bu konuyu (evrenin genişlemesi) ele alıştaki zorluk, bunun, her şeyin ani ve özel bir başlangıcı olduğunu gerektirmesindendir. Evrenin başlangıcı olduğu fikrini, felsefi açıdan iğrenç buluyorum...” (BİG BANG TANRI, S. 62)
 

Böyle onlarca kabullenemeyişi size sunabilirim ama konuyu uzatmak istemiyorum. Tüm bunlara rağmen gel gör ki dindarlar o kadar kafasını kullanmaktan aciz ki bugün “Tanrı yok” diyen 21. yy ateistleri bu iddialarını savunurken Big Bang’e sarılıyorlar. Ne kadar tuhaf.  Big Bang’in bulunmasını tam bir hüsran ile karşılayan geçen yüzyılın ateistlerine karşılık bugünün ateistleri dindarlara karşı Big Bang’i savunuyor.  Politzer bugün yaşasa eminim ki bu sefer yine bilimden destek aldığı iddiasına tutunarak “Tanrı yoktur” diyecekti. Çünkü ateistler de önyargılara sıkışmış  durumdalar. Tanrısızlığa kendilerini koşullandırıyorlar. Dindarları eleştirdikleri hastalık kendilerinde de mevcut: Bağnazlık.

Peki , Karl Marks ne diyordu?

 

“Ya Tanrı evrene göre öncedir. Evren Tanrı’nın eseridir ve Materyalist felsefeler hatalıdır.  Ya da madde öncedir ve ezelidir, Tanrı yoktur,  her şey madde ile açıklanır, Tek Tanrılı dinler hatalıdır.”

Yukarıdaki mantık Karl Marks ve Friedrich Engels'in beraber yazdığı "Felsefe İncelemeleri" adlı kitaptan çıkardığımız özettir. Marks’ın demek istediği şu eğer maddenin (evrenin) bir başlangıcı olduğu bulunursa materyalist düşünce hatalıdır. Eğer başlangıcı yoksa evren ezeli ise dinler hatalıdır. Big Bang bugün materyalist felsefeye en büyük darbeyi indiren bilimsel buluştur.

Big Bang’in var olduğunun delilleri neler?

Bu konu için başka bir yazı yazmayı düşünüyorum. Çünkü konunun çok fazla uzayıp ana soru olan “Tanrıyı kim yarattı?” sorusundan konuyu uzaklaştırmak istemiyorum. Kanıtlar kabaca şunlar:

1. Evrenin genişlemesi: Geçmiş asırlarda sabit durum teorisi vardı. Bu teoriye göre evren sabitti genişlemiyordu veya daralmıyordu. Evrenin genişlediği bulununca tüm maddenin eskiden bir noktada olduğu anlaşıldı. O nokta patlamış ve patlamanın etkisiyle evrenin hala genişlediği ortaya çıktı. Bu konuda Hubble’ın bulgularına çok şey borçluyuz. Onun bulguları ilk başlarda büyük tepkilerle karşılaştı. Bulgular karşısında materyalist ve ateist bilim adamlarının tepkisini, bilim yazarı David Filkin Stephen Hawking’s Universe (Stephen Hawking’in Evreni: Kainatın Sırları) adlı kitabında şöyle tarif eder:
 

"Genişleyen bir evren, değişmez, nihayetsiz ve ebedi bir evren fikrine sıkı sıkıya bağlanmış olan ateist bilim adamlarının çoğunluğunun kabul edemeyecekleri bir kavramdı. Genişleyen herhangi bir şey değişmez olamazdı. Bu nedenle Hubble’ın bulgularını göz ardı etmek ya da küçümsemek eğilimi belirmişti. " (DAVİD FİLKİN, STEPHEN HAWKİNG’İN EVRENİ: KAİNATIN SIRLARI, AKSOY YAYINCILIK, 1998, S. 81)


2. Hidrojen- Helyum oranı: Yıldızlardaki Hidrojen elementi sürekli Helyum elementine dönüştüğü bulundu. Eğer evren ezeli olsaydı Hidrojen’in tamamı Helyum’a dönüşecekti. Dolayısıyla evrenin ezeli olmayıp bir başlangıcının olduğu ortaya çıktı.

3. Kozmik Fon Radyasyonu: Evrenin ilk patlamasından bize miras kalan bir ışımadır. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı kozmik fon radyasyonunu, aslında bunları aramadıkları halde, keşfettiler. Bunun için Nobel ödülü bile aldılar.

4. Entropi Yasası: Evrenin sürekli bozulmaya uğradığını öğrendiğimiz yasa. Eğer sürekli bozulma olmayıp her şey sabit olsaydı. O zaman her şeyin sonsuzdan gelip sonsuza kadar yaşayacağını söyleyebilirdik. Ama durum tam tersi. Bu, maddenin bozulma olayı evrenin ezelden beri var olmadığının kanıtıdır.

5. Elementlerin Yarı Ömürleri: Elementin yarı ömrü dediğimiz bir yaşam süresi var. Bu konuyu lise kimya kitaplarında radyoaktif maddeler bölümünde görmüştür sayısal bölümündeki öğrenciler. Elementler ezelden gelseydi şimdiye kadar hepsi ömrünü tüketmiş olurdu. Elementlerin hala olması ezelden beri maddenin olmadığının delilidir.

 
Geçen asrın en ateşli ateistlerinden biri olan Antony Flew ve düşüncesi


Antony Garrard Newton Flew, (d.1923 - ö. 2010), Britanyalı filozof. Din felsefesiyle ilgili çalışmalarıyla tanınır. Flew, geçmişte ateizmi kuvvetle desteklerdi, Tanrı hakkında bir kanıt ortaya çıkıncaya kadar ateizmin kabul edilmesi gerektiğini savunurdu.  2004 yılında deizme döndüğünü açıkladı. Bu yüzden birçok ateist kendisine hakaret etmiş, onu aşağılayan karikatürler çizmiştir. Prof. Dr. Antony Flew'in, "Tanrı'nın varlığının ve kendi yanılgılarının kanıtları"nı sunduğu "Yanılmışım, Tanrı Varmış" adlı bir kitap yazmıştır. Müslümanlara Turan Dursun örneğini verip “bakın bir müftü bile ateizmin mantıklı olduğunu söylüyor” diyen ateistler Antony Flew’in de bilime dayanarak Tanrı’nın varlığına inandığını  unutmamalılar. Her tür inanca mensup insanlar belli zaman sonra fikrini değiştirebilir. Bir adam fikrini değiştirdiği için o fikir çürütülmüştür mantığı temeli olmayan bir düşünce sistemidir.

Antony Flew şöyle der: “İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Bende bir itirafta bulunacağım: Big Bang Modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir. Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir: Evrenin başlangıcı olduğu iddiasını.” (Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse, Cosmos, Bios, Theos, La Salle II: Open Court Publishing, 1992, s.241)
 
Yukarıdaki tüm bilgileri aslında Tanrıyı kim yarattı? sorusuna vereceğimiz yanıtlara  bir temel oluşturmak içindi. 21. yy  ateistlerine nazaran 20.yy ve daha önceki asırların ateistleri bu soruyu mantıksız buldukları için hiç sormadılar. Onlar evren mi sonsuz yoksa Tanrı mı sonsuzu tartıştılar. Eğer sonsuz olan Tanrıysa onun yaratıcısı olmayacağının idrakindeydiler. Fakat yeni nesil ateistler demogoji yaparak “teizmi” parçaladıklarını, çürüttüklerini sanıp mutlu olmaktalar. Richard Dawkins “Tanrı Yanılgısı” adlı kitabında bu soruyu çokça dillendiriyor. Eğer bunları Tanrı yarattıysa Tanrıyı kim yarattı? Açıkçası bir lise ya da üniversite öğrencisinin bu soruları sormasını normal karşılamama rağmen Richard Dawkins gibi bir bilim adamının bu tür basit sorular sormasına bir türlü aklım ermiyor. Buna aklı ermeyen başka biri de var. Felsefeci John Lennox. Katıldıkları bir programda John Lennox, Richard Dawkins’e hitaben şunları söylüyor:
“Tanrı yanılgısı kitabındaki Tanrıyı kim yarattı? Sorusuna değinmek istiyorum. Çünkü bu çok çocukça bir soru. Senin gibi bir bilim adamından bunu temel argüman olarak beklemezdim. Çünkü bu sorudan Tanrı yaratılmıştır sonucu çıkıyor. Bu yüzden kitabın ismini “Tanrı Yanılgısı” koymana hiç şaşırmadım, çünkü yaratılmış Tanrılar zaten bir yanılgıdır. ”

Tanrı’yı / Allah’ı Kim Yarattı?

Nihayet konuya giriş yapabildik. Buraya kadar sabırla geldiyseniz artık sorunun cevaplanma vaktidir. Bu soru aslında mantık hatası ile inşa edilmiştir. Şimdi bir ateist “Tanrı yok” fikrini savunuyorsa, Tanrı olmadığı için Tanrıyı yaratacak bir Tanrı da yoktur. Onlar için işler kolay. Bu soru da en az "Tanrı" fikri kadar saçmadır onlar için. Sadece biz inançlıların inancıyla kendi üstün zekalarıyla alay etmek için bu soruyu sorarlar. Fakat bir ateist samimi olarak bunun cevabını arıyorsa onlar için ve bu soruyu çok anlamlı bulan Müslüman kardeşlerim için cevaplamaya çalışacağım. Şimdi Tanrı varsa onu kim yarattı? sorusunu soran bir ateistin karşısına bir yol ayrımı daha belirir. O da hangi din’in Tanrısı? Biz Müslümanların inandığı Allah ile Hristiyanların veyahut Yahudilerin inandığı Yehova aynı Allah değildir. Ben Kur’an’ın  tanıttığı Allah üzerinden yazıma şekil vereceğim. Soru felsefi olduğu için bende yazının ilerleyen bölümlerinde felsefi olarak sorunun hatalı olduğunu anlatacağım. Bu sorunun hatalı olduğunu anlamanız için yukarıdaki ön bilgilerin bir benzerini daha vermem hayati derecede önemli. Yani Biz bu soruyu düşünmeden önce ilk iş olarak Tanrı kavramını bilmek zorundayız. Allah kendisini nasıl tanıtıyor? Veya nasıl tanımlıyor? Ezeli olan, başlangıcı olmayan, sonu olmayan, ebedi olan, yoktan bir şeyi var eden, hep var olan , yaratılmayan. Allah’ın bu  özelliklerini bilen biri bu sorudaki tanım hatasını hemen görür. Allah’ı en iyi açıklayan İhlas Suresidir. İhlas suresi Allah’ın Allah’ı tanıttığı suredir.
 

“(Ey muhatab!) De ki: O Allah’tır; eşsiz-benzersiz bir tek’tir. (1) Allah Samed’dir. (2) O doğurmamış/doğurtmamıştır ve doğurulmamıştır.(3) Ve hiçbir şey O’na asla denk ve benzer olmamıştır.(4)(HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- İHLAS SURESİ)

İlk ayette Allah yaratıcı olarak bir tek ben varım diyor. İkinci ayette Allah samed’dir cümlesinde samed Türkçeye  ya da başka bir dile çevrilemeyeceğinden o şekilde yer alır. Samed, hem “her şey kendisine muhtaç olup kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan”; hem “ilk sebep ve son gaye” veya “öncesiz ilk sonrasız son”; hem “ eksilmeyen ve artmayan”; hem de “evrenin eşsiz sahibi” anlamlarına gelir. Surenin üçüncü ayeti Allah’ın hem anne ve baba olmadığını hem de birilerinin çocuğu olmadığını ifade ediyor.Yani yaratılmadığına vurgu yapıyor. Dördüncü ayette ise Allah noktayı bırakır. Kendisi dışında “yaratıcı” özelliği olan başka hiçbir varlığın olmadığını şöyle vurgular “Hiçbir şey O’na asla denk ve benzer olmamıştır”.

Biz bu sure ve Kur’an’ın tamamından şu bilgiyi öğreniyoruz: Allah yaratılmamıştır, kendiliğinden hep var olandır. Ateistlerin dediği gibi  eğer evreni Tanrı yarattıysa yani böyle bir ihtimal varsa Tanrıyı bir anda olsa kabul etmiş oluruz değil mi? Eğer bunu kabul etmişsek Tanrı’dan başka bir Tanrı olmadığını da kabul etmek zorunda kalırız. Niye mi? Çünkü biz bir an dahi Tanrı’nın evreni yarattığını varsayarsak Tanrı’nın dinlerdeki tüm tanım ve özelliklerini de kabul etmiş oluruz. Tanrı’yı kabul edip onun yaratılmayan özelliğini kabul etmezseniz, Tanrıyı kabul edip onun yiyip , içmediği bilgisini reddederseniz saçma bir tavır sergilemiş olursunuz. Bu şuna benzer. Ben hayali iki önerme  sunayım sizlere. Birinci önermem melekler vardır. İkinci önermem ise  meleklerin iyilik dışında bir yeteneği yoktur. Yani kötülük yapamazlar. Ateist gelip bana diyor ki “Tamam melekler vardır. Ama niçin kötülük yapıyorlar?” ben de diyorum ki “Bak güzel kardeşim meleklerin tanımında yani özelliğinde kötülük yoktur. Onlar sadece iyilik yapabilirler. Sen melekleri kabul ediyorsan onların özelliği olan kötülük yapamamayı da kabul edeceksin.” Ateistin sorusu mantık hatası içeriyor. Meleği kabul ediyor ama meleğin iyilik dışında bir şey yapamayacağını yani onun temel özelliğini kabul etmiyor. Bu abes. Allah için de aynı şeyi düşünebiliriz. Siz Tanrı varsa diyorsanız. Tanrının yaratılmadığını, yemediğini, uyumadığını, dinlenmediğini de kabul etmelisiniz ve sorularınız Tanrı’nın bu özellikleri üzerinden sormalısınız. Bilmem bu somutlama kafanızda bir şey canlandırdı mı? Eğer sorunun mantık hatası taşıdığını hala canlandıramadıysanız işte size çok daha somut bir anlatım. Allah’ın kendisine yaptığı tanımı (hep var olma özelliğini) kabul etmemek şunu demektir: “Tamam ey Tanrı, sen diyorsun ben tek yaratıcıyım. Peki sen tek yaratıcıysan seni kim yarattı?” bunun ne kadar mantık dışı bir soru olduğunu anladınız mı? Zaten Tanrı kendini tek ilan etmişken kalkıp seni kim yarattı deyip Tanrılar peydahlamak ve işi inkarda diretmek için  domogojiye sürüklemek ne denli samimi bir tavırdır bilemiyorum.

Ayrıca “Allah’ı kim yarattı?“ gibi bir soru felsefede “kategori hatası” olarak adlandırılır. Bu soruda kavram kargaşası vardır. Bu soru neye benzer birkaç farklı örnek vereyim:

1.  Bu soru “siyah rengin ağırlığı nedir?” sorusuna benzer. Böyle bir soru size çok yanlış gelir değil mi? Çünkü rengin ağırlığı olmaz. Yani  rengin böyle bir özelliği yoktur. Aynen bu örnekte olduğu gibi Tanrı’nın da özelliğinde yaratılmış olmak yoktur.
 
2.  Üçgen üç kenarlıdır. Çünkü tanımında üç kenarlı olduğu geçer. Bu onun özelliğidir. Ama bu üçgenin dördüncü kenarı nerdedir? Sorusuna benzer.Üçgenin dördüncü kenar gibi bir özelliği yoktur ki dördüncü kenar soruluyor Aynen bu örnekte olduğu gibi Tanrı’nın da özelliğinde yaratılmış olmak yoktur.
 
3.  Bir er’e kim emir verir? Uzman çavuş diyelim. Uzman çavuş’a kim emir verir? Astsubay. Peki ona kim verir? Subaylar. Subaya kim emir verir ? Genel Kurmay Başkanı. Ona kim emir verir? Başkomutan. Peki Başkomutan’a kim emir verir? Sorusu mantıksızdır. Bu silsilenin ana kaynağı odur. Kimse ona emir veremez. Çünkü o kendinden emir vermeye yetkilidir. Bu başkomutan olmasının ona doğal olarak getirdiği bir özelliktir. Aynı şekilde Allah’ı düşünün onun yaratılma sıfatı yoktur. Yaratılmama ve hep var olma onun kendiliğinden olan özelliğidir. Yaratma özelliği bir noktada durmalı. Tıpkı emir verme mercinin bir noktada durması  gibi.
 
 
Yukarıdaki anlattığım 3 maddede mantık hatalarını somutlaştırarak vermeye çalıştım. Şimdi size Allah’ı kim yarattı sorusunun da bu şekilde tutarsız olduğunu gösterelim. Şimdi Lütfen tüm dikkatinizi aşağıda yazacağım cümleye odaklayın. Anlamazsanız tekrar baştan okuyun. Çünkü bu sorunun mantıksız olduğunun en büyük delilini size vereceğim.

Bu Soru Niçin Mantıksız?

  1. Allah kelimesinin tanımı “yaratılmamış” olandır.
  2. Bir diğer tanımı (sonradan var olan her şeyin) “yaratıcı”(sı)
  3. Tanımı toparlarsak: Yaratılmamış olan yaratıcı.
  4. Şimdi Allah’ı kim yarattı ? sorusundaki Allah kelimesini kavramsal Allah tanımı ile değiştirelim ve sorunun içindeki mantık hatasının sır perdesini aralayalım.
  5. Allah’ı kim yarattı ?  == Yaratılmamış olan Yaratıcıyı kim yarattı?

Yukarıdaki soruda mantık hatasını gördünüz mü? Bu soru sadece Tanrı inancı taşıyan bir dindar için değil aynı zamanda samimi bir ateist için de anlamsız bir sorudur. Bir ateist Allah varsa onu kim yarattı? diye sormamalıdır. Çünkü Allah’ın varlığını kabul eden biri onun yaratılmamış olduğunu da kabul eder. Yani Allah'ı kabul ediyorsan onun tüm özelliklerini de kabul etmelisin. Allah'ı kabul edip aynı zamanda onun yemediğini kabul etmemek çarpık ve yanlış bir Allah inancını beraberinde getirir. Mesela İslam inancındaki Tanrı olan Allah’ı kabul etmek isteyen bir ateist onun Kur’an’da kendisini tanımladığı şeklini kabul eder. Allah kendisini hep var olan, sonsuz, yaratılmayan bir Tanrı olarak tanımlar. Aynı zamanda kendisi dışında bir Tanrı peydahlanması asla kabul etmediği biz Kur’an’dan öğreniyoruz. Buna islam’da şirk inancı denir. Allah’ın üstünde ya da alt seviyesinde ya da ona ortak olan bir Tanrı’nın varlığını kabul eden kişi İslam inancını reddetmiş olur.

“Allah evreni yarattıysa Allah’ı kim yarattı?” mantığı Allah’ın kendisini tanıttığı gibi kabul etmeme eylemidir. Ateistlerin bunu anlamakta zorlanmalarını anlıyorum. Çünkü biz yaratılmamış bir varlık görmedik. Big Bang’den beridir var olan her şey yaratılmıştır. Yani  biz sürekli yaratımın olduğu evrende doğduk. Tanrı gibi evrenin dışında mekan ve zamanın ötesine hiç geçmedik. Bu yüzden anlamakta zorlanıyoruz. Bir şey’in yaratılmayıp, hep var olması fikri bize imkansız geliyor. Ama şu bir gerçektir ki Allah yaratılsaydı Allah olmazdı. Bir şey yaratılıyorsa o yaratan değildir. Yani o da başka Tanrının kuludur derdik. Şimdi ortada bir bilgisayar yazılımı olsun. Diyorsunuz ki bu yazılımı Ahmet yazdı.  O zaman şu soruyu sorar mısınız? Ahmet’i kim yazdı? Saçma çünkü Ahmet’in kendisi bir yazılım değil ki başkası tarafından yazılması mümkün olsun. Aynı mantık Allah için geçerli “evreni kim yarattı?” diyorsun. Allah diyor. “O zaman Allah’ı kim yarattı?” Allah yaratılanlar gibi maddeden yani atomlardan oluşmuyor ki. Biz atomdan oluşmayan bir varlığa hiç  şahit olmadık ki  öyle bir varlığın tüm özelliklerini bilelim. Allah zeus değildir. Bu yüzden bir insan yaratıldıysa Tanrı’da yaratılır demek Tanrıyı atomlardan oluşan bir varlık gibi görmektir. Tanrı yemek de yemez, su da içmez, uyumaz da. Tanrı insan değildir ki onu insan gibi  düşünelim. Bir ateistin ben ölümlüysem Tanrı’da ölümlüdür. Ben yaratıldıysam o da yaratılmıştır mantığının elle tutulur bir tarafı yoktur. Onu insan gibi tasavvur etmekten vazgeçip, bir ateistin ben ölümlüysem, Tanrı ölümsüz olmalı ya da ben yaratıldıysam benim Tanrım yaratılmamış olmalı ki benden üstün olsun diye düşünmeli.
 

Tanrıyı kim yarattı? sorusunun arkasında nedensellik kavramını yanlış anlamamız yatar

 

Şimdi bu örneği verdikten sonra artık biraz daha bilimsel ve felsefi delillerimize geçme vakti geldi. Biz nedensellik ilkesini yanlış yorumluyoruz. Ne demektir bu? Nedensellik, her sonucun bir nedeni vardır demektir. Yani bir şey , başka bir şeyin sonucuysa onun nedeni var demektir. Yani şunu demek istiyor. Tv’nin olmasının sebebi onu bir fabrikanın üretmesidir. Ya da bir resmin var olma sebebi bir ressamdır. Bu konuda Paul Devies şöyle der;
 

“Zamanın olmadığı yerde ise, alışılmış anlamda nedensellik de olmaz.” (PAUL DEVİES, SON ÜÇ DAKİKA S.35)

Nedensellik yani her sonucun bir sebebi muhakkak gerekir. Ama bu zaman ve mekanın olduğu yerde geçerlidir. Yani bizim evrende. Allah  zamandan ve mekandan bağımsız bir güçtür. Zaman ve mekanı kendisi yaratmıştır ve bunların mahkumu değildir. Her sonucun bir sebebi vardır ilkesi sadece evrenimizde geçerli bir kanundur. Allah bir sonuç olmadığı için onun bir sebebi de yoktur. Siz her şeyin nedeni olan bir varlıktan söz ettiğinizde yani zorunlu varlıktan (İbn-i Sina’nın tabiriyle) söz ettiğinizde onun nedeni nedir diyemezsiniz. Çünkü o hiçbir şeyin sonucu değildir. Şimdi bir topa vurduğunuzu düşünün. Top sizden uzaklaştı. Sonuç ne? topun uzaklaşması. Peki bunun sebebi ne? Sizin topa vurmanız. Yani topa vurmanız neden , topun uzaklaşması sonuçtur. Her sonucun onu oluşturan bir sebebi vardır. Ama zorunlu varlık nedeni olmayan varlıktır. Çünkü  hiçbir şeyin sonucu değildir.  İnsan’ın var olma sebebi Dünya’dır. Dünya sebep insan sonuçtur. Dünyanın var olma sebebi galaksimizdir. Galaksi sebep , Dünya sonuçtur. Galaksimizin var olma sebebi evrendir. Evren neden, galaksi sonuçtur. Evrenin var olma sebebi Allahtır. Allah nedendir, evren sonuç. Ama Allah nihai kaynaktır. Allah’ın herhangi bir olayın sonucu olmadığı için Allah’ın nedeni nedir sorusu yanlıştır.

Şöyle somutlaştırayım. Bir kitaptan bir söz okudunuz. Bu sözü kimin söylediğine dair ne kadar geriye giderseniz gidin illa bir insan’da duracak. O sözün kaynağı o insan olacak gerisi yok. Tanrı’da böyledir. Ne kadar geriye giderseniz gidin o ana kaynakta duracaksınız. Çünkü bu onun tanımında var. Bilinen ve bilinmeyen her şeyi o yarattı. Ama sadece kendisi hep var(dı). Sonsuz silsileler mantıken geçersizdir. Mesela bugün evrendeki her yıldız, her galaksi, her gezegen, her canlı kısacası her şey sonsuza kadar geriye gitmez. En fazla Big Bang’e kadar 13.5 milyar yıl geriye gidebiliriz. Oradan sonra bir kaynak olması gerekir.Kısacası her şeyin değil var olmaya başlayan her şeyin bir sebebi vardır.
 

Bu soru bilim felsefesine aykırıdır

Bilim felsefesine göre bir şey en iyi açıklamaysa o şeyin de açıklaması olması gerekmez. Şimdi örnek verelim. Daha önce hiç gitmediğiniz ıssız bir adaya ilk defa gittiğinizi varsayalım. Adada bir bisiklet gördüğümüzü. Bisikleti görünce ilk açıklamamız ne olurdu?  İlk düşüncemiz “Bu adaya daha önce insan gelmiş olmalıdır” şeklinde olurdu. Bu bisikleti insan buraya bıraktıysa, insanı kim buraya bıraktı? Sorusunu sorup , bu yüzden “bu bisikletin açıklaması insan olamaz” diyebilir miyiz? Kaynağın insan olduğunu söyleyebilmek için insanı da açıklamak gerekiyor mu? Elbette hayır! Zaten her şeyin açıklaması olması gerekseydi bilimi çürütmüş olurduk. Çünkü o zaman hiçbir bilimsel veri yeterli olmazdı (o verilerin de açıklaması olması gerektiği için). Yukarıdaki bisiklet örneğini tekrar anlatayım. Issız adada bir bisiklet bulduğunuzu düşünün. Bu bisikleti kim yaptı sorusunun bilimsel en iyi açıklaması insandır. Ama siz kalkıp da “hayır cevap insan olamaz peki insanı kim yarattı?” derseniz bu dünyada hiçbir sorunun bilimsel cevabı olmaz. Anladınız inşallah. Aynı mantık ile evreni Allah yarattı? diyen birine “Hayır ! Eğer Allah yarattıysa Allah’ı kim yarattı?” demeniz evreni kim yarattı sorusunu sonsuza dek cevapsız bırakmak için kurgulanmış bir demogojidir.

Bu konuya bir örnek daha vereyim. Diyelim ki birisi önünüzdeki “Tanrı Yanılgısı” adlı  kitabı işaret ederek “Bu kitabı kim yazdı? Bu eserin sahibi kim?” diye sordu. Siz de ona Richard Dawkins dediniz. O da size “Bu yeterli değil, Richard Dawkins’i kim yarattı? Richard Dawkins’in sahibi Kim?” dese ne olur? Saçma olur . Çünkü o eseri yazanın sahibi Dawkinstir. En iyi açıklama budur. Eğer bu kitabı Dawkins oluşturduysa  Dawkins’i kim oluşturdu? deyip kitabın yazarı açıklamasını kabul etmez ve açıklamanın da açıklamasını isterseniz, şu an Dünya üzerinde bildiğiniz her bilimsel veriyi reddetmeniz gerekirdi.

Allah ile ilgili elimizdeki verilere biraz daha bakalım


1.  Şu açıdan bakın. Allah kendisini sonsuz bir kudret olarak tanımlıyor. Sonsuz bir kudreti (Tanrıyı) yaratacak olan kudret sonsuzun üstünde bir kudret (Tanrı) olmalıydı. Yani bu iddia mantık dışıdır. Allah sonsuz güç ise onu yaratacak olan güç sonsuz+1 gücünde olmalıydı. Bu ise abes bir durumdur. Çünkü sonsuzdan daha güçlü bir rakam yoktur.
 
2.  Allah zati bir varlıktır. Ne demek bu? Özelliği kendinden olan demektir. Şöyle bir örnek vereyim. Bütün ıslak maddelerin ıslaklık kaynağı sudur. “Peki suyun ıslaklık kaynağı nedir?” diye sorulmaz. Çünkü suyun ıslaklığı kendindendir. Kaynak kendisidir.
 
3.  Her yaratılanın bir yaratıcısı vardır, ama yaratıcının yaratıcısı olamaz. Bu yüzden konuşurken asla her şeyin yaratıcısı vardır denilmemeli.  Her şeyin yaratıcısı vardır demek Tanrı’nın da yaratıcısı var demektir. Bunun yerine şöyle denilmeli: her yaratılanın yaratıcısı vardır.
 
4.  En basitinden kelime-i şahadette ne diyoruz. Allah’tan başka ilah yoktur. Bu ne demek? Allah’tan başka yaratıcı gücüne sahip bir varlık yoktur demek.

Eğer Allah yaratılmamış ise sonsuz olmak zorundadır. Peki bir ateistin Allah’ın sonsuz olduğu varsayımına itiraz etme hakkı var mıdır? Yoktur. Eğer Allah varsa bir ateist onun sonsuz olduğunu da kabullenmelidir. Eğer Allah yoksa evren sonsuz olmak zorundadır. Yani evren ezeli olmak zorundadır ki biri evreni yaratmış demeyelim. Samimi bir ateist evrenin ezeli olduğuna inanmalıdır. Aksi halde başlangıcı olan bir evren modeli şu soru uçurumuna bizi  yuvarlayacaktır. O halde başlangıcı olan bu evreni ne başlattı? Evrenin başlangıcı varsa buna ne sebep oldu diye sormak gayet yerinde değil midir? Tanrı mı yoksa? Fakat ,Big Bang evrenin ezeli olmadığını gösterdi. Şimdi ne olacak ? Ben bir ateist olsaydım Ya deist ya da agnostik olurdum herhalde. Çünkü bilim ateizme sırt çevireli 90 yıl oldu. Big Bang ateizmin güvendiği karlı dağlar. Bir zamanlar evrenin sonsuz olduğuna inanan ateistler Allah’ın sonsuz olabileceğine niçin ihtimal vermiyor?  Bu kısımda Dawkins yine parlak fikrini bize sunuyor ve diyor ki  “Tanrı evrenin yapısından daha karmaşık, bu yüzden Tanrı açıklamasına başvuramazsın. Bir açıklama bir fenomenden (olaydan) daha basit olmalıdır” Dawkins’in bazı yanılgılarına anlam vermek zor. Allah’ın varlığının karmaşık olduğunu nerden çıkardı. Bir biyolog gözüyle Tanrıyı laboratuarında incelemiş gibi konuşuyor. Allah’ın varlığı karmaşık falan değildir. Tek oluşu mu karmaşık? Allah evrendeki cisimler gibi dağınık ya da sonsuz parçalardan oluşmuyor ki karmaşık olsun. Allah’ın ilmi karmaşık olabilir. Dawkins bu iki kavramı karıştırıyor. Varlık bakımından Allah evrenden daha karmaşık değildir. Bizim gibi atomlardan oluşmayışı, yiyip, içmemesi, ezelden beri var olması ve ebediyen olacak olması sebepleriyle onun varlığını beynimizde oturtamıyorsak bu onun karmaşıklığını göstermez. Onu zihnen  fethedemememiz bile  onun Tanrı olduğuna yeterli kanıt değil midir?
 
Sunuç olarak Tanrı varsa diyen biri Tanrının tüm vasıflarını da kabul etmek zorundadır. Aksi halde çarpık Tanrı anlayışıyla daha çok saçma sorular üretilir. Mantıklı düşünün, ilk insansı toplumlardan ilk bilinçli topluma insanoğlunun dünyanın yuvarlak olduğunu anlaması bile 3 milyon yıl sürdü. Bu kadar kibirli olunmamalı. Benim üstün kafam yaratılmamış olmayı kavrayamıyorsa öyle bir varlık yoktur demek kibirdir. Unutmayın yüz binlerce yıldır hastalıkların ne olduğunu bile kavrayamıyorduk. O zamalar bakteri gibi iğne ucundan daha küçük bir şeyin insanları hastalandırdığını insanlar kavrayabiliyor muydu? İnsanın içine şeytan girdiği zannediliyordu. Ya da cin çarptı falan deniliyordu. Gözümüz belli frekansın dışındaki renkleri bile görmüyor. İnsan beyninin sonsuz akıl ve kudret olan, mekan ve zaman yokken var olan, bizim gibi sonradan yaratılmamış olup hep var olan, ölmeyen, doğmayan, yemeyen, uyumayan, dinlenmeyen, korkmayan, sıkılmayan, atomlardan oluşmamış, kudreti ve gücü karşısında durulamayan, aynı anda tüm evrendeki her canlıyı, her atomu, her protonu bile kontrol eden, aynı anda tüm canlıların zihninden geçenleri bilen , ve biz doğmadan evvel bizim ölünceye kadar yapacağımız her şeyi bilen bir Tanrı’yı siz bu akılla kapsayacağınıza ve onu fethedeceğinize inanıyorsanız kibir tüm benliğinizi ele geçirmiş acizliğinizi görme duyularınızı felç etmiş demektir. Ya da kıskançlık mı Tanrı’nın yaratılmamış olduğu gerçeğini kabullenmemizi engelliyor? Biz hep var değildik, hep var da olmayacağız onun gibi. Acaba az da olsa Tanrı’yı kıskandığımız için mi kabullenemiyoruz? Bilmiyorum.
 

Görüntülenme 4,547
Yayın 16 Mart 2017
güncellendi

  • Şimdi iddia şu: Turritopsis nutricula gibi biyolojik olarak ölümsüz bir varlık bulundu. Kur’an ise “Her can ölümü tadacaktır” demişti. O halde Kur’an bilimle çelişti.

 Şimdi de Kur’an’ın iddialarını görelim.
 

“Her can ölümü tadacaktır; şu da var ki, Biz sizi seçip ayırmak için hayır ve şer ile sınava tabi tutuyoruz: zaten sonunda Bize döneceksiniz” (ENBİYA 35)

“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak.(26) baki kalacak olan azamet ve ihtişam sahibi Rabbinin zatıdır.(27)”  (RAHMAN 26-27)

“Her can ölümü tadar. Ve Kıyamet Gününde, karşılıklarınız size tam olarak ödenir. Ve kim ateşten uzaklaştırılır da cennete alınırsa, işte o murada ermiş olur. Bu dünya hayatıysa , aldatıcı bir tatmin aracından başka bir şey değildir” (ALİ İMRAN 185)

”Nihayet ölümsüz olan O mutlak diri zat’a yaslan ve hamd ile o’nun aşkın yüceliğini dillendir! Zira kullarının günahından haberdar olma konusunda kimse onunla boy ölçüşemez.” (FURKAN 58)

Enbiya 35 , Ali İmran 185 ve Rahman 26-27 her yaratılmışın bir gün öleceğini vurgularken, Furkan 58 ise Allah’ın ölümsüzlüğüne vurgu yapıyor. Her iki iddiayı karşılaştırıp bir sonuca varmadan önce bu bahsi geçen canlının ne olduğuyla ilgili bir fikir sahibi olalım.

Bu canlının asıl adı Turritopsis dohrnii’dir (1). İlk popüler olduğunda ismi yanlış bilindiği için Turritopsis nutricula olarak anıldı. Bu canlının çapı sadece 4-5 milimetredir. Bu canlının yaşam döngüsü diğer denizanaları gibi iki aşamadan oluşur. Biri polip dönemi diğeri medusa dönemi. Hayatına polip olarak zemine kök salmış bir bitki gibi başlar ve sonra medusa dönemine girer. Medusa döneminde bir bitkiye değil denizanasına benzer. Yani medusa döneminde hayvansal özellikleri olan bir canlıdır. Bu canlı yaşlandığı için ölmez. Eceliyle değil başkasının onu öldürmesiyle ölür. Bilimin bu canlıya ölümsüz demesinin sebebi medusa döneminden sonra ölmesi gerekirken polip dönemine geri döner.

Bu canlı ile ilgili bilinmesi gereken kritik nokta, "biyolojik olarak ölümsüz" canlıların, insanların hayal ettiği gibi "ölümsüz" olmadığıdır. Yani bu canlıların üzerine basacak, üzerlerine silahla ateş edecek veya herhangi bir diğer fiziksel şiddete başvuracak olursanız elbette vücut bütünlüklerini yitirerek ölürler. Bir diğer deyişle, "biyolojik olarak ölümsüz" olan canlılar, ölüme karşı dirençli canlılar değildirler. Ölebilirler. Fakat örneğin biz insanlar, üzerimizde hiçbir fiziksel şiddet olmasa bile nihayetinde mutlaka öleceğiz. Bunun kaçarı (şimdilik) yok. Fakat biyolojik olarak ölümsüz olan canlılar, söz konusu fiziksel şiddetin yokluğunda sonsuza kadar varlıklarını sürdürebilirler. Dediğimiz gibi, çoğu bunu kendi kopyalarını yaratarak (planarya yassıkurtları gibi), bir kısmı ise hızlı yenilenme yöntemleriyle bunu yaparlar. (1) Hatta bilim adamları bunun DNA’sına bakıp ecelimizle ölmemize engel olabilir miyiz diye bakıyorlar.

Şimdi ateistlerin bu iddiası çok içi boş bir iddiadır. Çünkü bir canlı isterse Dünya oluştuğundan beri var olsun. Kıyamet günü o da ölümü tadacak. Enbiya 35 ‘te “tadacaktır” ifadesi yer alır. Yani elinde sonunda ölümü tatmayan bir canlı varsa bile Kıyamet Günü o da tadacaktır. Yoksa Kur’an’ın herhangi bir canlı için şu kadar yaşaması gerekir diye bir iddiası yoktur. Belki gelecekte bu canlının DNA’sı çözülecek ve insanoğlu artık dış müdahale olmaksızın eceliyle ölmeyecek. Ama er ya da geç ecele meydan okuyan insanlarda ölecek. Kıyamet Günü’ne inanmayanlarınız olabilir. Ama Dünya’nın da belirli bir ömrü var. Bilim bize Güneş’imizin bile bir gün söneceğini haber veriyor. Hatta başlangıcı olan evrenimizin de belli bir ömrü olduğunu biz  bilim sayesinde artık biliyoruz. Bilim insanlarına göre evren dört şekilde son bulabilir: büyük donma, büyük çökme, büyük değişim, büyük parçalanma. Bunların hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin evren içinde ölümsüzlük kavramı gerçek manada yoktur. Kaldı ki Turritopsis dohrniiadlı canlı iddia edildiği gibi ölümsüz değildir. Dış müdahale sonucu ölmektedir. Tanrı gibi dış müdahale olsun olmasın  ölümsüz bir canlı yoktur. Bilim ile Kur’an bu iddiada çelişmemektedir. Sanki Kur’an bir canlının ömrü en fazla 100 yıldır o yaştan sonra ölür gibi bir iddiası varmış gibi bir algı oluşturulmak isteniyor. Buradaki 100 rakamını simgesel olarak verdim. O kısıma istediğiniz rakamı yerleştirin. Farkeden bir şey olmaz. Kur’an “Her can ölümü tadacaktır” iddiasındadır. İlla ki bu ölüm yaşlılıktan olacaktır gibi bir iddiası yoktur.

Kaynak
1)  evrimagaci.org

Görüntülenme 57,492
Yayın 17 Mart 2017
güncellendi

Allâhümme salli salâten kâmileten ve sellim selâmen tâmmen alâ seyyidinâ Muhammedinillezi tenhallü bihil’ükadü, ve tenfericü bihil’kürabü, ve tükdâ bihil’havâicü, ve tünâlü bihir’regâibü, ve hüsnül’havâtimi, ve yüsteskal’ðamâmü bivechihil’ kerimi, ve alâ âlihi ve sahbihî fi külli lemhatin ve nefesin biaded-i külli mâ’lûmin lek.

Allah’ım! Bizim Efendimiz Muhammed’e kusursuz bir salât ve rahmet, mükemmel bir selâm ve selâmet vermeni diliyoruz. O Peygamber ki, onun hürmetine düğümler çözülür, sıkıntılar ve belalar onun hürmetine açılıp dağılır, hacet ve ihtiyaçlar onun hürmetine yerine getirilir. Maksatlara O’nun hürmetine ulaşılır, güzel sonuçlar O’nun hürmetine elde edilir. O’nun şerefli yüzü hürmetine bulutlardaki yağmur istenilir, Allah’ım, onun ehl-i beytine, ashabına da her göz kırpacak kadar zamanda (her an, saniye) her nefes alacak zamanda sana malum olan varlıklar sayısınca salât et. (1)


Bu dua olduğu düşünülen bir söz dizisidir. Peygamberimizden nakledilmiş bir dua değildir. Hatta yarım yamalak güvenilmez rivayetlerde bile izine rastlamayız. Sahabe döneminde ya da daha sonrasında da ortaya çıkmamıştır. Peygamberin vefatından yüzyıllarca sonra ortaya çıkmış olsa bile tam olarak ne zaman uydurulduğu bilinmemektedir. Bu dua’nın çok sonraları ortaya çıktığını başka kaynaklarda kabul etmektedir. Örnek vermek gerekirse:
 

“ "Salat-i Tefriciye" olarak bilinen salâtü selam cümleleri  ise hadislerde bulunmamaktadır. Sadece bazı  Şia kitaplarında ve Mağripte yazılmış dua kitaplarında yer almaktadır. Bizde dua kitabı yazanlar da bunu oralardan almış ve kitaplarına koymuşlardır. Bu kitapları yazanların, kitaplarının satışını artırmak için, "bunu şu kadar okuyan şöyle olur," gibi ümit verici müjdeler zikretmeleri bunun yaygınlaşmasına sebep olmuştur.” (2)


Salat-ı Tefriciye dedikleri dua şirk doludur. Yukarıda Türkçe anlamını vermiş olsam da kaynaklarda geçen çeviri  cümlenin iki çeviri şeklinden biridir. Arap dil gramerine göre diğer okunuşu şöyle olur. “Öyle bir nebiye salat olsun ki tüm düğümler onunla/ onun hürmetine çözülür, tüm sıkıntılardan onunla/onun hürmetine kurtulunur,Tüm ihtiyaçlar onunla/onun hürmetine karşılanır vs..” gördüğünüz gibi bir diğer okunuşuna göre ya da normal sitelerdeki çevirisini bile baz alırsak peygamberimizi Allah gibi görmekten başka bir şey değil. Bu peygambere salavat getirdiğine inanılan metin Allah dışındaki bir varlıktan istemeye davet ediyor. Halbuki her namazın her rekatında okuduğumuz Fatiha suresi ne diyor: ”İyyâke na’budu ve iyyâke nestaîn: (Rabbimiz!) Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım isteriz.” Bu ayet bile bu dua’nın ne kadar büyük bir günah olduğunu görmeye yetmez mi?

Bazıları Allah’ın sözüne rağmen şu görüşü dillendirmekten çekinmiyor.
 

“Allah bizim günde en az on yedi kez, “Ya Rab, sadece senden yardım isteyeceğim” ahdini tekrarlamamızı ister. Ama biz biliyoruz ki, o rasulünü çok sever ve bizim de onu sevmemizi ister. Biz de eğer sevdiğimizi ona salatü selam okuyarak gösterir ve bunu vesile tutarak da Allahtan muradımızı istersek daha hızlı kabul olacağını ümit edebiliriz.” (3)  

Peygambere yapacağımız bu duayı vesile tutarak Allah’tan istersek daha hızlı kabul edeceğini ifade ediyorlar. Çok önemli bir noktaya dikkatinizi çekmek isterim. Bu mantığın aynısı Mekke Müşriklerinde de vardı. Putları vesile tutarak Allah’ın onların isteklerine daha hızlı cevap vereceklerine inanıyorlardı. Mekke Müşrikleri puta tapmıyorlardı. Onlar Allah’tan istemek için putları vesile ediniyorlardı.

Peki, bu duayı okumak faydalı olmaz mı?

Bu duayı okuyan çoğu insan, çok faydalı olduğunu sanmaktadır. Ama bu büyük bir aldanıştır. Bu duanın faydalarını şöyle uyduruyorlar:
 

“1. Formül: Her gün 11 Kere Okumak
Her gün 11 kere Salat-ı Tefriciye okumakla ilgili olarak İmam Dinnuri: Herhangi bir kimsenin günde beş vakit namazdan hemen sonra 11 kere Salat-ı Tefriciye okumayı kendine adet edinirse
geçim darlığı çekmez, Cenab-ı Hakk’ın yüksek mertebe ve derecelerine erişir; demiştir.

2. Formul: Her gün 21 Kere Okumak
İmam Muhammed Tunusi: Herhangi bir kimse Salat-ı Tefriciye’yi 21 kere okumaya devam ederse , “sanki rızkı gökten iner, yerden biter gibi kolay ve rahat elde eder” buyurmuşlardır

3. Formül: Her Gün 41 Kere Okumak
Yine İmam Kurtubi: ”her gün 41 kere salavat-ı şerife okunursa Allah-u Teala hazretleri o kimsenin kalbinden gam ve üzüntüyü giderir. Ve bağlı işini fetheder. Ayrıca o kimseden zararlı şeyleri kaldırır ve dünya işleriyle geçimini kolaylaştırır.

4. Formül: Her Gün 100 Kere Okumak
Hazinetü’l-Esrar’da denilmektedir ki : Bir kimse günde 100 kere Salat-ı Tefriciye’yi okumaya devam etse bütün hayırlı istek ve arzularına kavuşur.

5. Formül: Her gün 1000 Kere Okumak
Yine Hazinetü’l-Esrar’da: Bir kimse günde 1000 kere Salat-ı Tefriciye okursa, artık akla hayale gelmeyen ve gözle görülmeyen manevi haller kendisine bildirilir, denilmektedir.
Hastalıktan; üzüntü gam ve kederden; stres ve sıkıntıdan; iş ve hizmetlerinde haksızlığa uğramaktan; zalimin zulmünden ve haksız yere hapse girmekten kurtulmak isteyen kimse , Peygamberimiz’in üzerine çokça salavat-ı şerife getirirse , o salavat-ı şerife’nin bereketiyle sayılan ve sayılmayan benzeri felaketlerden kurtulur, istediğini elde eder Allah’ın izniyle.” (4)

Bir başka kaynak bu duanın okunuşunu ve faydasını şöyle verir:
 

“Bu Salavat-i Serifeyi Hulus-u Kalp ile Okunduğunda
Günde 100 defa okumaya devam eden maksadına ulaşır arzu ettiği şeye nail olur.
Günde 100 defa okumaya devam eden kimse hatır ve hayaline gelmeyen şeylere nail olur.
Günde 4444 kere okuyan idam mahkumu bile olsa Allah’u Teala’nın izniyle kurtulur.
Hastaya okunmaya devam edilirse Allah’u Teala’nın izniyle şifa bulur.
Bu salavat- şerife’ye devam edenler her türlü düşmanların şerrinden Allah’u Teala’nın izniyle kurtulur.” (5)

Hatta bazı çevreler uydurmanın zirvelerini oynamaya kalkar ve aşağıdaki akıl tutulması okunuşu tavsiye eder. Gerçekten aşağıdaki kurguyu uyduran kişinin aklı zehir gibi çalışmaktadır. Bilim kurgu filmleri için senaryo tekliflerini düşünmesi gerekir. Çünkü aşağıdaki kurgu sadece uydurmak isteyen bir insanın kurgulayabileceği bir senaryo değildir.
 

“Salatı Tefriciye okumak isteyenler için ilmi adabına uygun gerçek manada havasını size bahsetmek istiyoruz. Hayırlı bir dileğiniz ve muradınız için niyet ettiğiniz anda Hulusi bir kalp ve iyi bir niyet ile öncelikle normal namaz abdesti alın ve akabinde hemen gusül abdesti alın ve sonrasında tekrardan namaz abdesti alın. Perşembeyi cumaya bağlayan bir gece Arabi ayın ilk haftası olmalı, yani her hangi bir ayın ilk perşembe gecesi yatsı namazından sonra olan bir saat dilimini seçin ama daha güzel olsun derseniz, gece yarısı başlamanızı tavsiye ederiz. Selatı  tefriciye okunuşuna başlamadan önce misk, amber veya gül yağından tütsü yakmanızı tavsiye ederiz bunlara riayet etmeniz Salavatı Tefriciye adabındandır. Okuma esnasında Temiz beyaz giysiler giymeniz ve misvak kullanmanız ağzınızı temiz tutmanız ve karnınız çok tok olmaması gereklidir. Bahsettiklerimizi yapmanız isteğinizin kolay bir şekilde gerçekleşmesine büyük katkı sağlayacaktır. İki  Rekat Allah  rızası için namaz kılın tövbe ve istiğfar getirin, niyetinizi kalbinizden geçirin sesinizle kulağınızın duyacağı şekilde söylemeniz tekrar etmenizde büyük fayda var.  Kıbleye karşı oturun tesbih kullanmaya özen gösterin sayaç vs. kullanmayın tek oturuşta 400 defadan aşağı okumayın! Gücünüz yetiyorsa günde 1000 defa okuyun 4. günün gecesinde 444 defa daha okuyun ve dileğinizi 3 kez tekrar edin. Dikkat edin 4444 Salavatı Tefriciye duası iki ucu keskin bir kılıç gibidir kötüye ve olmayacak bir şeyin gerçek olmasına direterek okunması sahibine manevi hayal kırıklığı ve maddi zarar verir istediğiniz şey meydana gelmeyebilir.” (5)

Bazılarınız sadece ben diyorum diye kabul etmeye razı olmayabilir  bu yüzden başka bir kaynağın bu konudaki görüşünü kendi görüşümden önce vereyim:
 

“Bununla yapılan dua mutlaka kabul edilir diye de inanmamalıdır. Yani bu kelimelere ve bu sayıya bir kutsiyet vermemek gerekir. Çünkü kutsallık Allah’tandır ve Allah bu kelimeleri bize ne kendi öğretmiştir, ne de Rasulü vasıtasıyla öğretmiştir. Yani buna Allah’ın bir kutsallık verdiği bilinmemektedir.”(6)

Allah aşkına aklımızı kullanalım. İslamiyeti araştırıp, sonradan islamiyete monte edilen bu anlamsız kirleri üzerimizden atalım. Kimin uydurduğu belli olmayan sözlerin arkasından gidip bunu din olarak kabul etme gafletine düşmeyelim. Allah Enfal suresi 22’de insanlara şöyle seslenir: ” İyi bilin ki, Allah katında canlıların en şerlisi aklını kullanmayan (gerçek) sağır ve dilsizlerdir.” Dikkatle bakarsanız sadece insanlar arasında demiyor canlılar yani tüm akıllı varlıklar için en şerli varlığı aklını kullanmayanlar  olarak nitelendiriyor.

Salat-ı Tefriciye Kaç Kez Okunmalıdır?

Dilin kemiği yok tabi uyduran kişi hızını alamamış rastgele kafasından 4444 rakamını sallamıştır.
 

“İmamı Kurtubî, şöyle buyurmuştur: “Bir kimse, çok önemli bir işinin veya önemli bir dileğinin gerçekleşmesini, ya da üzerinde devam edip duran büyük bir belanın üzerinden çekilip gitmesi (kalkması) için “Salât-i Tefriciye”yi (4444) defa okuyup, bu mübarek Salât-ü Selâm ile Yüce Peygamberimiz’i vesile edinse, hiç şüphe ve tereddüt yoktur ki, Yüce Allah, okulunun istek ve muradının olması için hayırlı bir sebeb yaratır ve ona muradını verir.” (4)

“Çok önemli işlerin gerçekleşmesi için bu selavat (4444) defa okunur: Gelecek musibetlerden (bela ve kazalardan) korunmak ve kurtulmak için de (4444) defa okunur.” (7)

Hatta bu konuda insanlara dinini kolaylaştırmaya çalışan zekiler de çıkmıştır ve şöyle demiştir:
 

“4444 defa okumak kişi için zor olacağından başka insanların yardımı ile okumak gerekir”

Değil mi ki peygamberimiz “zorlaştırmayın kolaylaştırın” demişti. Bu bazılarımız da ilk önce uydurma anlayışlarını dine sokuyor daha sonra da onu muhteşem basiretleri sayesinde kolaylaştırıyor. Tüm Müslümanlara seslenmek istiyorum: Lütfen gelin Tüccar mantığıyla dine yaklaşmaktan vazgeçin. Tam bir tüccar dindarlığı ile şu kadar şunu okursan şunu alırsın mantığından vazgeçin. Sürekli peygamberimize atfedilen uydurma sayılardan vazgeçin. Yok bilmem neyi yüz kez okursan dilediğin olur, yok bilmem 33 kez şu duayı okursan Allah istediğini verir gibi abaküs Müslümanlığından vazgeçin. Bunlar dinimize yaklaşık olarak peygamberden 200 yıl sonra sokuldu. Şu söze kulak verin : ”Sayıların çokluğu önemli olsaydı Allah bir olmazdı. Allah bir demek çok değil hak önemli demek. Çok değil anlam önemli demek” (8)

Biz Müslümanlar olarak dinimize ciddiyetle yaklaşmadıkça daha çok 4444’ler çıkar. Allah Fatır suresi 5’inci ayette şöyle buyurmaktadır: ”Siz ey insanlar! İyi bilin ki Allah’ın vaadi gerçekleşecektir! Şu halde dünya hayatı sizi asla ayartmasın! Dahası aldatıcının hiçbir türü sizi Allah ile aldatmasın!” Evet, Kur’an bize sesleniyor ve insanların bazılarının bizi Allah ile aldatmasına karşı uyanık olmamızı istiyor. Mantıklı düşünmeliyiz. Eğer gerçekten böyle dualar ile Allah isteği kabul etseydi peygamberimiz bu duayı Uhud Savaşından önce okurdu ve yenilmezdi. Ya da Taif şehrine gidip hicret için izin istemeden önce Salat-ı Tefriciye okur ve peygamberin arzusu gerçekleşir onu taşlayıp tüm yüzünü kanlar içinde bırakmalarına izin vermezdi.

Ahzab 56’da Allah peygambere salat edin diyor onu nasıl anlayacağız?

Kur’an’ın bu ayeti hakkında sitemde “Salavat Din Mi Yoksa Bir Kültür Mü ?” başlıklı bir yazıda bunu derinlemesine anlattım. Salat-ı Tefriciye’nin peygambere salevat içerdiği için Ahzab 56’yı örnek gösteren bazı çevreler  bu duanın çok mantıklı olduğunu düşünüyor. Çünkü bu çevreler Ahzab 56’yı yanlış bir şekilde tefsir ediyorlar.
 

“Elbette Allah ve Melekleri, peygambere salat ederler. Ey iman idenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin” (TEFHİMU’L  KUR’AN- AHZAB, 56)

Ama bu tefsir kabul edilebilir değildir. Çünkü Allah'ın herhangi bir ölümlüye salat etmesi mantıksızdır. Zaten salat'ı yani duayı kabul eden merci Allah'tır. Allah kendisi kabul etsin diye kendine dua mı ediyor ? Ayrıca yukarıda geçen kelime salat’dır, salevat değil. Yukarıdaki yanlış meallendirmenin altından kalkamayacaklarını anladıklarında işi daha da yokuşa sürdüler. Çünkü Allah peygambere salevat getiriyor olamaz. Bunu da şöyle çözmeye çalıştılar. Allah’ın salat etmesi rahmettir.,Meleklerin salat’ı duadır, Müslümanların salat’ı ise salevattır şeklinde anlamsız bir yoruma başvurdular. Arapçada çok anlamlı kelimeler vardır. Doğrudur. Salat kelimesi de çok anlamlıdır. Fakat insanların  gözünden kaçan bir nokta var. Bir cümlede salat kelimesi aynı anda 3 anlama gelemez. Sadece Arapçada değil tüm dünya dillerinde bu böyledir. Bir kelime bir ayette 3 farklı anlama geldiğini söylemek hiçbir arapça gramer yapısında olmayan bir kural icat etmek demektir. Mantık dışıdır. Bu ayette salat ile kastedilen yardımdır, desteklemedir. Salat’ın bir anlamı da budur. Bu bilgilerin ışığında Ahzab 56’nın doğru tefsiri şu şekildedir:
 

“Şu kesin ki Allah ve onun melekleri Peygamberi desteklerler; ey iman edenler, siz de onu destekleyin ve tam bir teslimiyetle (onun örnekliğine) teslim olun!” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- AHZAB, 56)

Bu ayette kastedilen Allah ve melekleri peygambere mücadelesinde yardım ediyor siz de bu davada ona yardım edin demek isteniyor. İslam’da salevat sadece kültürdür din değildir. Peygamberden çok sonraları dinimize girmiştir. Sadece  Salat-ı Tefriciye değil hiçbir salevat şeklinin islamda bir yeri yoktur.
 
KAYNAKLAR

  1. salavat.gen.tr
  2. sorularlaislamiyet.com
  3. medyumsuleymanhoca.com
  4. muhammed.gen.tr
  5. ruyaburcyorumlari.com
  6. sorularlaislamiyet.com
  7. biriz.biz sitesi
  8. El-Esmâu’l- Husna, Mustafa İslamoğlu


 

Görüntülenme 1,714
Yayın 20 Mart 2017
güncellendi

Dünyada samimi olan bir kısım ateist hariç geri kalanları dinlerle alay etmeyi meziyet sayıyor. Bu tür insanlar ne bilim bilir ne de din. Ateizmi ateist formlarından öğrenirler. Lise çağındaki gençlerimiz sorgulama çağında olduğu için bunların içi boş iddialarını bilim sanıp mantıklı bulmaları muhtemeldir. Ama bu söylemlerin ve soruların sadece sorulan kişiyle alay etmek için kurgulanmış mantıklarla dolu olduğunu görmeliler.
 

  • Ben bir Ateistim. Yaklaşık 2700 kadar Tanrıya inanmıyorum. Hristiyanlar ise 2699 tanrıya inanmıyorlar. Bu nedenle onlar da neredeyse benim kadar ateisttirler. (RİCKY GERVAİS)

 
Bu mantıksal kurgu ateistler arasında çok ünlüdür. “Türkiye’de Faaliyete Açılan Ateizm Derneği Kurucularına Eleştiriler” başlıklı yazımda bu mantığa değinmiştim. Orada da Ateizm Derneği kurucularından Ürün Desen: “Monoteistler  3999 tane Tanrıyı kabul etmiyorlar. Biz de 4000 tanesine yok diyoruz. Onlardan farkımız bir tane daha fazla olanını kabul etmemek.” gibi bir açıklama yapmıştı. Bu insanlar birbirlerinden öğrendikleri bilimsel şeyleri birbiriyle paylaşıp her yerde ifade etmelerini çok anlamlı buluyorum. Fakat birbirlerinden duydukları mantıksız söylemleri kopyalayıp insanlarla paylaşmalarına anlam veremiyorum.

Gelelim sorunun cevabına. Hristiyanlar ateist olamazlar. Çünkü Hristiyanlar teisttir. Teist, Tanrı'nın varlığını doğrulayıp insanlara din gönderdiğine inanan bir düşünce akımıdır ve bütün varlıkların yaratıcısı olan bir tanrının var olduğuna inanır. Ateist, Teist’in başına ‘A’ harfi getirilerek oluşturulmuştur. Normal’in zıttını ifade etmek için anormal ifadesini kullandığımız gibi. Bu birincisiydi. İkinci olarak da aradaki fark sadece “1” gibi küçücük bir rakam farkıymış gibi sunuluyor. Bu kurgu da şöyle bir hata mevcut: Aslında buradaki olay bir tane daha fazla Tanrıyı inkâr ediyoruz mantığı değil. Örnek vereyim. Ortada mucidi belli olmayan bir icat olsun. Bunun mucidini insanlar tartışıyor. Herkes birbirinden farklı 2699  mucit sayıyor. Ancak ateistler bu icadın mucidi kim? diye tartışmıyorlar. Bu icadın mucidi yok diyorlar. Burada sadece demagoji sanatını görüyoruz.
 
Şimdi bu mantığı açıkladıktan sonra birkaç konuya değinmek istiyorum. Bazı ateistler kalkıp Ricky Gervais şaka yapıyor bu açıklama gereksiz diyebilir. Çünkü Ricky Gervais bir komedyendir de aynı zamanda. Kendisi güldürme konusunda da oldukça iyi. Fakat Ricky Gervais sürekli dinlerle alay ettiği için yukarıdaki felsefeyi "şaka yapmak" olarak kabul edemeyiz. Ayrıca yukarıdaki felsefi mantığı dünyada ilk olarak o söyleseydi bunun şaka olduğunu kabul edebilirdik. Ancak yukarıda Ateizm Derneği kurucularından Ürün Desen dahi bir çok ateist bu mantığı şaka olarak değil mantıklı buldukları için paylaşıyorlar. Ricky Gervais komedyen olabilir ama bu söylediği şeylerin ciddiye alınmamasını gerektirmez. Ricky Gervais birine şaka yapıp küfrederse “aaa şaka yaptı boşver” mi diyeceğiz? Mesleği komedyenlik olan biri fikirlerini esprilere giydirerek verir. Adamın yöntemi bu zaten. Ricky Gervais önüne milyonlarca insanın kutsal kabul ettiği incil’i ya da eski ahit’i alıp onlarla alay ediyor  ve insanların kutsal saydığı kitapları mizah malzemesi olarak kullanıyor, Tanrıyla alay ediyor. Bu yaptığı şey başkalarının kutsalına karşı derin bir saygısızlık değil mi? Tanrıyla alay etmesi ile ilgili bir problemim yok zaten. Tanrı kendisi ile ilgili saygısızlığın hesabını kendisi görür. Kimsenin kendisini savunmasına ihtiyacı yoktur. Burada benim problemim inançlı insanların kutsallarıyla dalga geçilmesi. Bu yaptığı komedyenlik değil terbiyesizliktir. Ricky Gervais insanların karşısına çıkıp bakın İncil’in şu kısımları mantık dışı, şuralarda şunlar yazıyor deyip düzgün bir üslupla eleştirilerini yapsa daha güzel bir davranış sergilemiş olmaz mıydı? Aynı şekilde bir teist de bir ateist’in değer yargılarını mizah malzemesi yapmamalıdır.
 

yukarı çık butonu