Arama Yap
Görüntülenme 2,573
Yayın 29 Ekim 2017

 Geçen yazımda erkek sünneti Allah’ın emri midir, İslam bu konuya nasıl bakıyor onu irdelemeye çalıştık. Ama maalesef insanları alışkanlıklarından soyamıyorsunuz. Bin yıl boyuca hırsızlardan oluşan bir topluluğun içine bir kabile yerleştirdiğinizi düşünün. En fazla 50 yıl sonra o yerleşen kabilenin tüm fertleri ...
Görüntülenme 13,191
Yayın 28 Ekim 2017

Bu konuda uzun uzadıya konuşacağız. Arapçada Hıtan, İngilizcede circumcision denilen ve Türkçeye sünnet diye geçen kavram bir erkeğin penis başını koruyan üst derinin (foreskin) kesilip atılması operasyonudur. Hıtan denilen olay Türkçeye sünnet olarak geçmesi eskilerin son derece tehlikeli bir algı operasyonu sonucu ...
Görüntülenme 1,682
Yayın 24 Ekim 2017

Bu konu kadar beni sinirlendiren çok az konu vardır. Hayatta en nefret ettiğim şey Allah ve onun elçileri olan peygamber adına iftira atmaktır. Bunu yapan insanları günahım kadar sevmiyorum. Kadın sünneti diye bir uygulama katiyen İslam’ın uygulaması değildir. Allah böyle bir işkenceyi ...
Görüntülenme 26,327
Yayın 17 Eylül 2017

Namaz konusunda görüşlerimi değiştirdiğim için yazımı geçen yılın ardından yine güncellemiş oldum. Kuran’da resimli bir namaz hocası bulamayan Müslümanların aklına gelen ilk şey hadisler olmadan namaz kılamayacağıdır. Çünkü Kur’an ibadet şekli belirtmemiştir. Bu iddianın ardından Muhammed peygamberin namaz kılmayı Cebrail’den öğrendiğini de ...
Görüntülenme 5,165
Yayın 01 Eylül 2017

Kur'an'ın miras meselesine cinsiyetçi bir bakışı yoktur. Kur'an hiçbir ayetinde cinsiyetçi bir yaklaşıma ve paylaşıma yer vermez. Miras taksiminde erkeğe kadının iki katı verilmesinin tavsiye edildiği bir ayet gerçekten de vardır. Ancak ayetin kendisi değil de ayete yapılan yorumlar "Kur'an cinsiyetçi ve ...
Görüntülenme 6,124
Yayın 27 Ağustos 2017

Arkadaşlar bu soru yeni değildir. Evvela bunun bilinmesi gerekir. Tanrı kendinden büyük bir taş yaratabilir mi? Tanrı kaldıramayacağı taşı yaratabilir mi? Tanrı kendini öldürebilir mi? vs.. sorular hep aynı mantık üzerine kuruludur ve çağlar öncesi felsefi sorgulamaların ürünüdür. Bu yüzyılda ise bu ...
Görüntülenme 27,967
Yayın 22 Ağustos 2017

Bu konuda aklıselim davranmamız gerek. Duygusal hikâyelerin peşinden giderek Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanamayız. Kur'an'ın bir numaralı düşmanı şirktir. Kur'an'ın en değer verdiği konu ise tevhid'dir. Yani Allah'ın tekliği, biricikliği. Müslüman şirk olma olasılığı olan her şeyi terk etmelidir. Bu konuda şüphe ...
Görüntülenme 5,699
Yayın 17 Ağustos 2017

Kur'an'ın indiği zamanı düşünün. M.S 600'lü yıllar. Batı o dönemler henüz karanlık çağda bile değildi. Doğu ise Batı kadar kokuşmuştu. Tüm dünyada insan alınıp satılıyordu. İnsan bir mal gibi pazarlarda satılırken kimi köleler de miras yoluyla efendi değiştiriyordu. Efendi, o kölenin Tanrısı ...
Görüntülenme 4,004
Yayın 12 Ağustos 2017

Arkadaşlar başka yazılarımda belirttiğim gibi İslam'ın tek ve ana kaynağı Kur'an'dır. Dinimizde bir görüşün olduğu iddia ediliyorsa buna Kur'an'dan delil getirilmesi zorunludur. Bu işin başka yöntemi yoktur. Allah'ın kitabına dayandırılmayan her dini görüş batıldır. Recm, zina ettiği düşünülen evli kadının ve erkeğin ...
Görüntülenme 3,275
Yayın 10 Ağustos 2017

Bu soruya Kur'an cevap versin. Ancak Kur'an cevap vermeden önce şu hakikat iman binanızın temelini oluşturmalıdır. İslam'ın tek kaynağı Kur'an'dır. Bu kadar ciddi hükümler verilirken başvurulması gereken tek kaynak Kur'an'dır. Allah'ın peygamberi Muhammed'den 200 yıl sonra kayda geçilmiş hadis adlı rivayetler ile ...
Görüntülenme 5,460
Yayın 02 Ocak 2017
güncellendi

Bu konu çok önemsediğim konulardan biridir. Büyü "gizli bir sebeple insanın gözünü ya da gönlünü yanıltan şey" olarak tanımlanabilir.  Bu konudaki görüşlere yer vermeden önce Kur’an ayetlerinin bu konudaki görüşünü sizinle paylaşmak istiyorum. Böylece bu konuya vahyin penceresinden bakıp daha sağlıklı yaklaşabiliriz.
 

Ve onlar (Medine yahudileri) tutup Süleyman’ın yönetimi sırasında (o dönemin) şeytanlarının uydurduğu yalan ve desiselerin peşine takıldılar. Oysa ki Süleyman küfre sapıp nankörlük yapmadı, aksine o(na düzen kuran) şeytanlar küfre sapıp nankörlük yaptılar: İnsanlara sihri öğrettiler. Yine (Medine yahudileri) Babilli iki güç sahibine; Harut ve Marut’a verileni izlediklerini (iddia ettiler). Oysa o ikisi "Baksanıza biz (Babil esaretiyle) sınanmaktayız, sakın küfre sapma(yın)!" demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmiyorlardı. Fakat (Babil’deki düzenbazlar) bu ikiliden kişi ile eşinin arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Ne var ki o (Babilli düzenbazlar), Allah’ın izni olmadan hiç kimseye  zarar veremezlerdi; ama yine de zarar verip yarar sağlamayan şeyler öğreniyorlardı. Doğrusu onlar, bu türden bir alışverişe giren kimsenin ahrette eli boş kalacağını çok iyi biliyorlardı. Kişiliklerini sattıkları şey ne fenadır; keşke bunu olsun bilebilselerdi. (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA,102)

Şimdi bu ayeti anlamak için ilk önce içinde geçen bazı kavramları açıklamamız gerek.  Mesela ayette şeytanlar derken ne kast ediliyor. Biliyorum birçoğumuzun akıl ve bilinç altyapısını Hollywood filmleri oluşturur. Şeytan deyince aklınıza filmlerdeki şeytanlar gelir. Bilinçli olarak bize aşıladıkları bir zehir. Bizi gerçek dünyadan koparıp illüzyon dünyasının karanlığında yaşatmak istiyorlar. Tuhaf şeytan filmleri, sihir, büyü filmleri, yok insanın içine şeytan girmesi, yok cin girmesi gibi saçma sapan bir temelden yoksun şeyleri sürekli insanların beynine enjekte etmeye çalışıyorlar. Bunun sebepleri var elbet ama bu sebepleri başka bir yazıda ele alacağım. Her neyse Hollywood’un penceresinden değil vahyin penceresinden dünyayı okumayı öğrenmeliyiz. Biz Müslüman iddiasında olan insanlarız. Bu ayetin tefsirine geçmeden önce başlıktaki soruya cevap vereyim. Elbette ki Kur’an; büyü, sihir, insanın içine şeytan ya da cin girmesi vs..  tüm bu safsataları reddeder. Vahiy insanları hayalin parçası olmaya değil gerçeğin bir parçası olmaya çağırır. Şimdi ayeti inceleyelim.

Burada Kur’an sihirle uğraşan, daha doğrusu insanları büyüleyen ve onları gerçekten koparıp bir hayalin, bir illüzyonun ya da sanal bir hayatın peşine takan kimseleri şeytan olarak nitelendirmektedir. Enam suresi  112. ayet ve Nas suresi 6. ayet de geçtiği gibi"şeytan" ismi hem şeytanlaşan cinler, hem de şeytanlaşan insanlar için kullanılır (Yani şeytan ifadesi soyuttur Hollywood filmlerindeki ağzı burnu yerinden oynamış yaratıklardan bahsedilmiyor. İnsanların karanlığı seçmesi şeytanlaşmasıdır).  Ayette sözü edilen insan şeytanlardır. (Mustafa İslamoğlu Tefsiri)

Bu arada İslamoğlunun tefsirini verirken parantez içindeki açıklamalar bana aittir. Şeytan tabirinin karanlık yolları tercih eden insanlar için kullanıldığına tam inanmadıysanız, Bakara suresi 14. ayeti size sunacağım. Bakara 14’te ikiyüzlülük yapan Medine ileri gelenleri için "şeytanlar" ifadesi kullanılıyor.İşte O ayet:

Ama inanan kimselerle karşılaştıklarında "Biz iman ettik" derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise "Biz sizinle beraberiz, biz onlarla sadece alay ediyorduk" derler. (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA,14)

Bakara 14, yahudilerin ikiyüzlülerinden bahseder. Bu yahudilere sapıklıkta liderlik yapanlara "şeytanları" diye hitap ediyor Kur’an. Her neyse artık Kur’an’ın şeytan derken insanları kötülüğe davet eden ve kendilerini de karanlığa mahkum etmeyi tercih eden insanları kastettiğini biliyoruz.
Ayette sihir, büyü işleniyorken Süleyman peygamber ne alaka diyenleriniz için onu da açıklayayım. Medine'deki Yahudiler Hz. Süleyman’ın peygamber değil büyücü olduğunu söylüyorlardı. Zaten Tevrat Hz. Süleyman’ı  hep kötü anar. Bu iftiraya Kur’an cevap veriyor ve diyor ki Süleyman’ın yönetimi sırasında yaşayan şeytanlaşmış insanlar bu yalanı ortaya attı ve siz Medine Yahudileri bu yalancıların peşine takıldınız. Bu konuda İslamoğlu'nun tefsir notu da şu şekilde:

İsrailoğulları Hz. Süleyman’ın yönetimi sırasında ülkelerinin siyasette, sanatta, ilimde ve hikmette ulaştığı noktaya sihir sayesinde ulaştığını düşünüyorlardı. Medine Yahudileri “Muhammedin işine bakın!  Doğruyu yanlışı birbirine karıştırıyor. Süleyman'ı peygamberler arasında anıyor. Oysa ki o rüzgara binen bir büyücüydü” demişlerdi .(MUSTAFA İSLAMOĞLU TEFSİRİ BAKARA, 102)

Ayeti incelemeye devam edelim:

Şeytanlaşan birtakım insanların uydurdukları  bu sihirler sonradan kabala (gelenek) adı verilen külliyatın çekirdeğini oluşturdu. Tevrat’a sırt çeviren Yahudiler Kabala’ya yapıştılar. Hayatı gizem, gizemi büyü haline getirdiler. Krallar döneminde büyücülüğün ne kadar yaygın olduğu Eski Ahid’in (Tevrat’ın) Daniel, Mezmurlar ve Yeremya kitaplarından anlaşılır. İsrailoğulları büyü ve büyücülükle, Mısır’dayken 5. ve 6. Hanedanlar döneminde tanışmışlardı. Halbuki Eski Ahid büyüyü şiddetle yasaklıyordu. (Çıkış 22:18, Levililer 19:26) Büyü yasağı aynı sertlikle Talmud’da, özellikle de Mişna’da yer alır. (MUSTAFA İSLAMOĞLU TEFSİRİ BAKARA, 102)

Şimdi ayetin ana temasının tefsirine bakalım

Kur’an sihri açıkça "Küfür/gerçeği örtme" olarak nitelendiriyor. Bu bağlamda sihir, nüzul sebebine uygun olarak "komplo, düzen, tuzak" şeklinde anlaşılmalıdır. Taberi Tarih adlı eserinde bu ayeti açıklayan bir bilgiye yer verir: II. Kuruş (Chosroes), Hz. Peygamber'den İslam’a davet mektubu aldığında, o zaman Pers eyaleti olan Yemen yöneticisi Bazan’dan Hz. Peygamberi zincire vurarak Pers sarayına göndermesini ister. Bazan bunun için iki adamını yollar. Komplo tam gerçekleşecekken, Hz. Peygamber onlara Kuruş’un öz oğlunun Kuruş’u öldürdüğü haberini verir. Haberi doğrulatan komplocular eli boş dönerler (Tarih, Beyrut 1407, II 655-656, Kahire 1987) Bu açıklayıcı rivayeti sihrin sözlük tarifini desteklemektedir: "Hile, desise, aldatma, görüldüğü gibi olduğu zannedilen, fakat aslının hiç de öyle olmadığı şey". Lügatte sihrin aslı şöyle tarif edilir "Bir şeyi gerçekte olduğundan farklı göstermek" (Mekayis ve Lisan). Sihrin (İllüzyon, hile) en büyük etkisi irade ve akıl üzerindedir. Bu özelliğiyle sihir aklı iptal eder, fikri karıştırır, duyguları kirletir, kalbi çeler. (MUSTAFA İSLAMOĞLU TEFSİRİ BAKARA, 102)

Şimdi  gerçek dünyamızda sihir ve büyü gibi insan iradesini kıran, insan üzerinde bazı güçlerin egemenlik kurmasını sağlayan mistik kavramların olmadığını daha iyi görebilmeniz için Kur’an’da Taha 69’uncu ayeti okumanız muazzam derecede önemlidir.

Şimdi sağ elindeki (asa)yı at, onların yaptıklarını silip süpürecektir: Çünkü onların yaptığı, sihirbazların göz bağcılığından başka bir şey değil. Kaldı ki, bir sihirbaz ne amaç güderse gütsün, asla kalıcı bir başarı elde edemez (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- TAHA 69)

Lütfen Taha suresinin 69’uncu ayetine son derece dikkat edin. Musa, Allah’ın dinine çağırıp elinde köle olarak tuttuğu yüzbinlerce israiloğullarını serbest bırakmasını talep etmek için Firavun’a gider. Firavun Hz.Musa’yı yıllar önce sürgün etmişti. Bu yüzden ki Firavun Hz. Musa’nın sürgün yıllarında sihir ve büyü öğrendiğini düşünür. Musa’ya sihirbaz gözüyle bakıp ülkesindeki sihirbazları sarayına davet ederr. Lakin Taha 69’da Allah bize büyünün içyüzünü açıklıyor ve "sihirbazların yaptığının göz bağcılığından başka bir şey olmadığını" söylüyor. Yani Kur’an’a göre sihir ve büyü sadece insanları aldatan bir illüzyon bilimi. Ayetin son cümlesine de dikkat etmek gerekirse  "…Kaldı ki, bir sihirbaz ne amaç güderse gütsün, asla kalıcı bir başarı elde edemez". Bu şu demek illüzyonun etkisi geçici, gözleri aldatmanın etkisi geçici, hilelerin etkisi geçici. Şuna dikkat etmenizi istiyorum: Allah bile insan iradesine müdahale etmezken cinler’in, sihirbazların, büyücülerin insan iradesini kırıp insanı yönlendirmesine, insan üzerinde bir egemenlik kurmasına nasıl izin verir? Hesap gününde Allah’a "Vallahi o şeyleri kendi irade ve isteğimle yapmadım. Bana büyü yapılmıştı" demek gibi bir bahaneye izin verecek mi ? Tabi ki hayır. Eğer büyü diye bir şey olsaydı biz büyülendiğimiz için Cehenneme atılamazdık. Çünkü yaptıklarımızı kendi irade ve tercihlerimizle değil büyünün etkisinde yapmış olurduk. Ayrıca çok önemli bir konu da şu ki sihir olsaydı ve gerçekten de cinler kullanılıyor olsaydı, böylesi bir güçle dünyayı kontrol edemeyeceklerini düşünmek abes olmaz mıydı? Dünyayı ele geçirmeye ve iktidarın en tepesine oturup kendilerini tanrısal güçleri olan varlıklar olarak bize göstermezler miydi? Efsunlanmış olan bizler böylesi bir durumda ne yapabilirdik ki?
Herneyse Bakara 102’de kafanıza takılan bazı sözler olduğunun farkındayım onların da tefsirini yaparak konuya devam edelim. Ayette Harut ve Marut’un insanlara bir şey öğrettiklerinden bahsediliyordu. Çoğu Kur’an meali bunları melek olarak çevirmişse de bu doğru değildir. Ve ayetin anlatmak istediklerinden bizi koparan bir çeviridir. Bu konudaki tefsir şöyle:

İki melek ya da melek gibi iki adam. İbn Abbas (peygamberimizin amcası) buradaki melek kelimesini melik (kral, yönetici, önde gelen) olarak okumuştur. Ondan ayrı olarak Hasan Basri, Said b. Cübeyr,Zuhri, Dahhak ve daha başkaları da Harut ve Marut’un "melek" değil  "Melik/Kral" olduğuna inanmış ve böyle okumuşlardır. (Razi; İbn Kesir; İbni cevzi) Harut ve Marut isim olmaktan çok vasıf olabilir. Harut’un türetildiği kök olan Harat'a, "harap etti, tahrip etti" anlamına gelir. Marut’un türetildiği Marat'a ise "son verdi, bozdu" demektir. Bu konudaki mesnetsiz yorumları reddeden İbn Aşur, Harut ve Marut kelimesinin Arapçaya Keldnice’den geçmiş iki isim olduğunu söyler. Harut "ay" anlamına gelen Haruka’nın, Marut ise Müşteri yıldızının Arapçalaşmışıdır. Birincisi dişiliğin sembolü, ikincisi erkekliğin sembolüdür. Birincisi dünya üzerinde en çok etkili olan gök cismi, ikincisi gezegenlerin en yücesidir. Keldaniler gök cisimlerine tapmakta, ölen Salih kişilerin göğe yükselip ışık saçtığına inanmaktadırlar. Onlara göre bu iki gök cismi, bir zamanlar yaşamış olan Salih ve kutsal kişilerdir. Sihri de bunların icat ettiğine inanmaktadırlar. (MUSTAFA İSLAMOĞLU TEFSİRİ BAKARA, 102)

Bakara 102’de geçen Hz. Süleyman’a komplo düzenleyen insan şeytanların insanlara sihiri öğrettiklerinden bahsediyor. Bu cümleyi anlamak için ayetin başlangıçındaki Süleyman vurgusuna dikkat edin. Süleyman’a komplo düzenlemek isteyen gizli bir oluşum yani gizli bir tarikat oluşturulmuş. Bu tarikat insanları kendilerine üyeliğe yani süleyman’a karşı olmaya çağırdılar. Aslında insanlara öğrettikleri şey komplo ve düzendi. Kur’an’ın sihir dediği buydu diye düşünüyorum. Burada sihrin "kuyu kazma" olarak kullanıldığını düşünüyorum. Çünkü ayette Süleyman’ın kuyusunu kazanlardan bahsediyor ve diyor ki bu kuyu kazanlar insanlara sihri öğretti. Ne alaka diye düşünüyor insan. Kuyu kazanlar insanlara anca kuyu kazmayı öğretir.
Bakara 102’nci ayette ". Fakat (Babil’deki düzenbazlar) bu ikiliden kişi ile eşinin arasını açacak şeyler öğreniyorlardı" cümlesini ise İslamoğlu şöyle yorumluyor: "Hz. Süleyman’a karşı düzen kuran bu örgütün kapılarını yalnızca erkeklere açıp kadınlara kapatması" Fakat ben bir ihtimal daha olabileceği kanaatindeyim ki o da eşlerden biri Süleyman’a karşı olan oluşuma katılırken diğeri Süleyman’ı desteklediği için kişi ile eşinin arası açılıyordu. Harut ve Marut’tan ne öğreniyor olduklarını bilmiyorum ama bu öğrendikleri şeyler yüzünden çiftler farklı görüşlere ayrılıyordu. Yoksa ayette geçen kişi ile eşinin arasını açacak şeyler günümüzdeki eş ayırma büyüleriyle alakalı değil. Kişi ile eşinin arasını bozacak büyülere inanmak Allah’a büyük bir saygısızlıktır. Allah’ın karı-kocanın arasının bozulmasına ve boşanmayla sonuçlanmasına hoş bakmadığını her Müslüman bilir. Aileye ve yuvaya bu kadar önem veren Allah’ın aile saadetini büyücülerin eline bırakacağına inanıyorsanız büyük bir aldanış içindesiniz demektir.
Bakara 102’inci ayeti tefsire devam edelim:

"Ne var ki o (Babilli düzenbazlar),  Allah’ın izni olmadan hiç kimseye  zarar veremezlerdi; ama yine de zarar verip yarar sağlamayan şeyler öğreniyorlardı.  işte sihir, komplo, suikast vb. gibi düzenbazlıkların gerçek mahiyetini bu uzun cümle vurgulamaktadır. "Allah’ın izni" istisnası Kur’an mesajının belkemiğini teşkil eden tevhide ilişkin bir uyarıdır. Bir mü’min hiçbir görünür ve görünmez varlığa bizatihi güç vehmedemez. İnsan’ın Rabbi de tüm varlıkların Rabbi de Allah’tır. Sihri küfürle eşdeğer kılan şey, insanların onda bizatihi bir güç vehmetmeleridir. Bir üstündeki cümleyle bu cümle arasında hiçbir çelişki yoktur. Kişi ile eşinin arasını açan, sihrin bizzat kendisinden kaynaklanan bir güç değil, sihre muhatap olan kimse ya da kimselerin cehalet, zayıf kişilik ve vehimlerinden kaynaklanan zaaflardır. Bununla elbette görünen ve görünmeyen varlıkların insan psikolojisi üzerindeki , hatta insan bedeni üzerindeki etkilerini yok sayıyor değiliz. Bu etkileri en güzel izah eden durum psikosomatik hastalıklardır. Kökü psikolojik olduğu halde fiziki olarak  bedende  tezahür ederler. Sihrin dünya ve ahreti yıkan bir şey olmasının temelinde, insandaki gerçeklik algısını bozması yatar. (MUSTAFA İSLAMOĞLU TEFSİRİ BAKARA, 102)

Konun özü şudur ki sihir ve büyüyü biz komplo, hile, aldatma ya da illüzyon olarak kabul edebiliriz. Aklımızı Amerikan filmlerindeki sahte kurgularla ve sağda solda insanların uydurdukları korku senaryoları ile kirletmemeliyiz. Bazılarınız bana büyü yapıldı ve işe yaradı diyebilir. Bu aslında psikolojik bir durumdur. Siz büyüye o kadar inanırsınız ki beyin onu gerçek olarak algılar. Ya da cin gördüğünü söyleyen biri gerçekten görüyordur. Fakat gördüğü bir cin değil aklının ona oynadığı oyundur. Şizofrenler de birçok varlık görür ama bu gerçekten gördüğü anlamına gelmez.

Peki Hz. Muhammed’e büyü yapıldı mı?

Nas ve Felak surelerinin nüzul sebebi olarak Medine’de  bir Yahudi’nin Hz. Muhammed’e büyü yapması gösterilmiştir. Hatta birçok Müslüman Nas ve Felak surelerinin bu yüzden indiğini sanır. Fakat bu da büyük bir aldatmacadır. Çünkü peygamberimize büyü yapıldığı iddia edilen yer medinedir. Fakat hiçbir Tefsir otoritesinin reddetmediği bir gerçek vardır ki o da Nas ve Felak surelerinin Mekke’de indiğidir. Bu konuda hiçbir ihtilaf yoktur.
 

Görüntülenme 3,143
Yayın 07 Ocak 2017
güncellendi

Tilavet; Kuran’ı yüksek sesle, güzel ve yöntemince okuma olarak tanımlanır. Sözlük anlamı bu olsa da Kur'an'ın tilavete yüklediği anlam bambaşkadır. Bin yıldır tilavet kelimesi Kur'an'ı bir metin gibi okumak şeklinde algılanmıştır. Tabi bu konuyu açmamın temelinde şu soru var: Kur'an'ı okumak mı yoksa anlamak mı ? Gelelim Kur'an'ın tilavete nasıl baktığına. Kur'an'da Şems suresinde tilavet gezegenler için kullanılan bir ibare şeklinde karşımıza çıkar. İşte o ayet:
 

"Güneş ve gözalıcı ışığı şahit olsun;(1) güneşi tilavet eden (izleyen) ay şahit olsun! (2)" (ŞEMS SURESİ,1-2)

Şems suresinin ikinci ayetinde Ay'ın Güneşi tilavet etmesinden bahsediyor. Bundan bahsederken "Tuluv" kelimesini kullanıyor. Tuluv "tilavet" kelimesi ile kökteştir. Tilavet'i Kur'an'ı okumak olarak biliriz. O halde ayeti, Ay Güneş'i okuyor şeklinde mi anlamamız gerekiyor?. Bu ayetin söylemek istediği çok açık bir şekilde, Ay'ın Güneşi izleyip takip etmesi yani Güneşi'n yörüngesini izlemesidir. Bilindiği gibi aslında Ay, Dünya'nın yörüngesini takip eder, doğrudan güneşi takip etmez. Fakat dünya güneşin yörüngesindedir. Bu yüzden Ay dolaylı olarak Güneş'in yörüngesini takip eder. Dolaylı da olsa Güneş'in etrafında döner. Bu ayet hakkında Mehmet Okuyan şöyle der:
 

Ay'ın güneşi tilavet etmesi demek Ay'ın ışığını Güneş'ten alması demek. Ay ışığını Güneş'ten alıp önce kendisini aydınlatıyor sonra da onu yansıtıyor. Gezegenler aleminde Ay'ın yansıtıcı fonksiyonu var. Onun bu fonksiyonuna Kur'an tilavet adı veriyor. Ay Güneş'i nasıl tilavet ediyorsa siz de Kur'an'ı öyle tilavet edin. Yani ışığınızı Kur'an'dan alın. Işığınızı Kur'an'dan alın önce siz aydınlanın sonra da etrafınızı aydınlatın. (ENVARÜ'L KUR'AN- MEHMET OKUYAN)

Kur'an'ı tilavet etmek onu anlamadan, yaşama aktarmadan sadece güzel okumak değildir. Kur'an, güzel okuma becerimizi geliştirmek amacıyla da gönderilmedi. Kur'an onu anlamamız ve yaşamamız için gönderildi. Şems suresi gezegenler üzerinden tilavetin mantığını açıklıyor ve diyor ki; Ey insanlar Ay nasıl ki Güneş merkezli bir yörüngede onu sürekli takip ediyorsa siz de Kur'an merkezli bir yörüngeyi takip edin. Kur'an'ı hayatınızın merkezine taşıyın ve onun yörüngesine oturup o yörüngede hareket edin. Ay nasıl ki Güneş'ten enerji alıp bunu dünyaya yansıtıyorsa siz de enerjinizi Kur'an'dan alın. Hayatı Kur'an'ın açtığı pencereden okuyun. Adeta verilen mesaj şudur: Amaç Kur'an okumak değil hayatı Kur'an ile okumaktır. Kur'an'ı gerçek manasıyla tilavet ettiğimizde yani onu anlayıp yaşama dahil ettiğimizde onu, etkisini çok daha derin hissedeceğimiz bir gerçekliğe dönüştürmüş oluruz. Tıpkı Ay'ın Dünya'ya olan yakınlığının ve uzaklığının Dünya üzerindeki etkisi (gelgit vs..) gibi Kur'an'a olan yakınlığımız ve uzaklığımız üzerimizde güçlü etkiler bırakır.

Bin yıldır yanlış anlaşılan tilavet kavramı sayesinde insanlar Kur'an'ı anlamak ve yaşamaktan çok onu nasıl daha güzel okuyabiliriz ya da Kur'an'ı ne kadar çok tilavet edersek o kadar çok sevap kazanırız düşüncesine kapılmışlardır. Cüz cüz Kur'an okuyup kısa sürede hatim bitirmek inanlar için övünç kaynağı olmuş ve olmakta. Günümüz insanı hızlıca Kur'an'ı okuyup bitiriyor ve bununla övünüyor. Zerre kadar anlamadan. Peki bu kültür bize nereden geldi? Peygamberin hayatına baktığımızda Kur'an okuma seanslarıyla karşılaşmıyoruz. Hal böyle iken Kur'an'ı bir ses yarışmasının ön eleme şarkısıymış gibi ezberden en güzel şekilde okumaya çalışan bunca insana hayret etmemek mümkün değil. Üç gün içinde Kur'an'ı okuyup bitirdikten sonra kendini çok dindar hisseden bu güruh nasıl peyda oldu? Peki, Kur'an sanki ölülere gelmiş gibi davranıp mezarlarda Kur'an okumalara ne demeli? Peygamberin hayatında bir kez olsun mezarlığa gidip ölüye Kur'an okuduğu görülmüş mü? Kur'an'ın o muazzam derinliğini nasıl oldu da güzel harflere indirgedik, şaşırıyorum.

Halife Ömer bir rivayete göre şöyle demiş: "Ben sadece Bakara suresini otuz yılda okudum." Ömer tilaveti bugünki insanlar gibi anlamamış. Burada Ömer'in kastettiği bir sureyi otuz yılda okumak değil elbette. Kasıt o sureyi anlamak ve hayata aktarmaktır. Tilavet de budur. Peki Hz. Muhammed nasıl anladı tilaveti? Eğer aşağıda aktardığım olay yaşandıysa peygamberin de olaya yaklaşımı ömerden farksız.

Hz. Muhammed Tilaveti Nasıl Anladı ?

Abdullah İbni Mes’ûd radıyallahu anh şöyle dedi:
 

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Bana Kur’an oku!" buyurdu. Ben:
Ey Allah’ın Resûlü, Kur’an sana indirilmişken ben mi sana Kur’an okuyayım? dedim. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Kur’an’ı başkasından dinlemekten pek hoşlanırım" buyurdu.
   Bunun üzerine ben kendilerine Nisâ sûresini okumaya başladım."Her ümmetten bir şâhit getirip seni de bütün bunlara şâhit tuttuğumuz zaman onların durumu nice olur?"  anlamındaki âyete (Nisâ:41)       geldiğimde:
"Şimdilik yeter!" buyurdu. Bir de baktım Resûlullah, iki gözü iki çeşme ağlıyordu


Abdullah İbni Mes’ûd Kur'an'ı en güzel okuyan sahabilerden biridir. Bazı rivayetlerde onun Kur'an okuyuşunu peygamberin çok sevdiğinden bahsedilir. Tilavet konusunda yeteneği vardır. Peygamber Kur'an okumayı Kur'an'ın en derinlerine dalma olarak görüyordu. Yukarıdaki hadisten bunu nasıl çıkardın diyenler olabilir. Onu da şöyle açıklayayım. Peygambere birkaç ayet okunuyor ve okunan ayetlerin anlamları peygamberi o kadar şiddetli sarsıyor ki ayetlere devam edemiyor. Çünkü anlamına odaklanıyor, okunuşa değil, içeriği görüyor kabuğu değil. Abdullah İbni Mes’ûd bizim yaptığımızı yapıyor ve sadece Kur'an'ı okuyor ama peygamber öyle yapmıyor. Onun okuyuşu bizim okuyuşumuza benzemiyor. Peygamberin tilaveti birkaç ayetten öteye geçemezken yığınların tilaveti cüzleri, hatimleri geçiyor. Kur'an'ı anlamayı terk edip onu okuma metnine idirgeyenlerin sığındığı hadisler var elbet. Onlardan bazılarına da değinmek gerekir. Şu hadis;
 

Kur'an'ı seslerinizle süsleyin (Ebû Dâvûd, Nesâî, İbn Mâce, ibn Hibbân ve Hâkim)

Fakat bu hadisi rehber edinleri anlamak mümkün değildir. Çünkü Kur'an'ın süse ihtiyacı olduğuna inanmaktalar. Peygamberin amcası ibn Abbasdan gelen rivayete göre bu hadisin aslı şu şekildedir "Seslerinizi Kur'an ile süsleyin". Bunun dışında bin tane uydurma hadis sayabilirim. Hatta uydurmada hız kontrolü yapılamamış ve öyle ileri gidilmiş ki "Kur'ânı! gereği gibi teganni ile okumayan bir kimse bizden değildir." denilmiştir. Elbette bunu peygamberin ağzına yerleştirenler Kur'an'ın içeriğinden bizi uzak tutmak isteyenlerle aynı kişilerdir. Böyleleri öze inmemizi istemeyip kabukta oyalanmamızı isterler.

"Sizin en hayırlınınız kur'an'ı öğrenen ve öğreteninizdir" Hadisi

Bu hadis de yanış anlaşılıp çarpıtılan hadislerdendir. Çoğu kuran dersi videoları ya da kitaplarına bakın bu hadise vurgu yaparlar. Ama anlamadıkları bir şey var ki peygamber bu sözü söylediğinde onu dinleyenler Arap'tı ve Arapça'yı biliyorlardı. O halde peygamber burada ne kasdediyor? Çok açık ki burada kastettiği Kur'an okumayı öğrenmek ve öğretmek değildir. Kur'an kurslarının önemine de vurgu yapmıyor. Burada demek istenilen sizin en hayırlınız Kur'an'ı anlayan ve anlatanınızdır ya da sizin en hayırlınız Kur'an'ı yaşayan ve yaşatanınızdır. Hala anlamayanlar için söyleyelim bu sözü peygamber Araplara söyledi ve Araplar, Arapça bilir. Birazcık aklımızı kullanırsak aslında bu hadisin Arapça, Kur'an dersleri ile ilgili olmadığını anlarız.

Sözün özü şu: Tilavet, Kur'an merkezli bir evrende Kur'an'ın uydusu olmaktır. Tıpkı Ay'ın Dünya'ya olduğu gibi. Onunla evreni okumaktır. Hızlıca hatim bitirip sonra eline abaküs alıp şu kadar sevap kazandım deyip dini Matematiksel çıkarımlara indirgemek hiç değildir.

Görüntülenme 2,322
Yayın 09 Ocak 2017
güncellendi

Peygamberimiz Hz. Muhammed'in vefatından bu yana İslam farklı noktalara evrildi. Sahte dindarlık dediğim bir kavram ortaya çıktı. Sahta dindarlar din’e sürekli ekleme yapma sevdasına kapıldılar ve Allah’ın koymadığı haramları islam’ın bir parçasıymış gibi bize sunmaya başladılar. Bu eklemeyi sözüm ona Allah’a olan aşırı bağlılıktan yaptıklarını düşünebilirsiniz. Darwin’den daha darwinist denir ya hani bu dindarlık da aynen öyle. İslam’ı Hz. Muhammed’den daha çok seviyor olmalılar ki peygamberimizin bile ekleme yapmadığı dine kendileri sürekli eklemeler yaptı ve yapmaya devam ediyor. Bunda bir sakınca görmeyebilirsiniz ancak dine ekleme yapma veya haram koyma yetkisi sadece Allah’a aittir. Din’den çıkarma yapıp iskonto uygulamak nasıl büyük bir yanlışsa dine zam yapıp eklemelerde bulunmak da bir o kadar büyük bir yanlıştır. Bu Allah’a yapılmış bir ayıptır. Bunu yapanlar Allah’a şu mesajı vermekteler: "Ey Allah’ım sen en doğruyu, en güzeli seçemedin. Dinimizi eksik gönderdin.  Biz neyin haram olduğunu daha iyi biliriz. Herhalde şu eklediğimiz haramları unuttun."  Kur’an’daki haram yiyeceklerle ilgili tüm ayetlere bakarsanız ilginç bir detayı görürsünüz. Kur’an haram alanını genişletmeye çalışmıyor, bilakis sınırlıyor. Bu sınırlamayı yaparken de haram yiyecekler konusuna noktayı koyuyor. Nokta koymasının sebebi bu konuda Allah’tan başka hiç kimsenin yetkinliğinin olmaması. Yani insanların yorum alanına tabi değildir bu konu. Haram konusunda Allah kur’an sureleri bazında  ilk önce enam 145’i daha sonra sırasıyla nahl 115’i, Bakara 173’ü, Maide 3’ü indirmiştir. Enam suresi 145’inci ayetten başlayarak inceleyelim. İnceledikçe göreceksiniz ki şu anda piyasada peydah olmuş ve bizi zor durumda bırakan yüzlerce haram Allah’ın bıraktığı haramlar değil, insanların dinimize yamadığı birer çıbandır.
 

De ki: "Bana vahyedilenler içerisinde leş ya da akan kan veya domuz eti -ki o katıksız pistir- yahut amacından saptırılarak Allah’tan başkası adına kesilen kurban dışında, yemek isteyen için yasak olan hiçbir şey göremiyorum. Fakat çaresiz kalan kimse hakka tecavüz etmeden ve zaruret sınırını aşmadan (yemişse) unutma ki tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır " (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- ENAM,145)

Kur’an açık ve net bir şekilde haram olan yiyecekleri sayıyor. İslam’ı Allah’tan daha iyi şekillendirdiğini sanan dindarlar gibi haram ekleme yarışına girmiyor. İnsan’ı yaratan Allah olduğuna göre bizim için kötü olan şeyleri de ondan daha iyi bilen biri yoktur. Sadece yukarıda saydığı leş (insan tarafından avlanmadan önce herhangi bir sebepten ölmüş hayvan), akan kan, domuz eti ve son olarak Allah dışındaki bir ilah adına kesilen kurban eti. Tüm haram yiyeceklerimiz topu topu bu kadar. Elbette sağlığa zarar veren ve herkesin malumu olan yiyecekler ve içecekler hariç. İnsanın kendi kendine zarar vermesi de yasaktır. Sağlığa zararlı ya da doktor tavsiyesi ile uzak durmamız gereken yiyecek ve içecekler bu kapsamda değerlendirilmelidir. Mustafa İslamoğlu Enam suresinin ana temasının da icat edilmiş sahte kutsallar ve sahte haramlara karşı Allah’ın sınırlarını vurgulama amacı taşıdığını söyler. Kurtubi’nin anlattığına göre Araplar öteden beri akmış kanı pıhtılaştıktan sonra kebap yapıp yerlerdi. Bu yüzden ayette yasak olan  akan kandır. Dalak, ciğer ve et üzerinde bulunan kanlar haram kapsamında değildir.
 

"(ki) o size yalnızca leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen (hayvanı) haram kılmıştır! Fakat mecbur kalan kişi, haddi aşıp zorunlu miktarı geçmeden (yemişse), bilsin ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır." (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- NAHL ,115)

Allah bir konuyu Kur’an’da tekrarlıyorsa bu, o konunun ciddiyetini ve önemini belirtir. Bu ayetlerde dikkatinizi bir cümleye çekmek istiyorum. Ayette geçen, "Allah’tan başkası adına kesilen (hayvanı) haram kılmıştır" ibaresi iyi anlaşılmalıdır. Çünkü Türkiye’de birçok dini grup ve oluşumlar kendi üyeleri ve mensuplarına fabrikada kesilen tavukların ya da diğer et ürünlerinin haram olduğunu söyleyip duruyor. Gerekçe olarak da o etlerin Allah adına kesilmemiş olmasını gösteriyorlar. 21. yüzyılda bir günde kesilen binlerce tavuğun tek tek "Bismillah" diyerek kesilmesi gerektiğini savunuyorlar. Tavuk tek tek elle kesilse bu taleplerine yine ses çıkarmayacağım ama fabrika mantığıyla bunun yapılması mümkün değil. Binlerce tavuk saatler içerisinde kesiliyor. Gerçi fabrika kendilerinin olsa emin olun bunu kendileri de yapmazlar ya neyse. Yukarıdaki ayet Allah’tan başkası adına kesilen havyan etini haram kabul ediyor. Allah adına kesilmemişse haram demiyor, ki bu çok önemli bir ayrıntı. Buna dikkat etmeniz gerekir. Allah insana zorluk çıkarmaz, insanların yapamayacağı isteklerde de bulunmaz. Allah Kur’an’da "size taşıyamayacağınız yükü vermedim" diyor. Ama bu sahte dindarlar icat ettikleri haramlarla taşıyamayacağımız yüklerle belimizi iki büklüm yaptılar. Düşünsenize Allah zaten haramlarda dört adet haram sayıyor ve ayetlerin sonuna şunu da ekliyor "Fakat mecbur kalan kişi, haddi aşıp zorunlu miktarı geçmeden (yemişse), bilsin ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır." Yani bu haramları bile mecburiyet sırasında kaldırıyor. Bunları dahi mutlak sınırlar olarak çizmiyor. Allah’ın bakışına göre din insan içindir. Ama bilinçsiz dindarlar için durum tam tersi. İnsan din içindir.
 

"O sizi yalnızca leşi, kanı, domuz etini ve üzerine Allah’tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanı  haram kıldı. Kim bunlara mecbur kalırsa -iştahı kabarmadan ve haddi aşmadan- ona bir günah yoktur. Allah tarifsiz bağışlayıcıdır, eşsiz merhamet kaynağıdır." (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA ,173)

Mustafa İslamoğlu tefsirinde: "ayette geçen innemă edatı, açıktır ki burada yalnız bunlar haram kılındı anlamını verir ve parantezi kapatır. Taberi, Kurtubi ve Şevkani de böyle yorumlar" şeklinde notunu düşürmüştür. Leş avlanma sırasında ölmeyip de herhangi bir sebeple daha önceden ölmüş hayvanlar için kullanılır. Hangi durumlarda ölen hayvanların etinin yenmeyeceği maide suresi üçüncü ayette açıklanır.
 

"Ölü hayvan, kan, domuz eti,  Allah’tan başkası adına kesilenler; bir de boğulan, dövülerek öldürülen, düşerek ölen, boynuzlanarak öldürülen ya da henüz canlıyken kestikleriniz hariç vahşi bir hayvan tarafından parçalanan hayvanlar ve putperestçe semboller üzerine kesilenler, ayrıca attığınız  zarla geleceğe ilişkin kehanette bulunmak size haram kılınmıştır. Bütün bunlar birer sapmadır. Bugün inkara saplananlar, dininiz(i terk edeceğiniz) den umutlarını tamamen kesmişlerdir. O halde onları gözünüzde büyütüp de saygınlaştırmayın! Yalnız Beni tazim edip, Bana saygı duyun! Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım; ve (Allah’a) teslimiyeti sizin için hayat tarzı olarak benimsedim. Günaha gönüllü koşmaksızın kim hayati bir zaruretten dolayı zorda kalırsa, iyi bilsin ki Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır." (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- MAİDE ,3)

Bazı görüşlere göre yukarıda naklettiğim ayet son ayettir. Eğer bu doğruysa helal ve haram’ın sınırlarının en sonda yine hatırlatılması oldukça manidardır. Gördüğünüz gibi 4 farklı ayette de Allah dikkatimizi haramın sınırlarına çekiyor. Allah, tüm ayetlerde de eğer mecbur kalınırsa bu haramların dahi mutlak olmadığını, gerektiği takdirde aşılabileceği söyleyerek haramların insan menfaati için konulduğunu söylüyor. Bunu söylerken haram sınırlarının esnetilmesinin istismar edilmemesinin gerekliliğine de vurgu yapıyor  ve ayetlerin sonunda diyor ki "Kim bunlara mecbur kalırsa -iştahı kabarmadan ve haddi aşmadan- ona bir günah yoktur ". Tüm bu ayetler ışığında, Kur’an, insanların, dindarlık şovu  yaparak haramları genişletip bunu da Allah istemiş gibi göstermesine karşı çıkıyor. Haramın kapsamını Allah belirler, insanlar değil. Peki vahiy deniz ürünleri için nasıl bir sınır belirler onu görelim.
 

"Sularda yapılan her türlü avlanma ve onunla beslenme sizin için helaldir. Bu, sizin de yolcuların da yararınadır…." (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- MAİDE ,96)
 

Allah kendisi haricinde başkasının haram bırakmasına kur'an'da karşı çıkıyor mu ?

Bu soruya sadece kur'an cevap versin. Aşağıdaki sıraladığım ayetler apaçık olarak soruyu aydınlığa kavuşturuyor. İşte o sure ve ayetler:

"Artık dilinize yalan beyanda bulunup, üstelik uydurduğunuz yalanı (da) Allah'a isnat ederek "Bu helaldir, bu da haramdır!" demeyin! Çünkü uydurdukları yakanı Allah'a isnat edenler asla kurtuluşa eremezler (116) (Bu dünyada) oyalayıcı kısa bir haz (duysalar da), (ahirette) onları can yakıcı bir ceza bekler.(117)" (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- NAHL,116,117)

"Sor (Onlara): "Ya Allah'ın sizin yararlanmanız için ikram ettiği, sizin de (keyfi olarak) bir kısmını haram bir kısmını helal saydığınız rızıklar hakkında ne dersiniz?" De ki: "Size Allah mı izin verdi, yoksa siz Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" (59) İmdi, uydurdukları bu yalanı Allah'a isnat edenler, acaba Kıyamet Günü ne (cevap vereceklerini) düşünüyorlar? Şu kesin ki Allah insanları sınırsız lutfuna muhatap kılmıştır; ve fakat onların çoğu şükretmezler.(60)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- YUNUS,59,60)

"Onlar batıl inançlarına göre dediler ki:"Şu hayvanlar ve ekinler kutsaldır, bizim izin verdiklerimiz dışında hiç kimse onlardan yiyemez! Yine falanca türden hayvanlara yük vurulması haram kılınmıştır!" ve birtakım hayvanlarda vardır ki onlar üzerinde Allah'ın adını anmazlar, (batıl inançlarını) asılsız yere O'na isnat ederler. Zamanı gelince iftiralarından dolayı cezalandırılacaklar (138) Yine onlar şu (çarpık) iddiada bulundular:"Şu hayvanların karnında olan yavrular canlı doğarsa yalnızca erkeklerimize ait olup kadınlarımıza yasaklanmıştır; ama ölü doğarsa, hepsi de ona ortak olacaklardır" Allah onları bu tür isnatlarından dolayı cezalandıracaktır: Çünkü o her hükmünde tam isabet kaydeder, tarifsiz bir bilgiyle bilir.(139)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- ENAM,138,139)

"(Sayısı) sekiz(e ulaşan dört) çift (hayvanında insana yasak olduğunu iddia ettiler) Koyun ve keçinin iki cinsinden her biri. Sor (onlara) "O'nun haram kıldığı, çiftlerin erkekleri mi, yoksa dişilerimi? Bir de şu:(yasak), dişilerin rahimlerinde bulunan yavruları da kapsıyor mu? Hadi, bilgiye dayalı bir haber verin bana; tabi ki iddianızın arkasında duruyorsanız?"(143) Deve ve sığırın iki cinsinden her biri(ni de haram sayarlar) Sor (onlara) "O'nun haram kıldığı, çiftlerin erkekleri mi, yoksa dişilerimi?; ya da (yasak) dişilerin rahimlerinde bulunan yavruları da kapsıyor mu? Ya yoksa, Allah bütün bunları yasaklarken siz şahit miydiniz?" Hiçbir gerçek bilgiye dayanmaksızın, insanları saptırmak amacıyla, kendi uydurdukları yalanı Allah'a isnat edenden daha zalim biri olabilir mi? Bakın, Allah zalim bir topluma rehberliğini bahşetmez.(144)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- ENAM,143,144)

Ayetleri gördünüz. Dikkatli incelediğinizde herhangi  bir insanın ilahi kaynaktan beslenmeksizin haram koyma hevesini şiddetli bir şekilde uyarıyor ve onları cezalandıracağını ifade ediyor. Tüm kur'an boyunca Allah haramların kapsamını genişletmeye değil insanlar tarafından bırakılan haramların sahte olduğuna, buna yetkilerinin olmadığına dair uyarılar yaparken bir taraftan da bu haramların çerçevesinin daraltılması gerektiğini ifade ediyor. Bugün dinimize baktığınızda düzinelerce haram ile ilgili kitap vardır. Hatta bu kitaplar kur'an'dan daha kalındır. Bugün dinimiz Allah'ın bırakmayıp insanların bıraktığı haramlar ile doludur. Bu durumda sadece kur'an'a başvurmalı ve Allah'ın bıraktığı haramları takip etmeliyiz.

Peki Hz. Muhammed’in haram koyma yetkisi var mıydı ?

Elbette yoktu. Peygamber dahi olsalar Allah’ın sınırlarına ekleme yapamazlardı. Sahte hadis üreticileri ya da  hadisleri işlerine geldiği gibi anlamak isteyenler Kur’an’da kendilerini tatmin eden ya da çıkarlarına uygun olan haramları bulamayınca peygamber şunun haram olduğunu söylemişti ve benzeri sözleri peygamberin ağzına iliştirerek bizi kandırmaya çalışıyorlar. Allah peygamberin bile böyle bir yetkisinin olmadığını nesiller boyunca güvenle aktarılması için  Kur’an’a taşımıştır. İşte o ayet:
 

"Sen ey peygamber! Eşlerin (den bir kısmının) rızasını kazanmak için, neden Allah’ın helal kıldığı şeyi kendine haram ediyorsun? Yine de Allah çok bağışlayıcıdır, sınırsız bir merhamet kaynağıdır."(HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- TAHRİM ,1)

Ayet açıkça Allah’ın helal kıldığı herhangi bir şeyi peygamberin haram kılmasını yasaklamaktadır. Peygamberin değil tüm insanlara, sadece kendine bile haram kılması sonucu değiştirmiyor ve Allah bu tür davranışları peygambere de yasaklıyor. Bu konuda İslamoğlu’nun tefsir notu son derece isabetlidir.
 

"Altın ve ipek yasağı, bir helali haram kılma olarak değerlendirilemez. Cennette mü’minlere bahşedileceği ifade buyrulan bu iki güzellikten dünyada gönüllü olarak vazgeçme edebinin bir sonucu olsa gerektir. Bu yasağın bir sebebi de erkeklerin kadınlara benzemesinin önüne geçmektir. Yine Abdurrahman b. Avf’ın bit tutmuyor gerekçesiyle Nebi’den ipek gömlek için izin isteyip istediği izni alabilmesi de bunun göstergesidir. (Yani islamoğlu'nun bu örnekle de ifade etmek istediği gibi altın ve ipek sadece peygamberin kendi düşüncesine  göre yasaktır. Onlar da gördüğü belli olumsuzluklar yüzünden yasaklamıştır ve bu yasaklar haram değildir. Sahabilerden ipek giyme iznini isteyene vermesi bunları (mutlak yasak olan) haram olarak görmediğinin göstergesidir. Yani altın ve ipek kullanmak isteyen erkeğe bunlar haram değildir) İlk nesiller “haram kılma” ile “yasaklama” arasındaki ayrımın çok iyi farkındaydı.Peygamberin yasakladığı şeyleri harrame’n-nebi (nebi haram kıldı) kavramsallaştırmasıyla değil nehe’n-nebi (nebi yasakladı) kavramsallaştırmasıyla nakletmelerinin sebebi bu olsa gerektir. İslam şeriatının yasakları arasında olmayan bir şeyi yasaklamak, şer’an yasak değildir. Yasak olan şey yasaklananı emretmektir. Efendimiz bu hassasiyet dolayısıyla Elçiler Yılı’nda kendisine gelen kabilenin helal hayvanların yüreğini yemeyi haram saydıklarını öğrenince “Yürek yemezseniz imanınız olmaz” demiştir. İnsanın haram kılması, Allah’ın eşya için koyduğu ilahi hiyerarşiye müdahale etmesidir." (MUSTAFA İSLAMOĞLU TAHRİM,1 TEFSİR NOTU)

O halde kur'an'da  Hz Muhammed'in haram saydıklarını haram sayma ayetlerini nasıl anlayacağız?
 

Şimdi peygamberimizin bıraktığı haramları takip etmemizi söyleyen iki ayet var. Onları nereye koyacağız veya nasıl anlayacağız. O ayetler Tevbe 29'uncu ayet ile A'raf 157'inci ayettir. Ayetleri inceleyeceğiz ancak önce ayetlere bakalım.

"Kendilerine (daha) önceden kitap verilen zümreden Allah'a da ahiret gününe de (gerçek anlamda) inanmayan, Allah ve O'nun elçisinin yasakladığını yasak (haram) saymayan ve hak dini tek din olarak benimsemeyen kimselerle, teslim olmuş bir halde güvenlik vergisini kendi elleriyle verinceye kadar savaşın" (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- TEVBE,29)

"Onlar ki, ellerindeki Tevrat ve İncil'de tanıtılmış bulacakları Rasul'ün, o kitap ehli'nden olmayan peygamberin izinden gidecekler; (o peygamber) onlara iyiliği emredip kötülükten sakındıracak, temiz ve yararlı şeyleri onlara helal kılıp pis ve zararlı şeyleri onlara yasaklayacak; sırtlarına vurulmuş olan yüklerini indirip öteden beri (özgürlüklerine) vurulan zincirleri çözecek. Sonuçta ona inanan, onu el üstünde tutup destekleyen ve ona yücelerden bahşedilen ışığın ardına onunla birlikte düşenler kurtuluşa erişen kimseler olacak" (HAYAT KİTABI KURAN MEALİ- A'RAF 157)

İlk etap ta bu iki ayetin peygamberin haram kılma yetkisine işaret ettiğini sanabilirsiniz. Ancak bu okuma şekli doğru değildir. Tahrim suresi birinci ayette açıkça peygamber olsa bile haram bırakma yetkisinin olmadığını açıkça beyan eder. Bu ayetlerde bahsedilen elçinin haram kılması demek, elçiyi gönderenin haram kılması demektir. Yani o haramları peygamber kendi kafasına göre değil Allah'ın emriyle insanlara ilan eder. Ve elçinin (peygamberin) bıraktığı o haramlar kur'an'da Allah'ın bıraktığı haramlardır. Burada bahsedilen rasulullah'ın peygamber olarak bıraktığı yasaklardır ki aslında bu vahyin bıraktığı yasaklardır. Yoksa peygamber bir eş, bir baba, bir lider, bir komutan, bir arap olarak bıraktığı yasaklardan bahsetmiyor. Biz haramları Allah'tan peygamber aracılığıyla aldık bu ayetlerde bahsedilen budur.

Sonuç olarak haram ve helali belirleme yetkisi sadece Allah’a aittir. Bugün piyasada bulunan binlerce sayfalık haram kitapları insan ürünüdür. İlahi bir kaynağa dayanmamaktadır. İslam şeriatında Allah’ın koymadığı bir yasağı insanlar toplumsal düzeni sağlamak için koyabilirler. Ülkelerin anayasaları, yasaları vs.. buna örnektir. En basitinden düşünecek olursak kırmızı ışıkta geçme yasağı Allah’ın yasağı değildir ancak kamu düzeni için insanların koyduğu bir yasaktır ve gereklidir. Ancak İslam hukukunda Allah’ın yasak olarak saydığı hiçbir şeyi insanlar helal sayamaz o yasağı kaldıramaz. Yani İslam’a haram ekleyemeyeceğimiz gibi islamda var olan haramları da çıkaramayız. Yukarıda da anlatıldığı gibi peygamberimizin de yasak koyduğu bilinen bir gerçek. Ancak bu yasakları haram olarak değerlendirmemeliyiz. Çünkü peygamberimiz nihayetinde bir devlet başkanıydı aynı zaman da. Ve kamu'ya zararlı olarak gördüğü birçok şeyi topluma kendi döneminde yasaklamıştır. Bu yasak kendi dönemi ve zamanın koşullarından oluşuyordu. Yani bugün de sıkı sıkıya takip edilmesi gereken bir dini emir (haram) değildir. Bu yasakların haramla karıştırılmaması için bir olay anlatayım. Peygamber kurban bayramından sonra Medine'de bir eve misafir olur. Yemek yer. Fakat yemekte et yok. Peygamberimiz "hayırdır niçin et  yok" der. Evin sahipleri "Ey Rasulullah sen bize geçen yıl evinizde et bırakmayın demiştin, bizde hepsini dağıttık" derler. Peygamber şaşırır ve der ki "iyi de geçen sene kıtlık vardı. Fakirler doysun diye öyle bir yasak getirmiştim" der. Bu olay yasak ile haramın farkını ortaya koyuyor. Peygamber yasakları zaman ve mekan koşullarına göre koymuştu. Nihayetinde o bir liderdi ve kamunun yararına göre yasaklar koyuyordu. Tıpkı bugün ki devletlerin toplumlarına bıraktığı gibi. Haram ise mekanlar ve zamanlar üstüdür. Her çağda geçerlidir.

Görüntülenme 2,225
Yayın 13 Ocak 2017
güncellendi

Aslında bu tür konuların tartışılması bile oldukça saçmadır. Çünkü islam’ı sulandırmaktan öteye geçmeyen kısır tartışmalardır. Dinimizi tanımamıza da yaşamamıza da katkısı yoktur. İslam 1400 yıldır bu tür anlamsız detaylarla boğuldu. Allah’ın gösterdiği şeyler hariç her şeye bakıyoruz. Kader  konusunu "kader nedir ve günümüzde uğradığı mutasyonlar" yazısında ele almıştım. O yazımda çarpık bir kader anlayışıyla hak arayışlarımıza pranga vurmak isteyen sahtekarlardan bahsetmiştim. Aynı uyanıklar kaderi imanın şartları arasına sıkıştırarak eşeği sağlam kazığa bağlamak istiyordu. Aslına bakarsanız kur’an’ın kesin hüküm olarak belirlediği her konuya iman, imanın şartıdır. Ancak kur’an Bakara suresi 177’inci ayette ve Nisa suresi 136’ıncı ayette iman konusunda dikkatimizi  bazı hususlara yönlendirir.
 

“Gerçek erdem yüzlerinizi doğuya veya batıya döndürmeniz değildir. Fakat gerçek erdem kişinin Allah’a, ahret gününe, meleklere, ilahi kelama, peygamberlere inanması, malı –ona sevgi duymasına rağmen- yakınlara,yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, isteyenlere ve özgürlüğü ellerinden alınanlara vermesi, namazı istikametle kılması, zekatı gönülden gelerek vermesidir. Onlar söz verdikleri zaman sözlerinde dururlar, şiddetli zorluk ve darlıklara karşı göğüs gererler. İşte bunlardır sözlerine sadık kalanlar… Takvaya ermiş olanlarda bunlardır.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA,177)

Kur’an beş madde sayıyor. Bunlar: Allah’a, ahret gününe, meleklere, ilahi kelama, peygamberlere inanılması (iman edilmesi)dir. İçerisinde kadere iman yoktur. Peki nisa suresi 136’ıncı ayete bakalım.
 

“Siz ey iman edenler! İman edin Allah’a, O’nun elçisine, O’nun peygamberine peyderpey indirdiği ilahi kelama ve daha önce indirdiği mesaja! Zira kim Allah’ı, meleklerini, vahiylerini, peygamberlerini ve Ahiret gününü inkar ederse, işte o derin bir sapıklığı boylamış olur.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- NİSA,136)

Bu ayette de iman edilmesi gerekilen hususlar sayılırken yine kadere iman yoktur. Esasen bazı güç odakları tarafından istenilen, içi boşaltılmış bir kader inancını inasanlara dayatmaktı. Emeviler kendi zalim saltanatlarına karşı gelenlere biz sizin kaderiniz diyordu. Onlar iktidarı kanla  ele geçirmişti. Ancak bize bunun Allah’ın kaderi olduğuna inandırmak istiyorlardı. Böylece emevilere karşı gelmek Allah’ın kaderine karşı gelmek olacaktı. Kadere iman meselesi bu şekilde ortaya çıktı. Çektiği acılara kader deyip isyan etmeyen bir toplum oluşturmak ,güç sarhoş’u iktidarlar için bulunmaz bir nimetti. Emeviler bu nimeti ilk fark eden devletti. Önce kendi ulemasına kader kavramını çarpıttırarak anlattırdılar. Daha sonra işini şansa bırakmak istemediler ve kendi kader anlayışlarına ilahi bir dayanak bulmak istediler. Bunu kur’an’a yaptırmak istediklerine hiç şüphem yok ancak kur’an’da bu girişime destek bulabilecekleri bir ayet yoktu. Onun da çaresini buldular. Bu işi peygamberimize yaptıracaklardı. Hadis uydurmak ne kadar zor olabilirdi ki ? Peygamberin ağzına yerleştirilen birkaç yalanla kitleleri  ikna etmek çok kolay olurdu. Öyle de yaptılar. Şu hadise bakarsanız ne dediğim daha net anlaşılır.
 

“Cebrail ya Muhammed ! İman nedir ? Açıklar mısın ? deyince; Peygamberimiz buyurdu ki: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret  gününe iman etmendir. Kadere de hayrına ve şerrine (hayır ve şerrin Allah’ın takdiri ile olduğuna) iman etmendir. ” (Müslim- İbni Mace – Tirmizi- Ebu Davud)

Gördüğünüz gibi kur’an’a söyletemediklerini peygambere söylettiler. Uyanık kafaların dinimizi çıkarları için kullandıklarını biz görmedikçe daha çok değerimizi kaybedeceğiz. Biz zaten kadere iman ediyoruz. Ancak hangi kadere ? Bunların bize  dayattıkları zulümlere ses çıkarmayan, bizi hakkını aramayan itaatkar bir koyuna dönüştüren kadere  mi? Hiçbir zaman bu kader anlayışına iman etmiyoruz ,etmeyeceğiz. Eğer Allah’ın özgür irademizle yapacağımız seçimlerimizi bilmesine kader diyorsak biz bu kadere zaten iman etmişiz. Ama Allah’ın kur’an’da bahsetmediği kadere iman meselesinin, bizim gözümüze bu kadar sokulmasının tek bir nedeni var o da  yönetenlerin yaptıklarını görmezden gelen bir halk oluşturmak istemeleri. Toplumu yönetenler derken sadece hükümetler ve devletleri kastetmiyorum. Zenginler, iş adamları, dini ticarete döken hoca kılıklılar vb.. herkes.  Bunu kaderden daha iyi ne sağlayabilirdi ki? Başımıza gelenlerin Allah’tan olduğunu sanmak bizim elimizi kolumuzu bağlamaz mı? Ruhumuzu alevlendiren mücadele ateşini söndürmez mi?  

Peki niçin  bu kokuşmuş kader inancını islam’a enjekte etmek istiyorlar?

Size bir canlandırmayla olayı somutlaştırmak istiyorum. Batı yıllar boyunca afrikayı sömürdü. Tüm zenginliklerine el koyup ülkelerini zengin kıldılar. Bugün ki sefalet ve açlıklarının sebebi batılılardır. Çünkü Afrikalıların boğazındaki lokmaları çaldılar. Düşünün ki siz bir Afrikalısınız.  Eğer bu tür bir kadere inanırsanız bugün ki sefaletinizin, açlığınızın sizin kaderiniz olduğunu düşünürsünüz. Çünkü Allah böyle takdir etmiştir. Kaderinizi böyle yazmıştır. Açlıkla imtihan olmak bazılarının kaderidir diye düşünürsünüz. Tüm bu olayların arkasındaki sebebi araştırmaya lüzüm görmez Batıdan çaldıklarının hesabını sormaya kalkmazdınız. İşte bu kader inancı güç sahiplerinin işine nasıl yarıyor görüyorsunuz.
Başka bir örnek daha vermek istiyorum. Ama vereceğim bu örnek kesinlikle halen yaşanmakta olan bir utanç. Bildiğiniz gibi iran mollaların yönetiminde. Mollalar, halkın cebine hortum bağlayıp ceplerindeki parayı kendilerine akıtırlar. Mollalar, İran’da ki gizli kast sisteminin tepesinde bulunan zengin ve ayrıcalıklı bir sınıftır. Bunların eşi kilolarca altın takar. Kendileri de yüz kilodan aşağı değiller. Tabi hepsini kast etmiyorum. İllaki namuslu olanlar var. Onları tenzih ederim. Ama geneli dediğim gibi. Bunlar fakir insanlara sürekli şöyle diyor: "Allah’a şükürdar olun. Allah’a isyan etmeyin, Allah varlıkla sınadığı gibi yoklukla da sınar. Bulduklarınıza şükredin." Bu başınıza gelenler Allah’ın kaderi demeye getiriyorlar. İşi Allah’a yüklüyorlar ki millet ses çıkarmasın. Ama bu din tüccarlarının attığı iftira elbet bir gün dillerini yakacak. O insanların sefaletinin kaynağı Allah değil bizzat kendileridir. Halkın isyan ettiği de Allah değil bu simsarlardır. Ama çok kurnazlar ya kendilerine olan isyanı Allah’a isyan olarak inanmalarını sağlamışlar. Oradaki tolpum da açlıklarının sebebinin zenginlerin kendi paylarına düşeni çalmaları olarak görmüyor, Allah’ın imtihanı olarak görüyorlar. İşte gördüğünüz gibi kadere iman sadece devletlerin değil bireylerin de işine yarıyor, zenginlerin, sahtekar imamların, mollaların ve nice otorite sahibinin. Şimdi kadere imanı niye gözümüze sokuyorlar anladınız mı?

İlk bilinçli insan’dan bugüne din simsarlığının hiç değişmemesi hep tuhafıma gitmiştir. Musa’nın getirdiği inancı kendi çıkarları için kullanmak isteyenler  tevrat’ı değiştirerek  o inancın içine sızdı ve  içeriğini kendi menfaatleriyle doldurdu. İseviler de aynı tavrı sergiledi. İsa peygamberin Allah’tan aldığı öğretilerin yani incilin kalbine sızdılar ve onu kendi çıkarları doğrultusunda güncellediler, çıkardılar, eklediler. Ama islam’da farklı bir durum var. Din simsarları kur’an’ı kullanarak islam’a sızamadılar. Çünkü Allah kur’an’ı koruduğunu bizzat kur’an’da  ifade ediyor. Din simsarları bu ilahi kitapta silme, ekleme ve güncelleme işlemlerini yapamadılar. Ancak bir simsara açık delik bırakırsanız muhakkak o delikten içeri sızar. İslam’a kur’an’dan sızamayanlar hadis aracılığıyla bunu başardı. Peygamber kendi döneminde kur’an ile karışır kaygısıyla kendi sözlerinin derlenip not edilmesine karşı çıktı. Halife Ömer döneminin sonuna kadar da bu kaygı korundu. Ancak nasıl olduysa Halife Osman dönemiyle birlikte hadis ilmi diye bir ilim ortaya çıktı. Artık  her çıkar odağı peygamber dedi ki ile başlayan cümleler kuruyor ve menfaatlerini dinimize enjekte ediyordu. Teslimiyetçi Kader  inancı bu zehirlerden sadece birisi. Bunlar yapılarak binlerce menfaat din diye bize sunuldu.
 

Görüntülenme 32,045
Yayın 19 Ocak 2017
güncellendi

İslam dininde de her hukuk sisteminde olduğu gibi hukuki bir süreç vardır. Erkek eşine üç kez "Boş ol" dediğinde boşanma gerçekleşmez. Bu bir şehir efsanesidir. Kur'an boşanmayı, açıkça şahitler huzurunda yapılan, hukuki  süreci olan bir hukuk davası olarak görürken bazı kesimler işine gelmediği için Kur'an gibi islamın birinci derece kaynağını gözardı edip kimin söylediği belli olmayan hadisleri referans almaktadırlar. İslam dini boşanma konusunda Hristiyanlık ve Yahudilikten farklı bir metod uygulamıştır. Hristiyanlık dininde boşanma çok katı kurallar içerisinde gerçekleşir. Hatta Hristiyanlığın katolik mezhebinde boşanmak tamamıyle yasaktır. Yahudilik inancı ise boşanmayı çok serbest bırakmıştır. Erkeklerin dini olarak tanımlasak yanlış olmaz. Yahudilik inancına göre erkek bir kusur atfederek karısını boşayabilir. Sonuçta Yahudilik'te kadın ikinci sınıf insandır. Ancak İslamiyet, ne Hristiyanlık gibi katı daraltmalara gitmiş ne de Yahudiler gibi kolay boşanmanın önünü açmıştır. Boşanma konusunda tam bir denge izlemiştir. Aile kurumunu kutsal olarak gören İslam hukuku bu kurumun parçalanmasını önlemek için alelacele verilen düşüncesiz kararlara karşı önlem alır. Bunu yaparken de bir ızdırap haline gelen evliliğin bitirlmesine de izin verir. Kur'an'da boşanmanın nasıl olacağını Bakara suresi ve Talak suresinden öğreniyoruz. Bakara suresi ile başlayalım:
 

"Hanımlara yaklaşmamaya yemin edenlere dört ay bekleme süresi vardır. Şayet dönerlerse, iyi bilsinler ki Allah tarifsiz bağış, eşsiz merhamet sahibidir.(226) Ama eğer ayrılmaya karar verirlerse, bilsinler ki Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir. (227)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- BAKARA,226-227)

Bakara suresi 226'ıncı ayetle başlayıp 237'inci ayete kadar boşanma hukukunu ele alır. Daha ilk boşanma ayetinde Allah, insanları fevri davranmanın pişmanlıklarından korumaya alırken diğer taraftan kutsal olan aile kurumunun parçalanmasını önleyici tedbirler almaya başlar. Eşlerinden ayrılmak niyeti taşıyan erkeklere dört aylık bir düşünme süresi verir. Bu süre mantıklı karar verip duygusal patlamaların unutulması için Allah tarafından uygun görülen süredir. Bildiğiniz gibi ülkemizde çok ciddi kanunlar çıkarılırken (anayasa değişikliği gibi) iki oylama yapılır. İlk oylamadan sonra vekillere belli bir süre tanınır. Bu süreye serinleme süresi denir. Vekillerin konuyu tekrar düşünüp daha mantıklı bir sonuca ulaşması için geçen bu sürenin ardından ikinci oylama yapılır. Tıpkı bu somut olayda gördüğümüz gibi Allah da aile kurumunun geleceğini ani kararların elinde oyuncak olmaktan kurtarmak için dört aylık bir serinleme süresi tanır.Bakara 226'ıncı ayet hakkında Mustafa İslamoğlu'nun yorumu şu şekildedir:
 

"Cahiliye arapları herhangi bir sebeple hanımlara kızıp onlara yaklaşmamaya yemin ederler, bu durum bir zamanla sınırlı olmadığından bazen yıllarca sürerdi. O kadın ne evli olan bir kadın gibi doğal ve insani ihtiyaçlarını giderebilir, ne de dul bir kadın gibi başka biriyle evlenebilirdi. Erkekler bu geleneği kadınlar üzerinde baskı kurmak için kullanıyorlar ve onları her açıdan mağdur ediyorlardı. Bu süre dolduğunda kişi eşine dönme kararını değiştirmezse otomatik olarak eşinden ayrılmış olur."

Bakara suresinin diğer ayetleriyle devam edelim.
 

"Boşanmış hanımlar, üç temizlenme süresince kendilerini gözetlerler. Zira, eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorlarsa Allah’ın rahimlerde yarattığını gizlemeleri onlara helal değildir. Bu süre zarfında barışmak isterlerse, bu durumda kocaları onları almak hakkında önceliğe sahiptirler. Meşru olmak kaydıyla erkeklerin kadınlar üzerinde nasıl hakları varsa , kadınların da erkekler üzerinde benzer hakları vardır, ne ki erkeklerin o kadınlar üzerinde öncelik hakkı vardır. Allah her işinde mükemmeldir, her hükmünde tam isabet edendir." (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- BAKARA,228)

Yukarıdaki ayetlerde boşanma için dört aylık bir düşünme süresi verilmişti. Bu ayette de kadınlara boşandıktan sonra üç adet dönemi boyunca başka bir evlilik yapmadan beklemeleri öğütlenir. Bu süre zarfında kadın hamile olduğunu anlarsa bunu gizlemeden açıklaması gerekir. Kadın bu üç temizlenme süresi boyunca evlilik niyeti taşırsa damat adayları arasında önceliği eski kocasına yani çocuğunun babasına vermesi öğütlenir. Burada amaç  ailenin parçalanmaması için bir fırsat tanınmasıdır. Böylece doğan çocuk öz ebeveynleri ile büyüyecek ve birçok psikolojik sıkıntıları daha küçücük yaştan sırtlanmayacaktır. Ayetin içinde "ne ki erkeklerin o kadınlar üzerinde öncelik hakkı vardır." bölümü yanlış anlaşılmaktadır. Ayet, kadın ve erkek haklarında erkeğin kadından fazla hakkı olduğu gibi yalan-yanlış ve ayetle bağlantısız bir noktaya çekilmektedir. Ancak burada anlatılan olay tamamen ayetin başlangıcında geçen bölümün devamıdır. Yani ayetin bu bölümü şunu ifade ediyor: Eğer kadın hamileyse ve üç adet dönemi henüz bitmemişse ve içinde evlilik niyeti varsa Allah, eş namzetleri (adayları) arasından önceliği çocuğunun babasına vermesini öğütlüyor.Yani Allah, adeta kadına "eski kocanı eleyecek bile olsan olur mu? diye ilk olarak çocuğunun babasını düşün" demektedir. Tabi eğer kadın da isterse. Yoksa bu bir zorunluluk ifadesi değil. Allah bunun için kadını zorlamıyor. Sadece kadının, istemesi durumunda evliliğine ve çocuğunun babasına bir fırsat daha tanımasının çocuğunun babasının hakkı olduğunu ifade ediyor. Ayetlere devam edelim.

"(Dönüşü mümkün olan) boşama iki defadır. Bundan sonrası ya iyilikle geçinmek ya da güzellikle (son defa boşayıp) ayrılmaktır. Bu durumda kadınlara verdiğiniz şeyleri geri almanız, her iki tarafın da Allah’ın koyduğu sınırları koruyamama  endişeleri dışında, sizin için helal değildir. Eğer Allah’ın her iki taraf için koyduğu sınırları koruyamamalarından endişe edersiniz, bu durumda kadının fidye verip ayrılmasında her ikisi içinde bir vebal yoktur. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır, sakın ha aşmayın! Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, işte onlar zulmetmiş olurlar." (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- BAKARA,229)

Bu ayette kastedilen boşama iki defadır ve bu iki boşamadan sonra yine çiftler uzlaşamazsa o halde üçüncü boşanma son boşamadır ve toplamda üç kez boşandıktan sonra artık mutlak ayrılık olur şeklinde anlayanlar olabilir. Ama bu ayetin doğru anlaşılmamasından kaynaklı bir sorundur. Bence üç defa "boş ol" dedikten sonra boşanma olur saçmalığı bu ayetlerin yanlış yorumlanmasından kaynaklanıyor olabilir. Bu ayette kast edilen şudur. Boşanma üç aşamada gerçekleşir. İlk iki aşama tamamlandıktan sonra çift hala ayrılmakta ısrar ediyorsa bu sefer son olarak iki şahidin huzurunda kesin olarak boşanma gerçekleşir. Yukarıdaki ayette şahitlerden söz etmediğinin farkındayım. Fakat burada detaylandırılmayan şahitlik, Talak suresinin ikinci ayetinde yer alır ki aşağıda Talak suresinin ayetlerini de yazacağım. Hala bu ayeti anlamayanlar için biraz daha izah edeyim. Bakara 226'da boşanma kararı veren erkek için dört aylık bekleme süresi verilir. İşte böylece boşanmanın ilk aşaması gerçekleşir. Yani ilk boşanma olur. Ancak bu süre zarfında çift birbiriyle barışıp tekrar birleşebilir. Bu yüzden geri dönüşü mümkün olan boşanmadır. Geri dönüşün mümkün olduğu ikinci fırsat da işe yaramazsa üçüncü boşanma dediğimiz aşamaya geçeriz. İki şahit huzurunda kesin bir boşanma davası görülür. Bakara suresine devam edelim.
 

"Ve erkek (sonunda) kadını boşarsa, bu kadın bir başka erkekle evlenmedikçe kendisine helal olmaz. Eğer  sonraki erkek de onu boşarsa, her iki taraf da Allah’ın koyduğu sınırları gözetecekleri kanaatindeyse, tekrar birbirlerine dönmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar, Allah’ın akledenlere açıkladığı sınırlardır." (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- BAKARA,230)

Çiftimiz nihayet boşanırsa erkek artık tekrar aynı kadınla evlenemez. Taki kadın başka bir erkekle evlenip o evliliğide boşanma ile sonuçlanıncaya kadar. Aynı kadınla tekrar evlenemez çünkü bunun için erkeğe ve kadına daha önce iki fırsat verilmişti. Her iki fırsatta da düşünecek kadar vakitleri olmuştu. Peki Allah niçin böyle bir yasak getirdi ? İnsana ilk bakışta garip geliyor. Bin kez evlenip bin kez boşanalım ne olacak ki diyenleriniz olabilir. Ancak bu yasağın sırrı da şu: Allah boşanmayı çocuk oyuncağı gibi sürekli dillendirmemizi istemiyor. Kadın ve erkek boşanırken iki kez düşünmek zorundalar. Çünkü boşanırlarsa tekrar evlenemezler. Allah böyle bir yasak bırakarak boşanma düşüncesine karşı insanların daha ciddi olmasını sağlıyor. Evliliğin ve ayrılığın bir oyun gibi görülmesinin önüne geçmeye çalışıyor. Bir daha kavuşamamanın verdiği bilinç aile kurumunu dağıtmak isteyenleri daha temkinli davranmaya iten bir güç halini alır.
Bu ayette bir şey dikkatinizi çekmiş olmalı. Kadın başka erkekle evlenip ayrılırsa tekrar eski kocasına geri dönebilir. O halde düzmece bir evlilik yapıp boşanma sağlanır ve kadın tekrar evlenilebilir duruma gelir diye aklından geçirenleriniz olmuştur. Böyle cinlikler düşünenler toplumumuzun en zekileridir. Bu tipleri her yerde görürsünüz. Allah'ı bile kandırabileceklerini sanacak kadar zeka ve kurnazlık fışkırır gözlerinden.Ancak yukarıda kastedilen severek yapılan gerçek bir evliliktir. Geçmişte de yaşandığını bildiğimiz bir gerçek var ki o da şu: Bu zeka küplerimiz eşlerinden boşandıktan sonra pişman olur ve bir erkekle anlaşarak düzmece bir evlilik yapmayı planlarlar. Sonra eşleri o erkekten boşanır ve kendilerine tekrar helal olur. Ama İslam hukukunda bu kesinlikle yasaktır. Boşanma niyetiyle evlilik yapmak islam hukukunda kesinlikle yasaktır. Kimse düzmece evlilik yaparak Allah'ı kandırabileceğini sanmasın. Ayetleri irdelemeye devam edelim.
 

"Bu şekilde kadınları boşadığınızda ve onlar da bekleme surelerinin sonuna geldiklerinde, ya güzellikle tutun ya da güzellikle bırakın! Onlara zarar vermek için alıkoymayın! Bu durumda haddi aşmış olursunuz. Kim de böyle yaparsa elbette kendisine kötülük etmiş olur. Allah’ın ayetlerini hafife almayın! Allah’ın size olan nimetlerini, size öğüt vermek için size indirdiği vahyi ve hikmeti hatırlayın ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! İyi bilin ki Allah her şeyin aslını bilir. (231) Kadınları boşadıktan sonra, bekleme surelerini tamamlamışlarsa, aralarında münasip bir biçimde anlaştıkları takdirde, eş(namzet)leriyle evlenmelerine engel çıkarmayın ! Bu içinizden Allah’a ve Ahiret gününe inanan herkese bir uyarıdır! İşte bu sizin için en yararlı ve en temiz olanıdır. Allah her şeyi bilir ve fakat siz bilemezsiniz (232)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- BAKARA,231-232)

Bakara 232'de erkekler açıkça uyarılmaktadır. Allah boşandıktan sonra eski eşlerimizin başka erkeklerle evlenmesine mani olacak tavırlardan kaçınmamızı istiyor. Maalesef gönül isterdi ki böyle bir uyarının muhattapları olmayalım. Ancak erkekler bugün olduğu gibi dün de kadına karşı zalimdi. Allah kadının bu hakkını erkeklere karşı koruma altına alıyor. Çoğu zaman haberlerde eski eşinin başka erkekle görüşmesi ya da evlenmesine katlanamayan erkeklerin, eşlerini bilmem kaç yerinden bıçakladıklarını büyük bir kederle izliyoruz. Erkek boşandıktan sonra istediği kadar özgür davranırken kadının buna hakkı olmadığını söyleyen erkeklere Allah, bu ayette sesleniyor ve ahiret gününe inanıyorsa bunun bedelini ödeyeceğine işaret ederek erkeğin bu tür davranışlardan uzak durması konusunda ikazını hatırlatıyor.
 

"Ve (boşanmış) annelerden emzirme süresini tamamlatmak isteyenler çocuklarını tam iki yıl emzirirler: Onların yeme-içme ve giyim kuşamlarını temin etmek münasip bir biçimde babaya düşer. Hiç kimseye taşıyamayacağı bir sorumluluk yükletilemez. Ne bir anne çocuğu yüzünden zarara uğratılsın, ne de çocuğu yüzünden bir baba. Ve (babanın) varisine de aynı görev düşer. Eğer (çocuğun boşanmış ebeveyni, çocukla annenin) ayrılmasına karşılıklı istişare sonucu razı olurlarsa, her ikisine de bir vebal yoktur. Eğer çocuklarınızı süt annelere baktırmaya karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun şekilde sağlamanız şartıyla size bir vebal yoktur. Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun: iyi bilin ki Allah tüm yapıp-ettiklerinizi görmektedir.(233) İçinizden ölen kimselerin geriye bıraktığı eşler dört ay on gün kendilerini gözetlesinler. Bu süreyi tamamladıklarında kendileri için gerekli olan şeyleri meşru olmak kaydıyla yapmalarında size herhangi bir vebal yoktur. Ve Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. (234)(HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- BAKARA,233-234)

Bakara 234'üncü ayetinde Allah, erkeğin ölmesi durumunda kadının evlenmesi için dört ay on gün gibi bir süre beklemesini önerir. Bu ayetler indiğinde Araplar arasında bu durumla ilgili ilginç bir gelenek vardı. Bir erkek öldüğünde dul eşlerinin bir yıl boyunca evde bekleyip yas tutmalarını vasiyet ederlerdi. Bu ayet ile birlikte Allah, bir kocanın böyle bir tasarrufta bulunamayacağını ifade ettiği gibi kadın için bir yılın uzun olduğuna karar vermiş ve kadınlar üzerinden böyle bir eziyeti kaldırmıştır. Bakara suresinin bu konudaki diğer ayetleri de şöyle:
 

"Ve bu gibi kadınlara evlenme arzusunu ima etmekte, ya da böyle bir arzuyu içinizde taşımanızda da bir vebal yoktur. Nasılsa Allah sizin onlara karşı hissettiğiniz duyguları açacağınızı bilir. Lakin onlarla meşru bir biçimde konuşma yerine, duygularınızı gizlice açma yoluna gitmeyin; dahası, belirlenmiş süre tamamlanmadan evlilik bağını kurmaya kalkmayın! Zira iyi bilin ki Allah tarifsiz bağışlayandır, acele cezalandırmayandır (235) Kendilerine henüz dokunmadığınız ya da bir mehir tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda size bir vebal yoktur. Ne ki (bu durumda dahi) onlara destek olun! Eli geniş olan kendi takdirince, eli dar olan da gücü yettiği miktarda makul bir biçimde geçimlik tedarik etsin! Bu Allah’ı görür gibi inanan herkesin üzerine bir yükümlülüktür.(236) Eğer kendilerine dokunmadan fakat mehirlerini tesbit ettikten sonra boşarsanız, bu durumda tesbit ettiğiniz miktarın yarısı onlarındır; ancak onların bundan vazgeçmeleri ya da nikah bağını elinde tutan kimsenin vazgeçmesi müstesna. Vazgeçmeniz takvaya daha uygundur, zira birbirinize karşı fedakarca davranmanız gerektiğini aklınızdan çıkarmayın; çünkü Allah yaptığınız her şeyi görmektedir. (237) " (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- BAKARA,235-236-237)

Ayrıca bu konuda Talak suresinin ilk yedi ayeti de detaylı bilgi verir. O ayetler de şu şekilde:

"Sen ey peygamber! Kadınlarınızı boşamak (istediğinizde), onları bekleme sürelerini gözeterek  boşayın ve iddeti sayın. Allah’a karşı sorumlu olduğunuzu bilin. Onları (içinde yaşadıkları) evlerinden çıkarmayınız ve onlar da çıkmasınlar; tabi ki, ayan açık bir ahlaksızlık yapmaları hali müstesna. Bunlar Allah’ın çizdiği sınırlardır: Ve kim Allah’ın çizdiği sınırları aşarsa, artık o kendine zulmetmiş olur; (ve) sen bilemezsin (ey insan), belki de Allah bu (bekleyişin) ardından, birtakım yeni (ve hayırlı) gelişmelere kapı açabilir.(1) İmdi, sürelerinin sonuna yaklaştıklarında ya onları meşru bir biçimde tutun, ya da meşru bir biçimde ayırın; ve siz(in toplumunuz) dan iki kişiyi de şahit olarak bulundurun; ve (hepiniz) şahitliği Allah için dürüstçe yapın! Bakın, bütün bunlar Allah’a ve ahret günününe iman edenlere verilen bir öğüttür. Ve her kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olursa, o onun için bir kapı aralar.(2) Ve hiç beklemediği yerden onu rızıklandırır; ve her kim Allah’a güvenirse, artık O ona yeter: Şüphesiz Allah emrini geyesine erdirendir; doğrusu Allah her bir şey için bir ölçü /kader koymuştur.(3) Ve ay halinden tamamen kesilen kadınlarınız konusunda kuşkuya düşerseniz; bilin ki onların bekleme süresi üç aydır; hiç ay hali görmeyenlerinki de öyledir; hamile olanların iddeti ise doğum yapıncaya kadardır. Ve her kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olursa, O ona buyruğunu kolay kılar (4) İşte bu Allah’ın size indirmiş olduğu buyruğudur; kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olursa,(Allah) onun günahlarını örter ve ona muazzam bir ödül verir.(5) (iddet bekleyen kadınlarınızı), imkanlarınız nisbetinde barındığınız şartlara uygun olarak barındırın;onlar üzerinde baskı kurup hayatlarını çekilmez hale getirmeyin; eğer hamileyseler, doğum yapıncaya kadar nafakalarını üstlenin; eğer (çocuğunuzu) sizin hesabınıza emzirirlerse, onlara hak ettikleri karşılığı verin ve (çocuğun geleceğini) kendi aranızda ortak değerler çerçevesinde istişare edin; eğer(emzirme konusunda) karşılıklı zorlanırsanız, bu takdirde (baba) hesabına bir başkasının emzirmesi gerekecektir.(6) (Neticede) imkanı olanlar, imkanları nisbetinde harcama yapsın; maddi imkanı dar olanlar da Allah’ın kendisine verdiği kadar harcama yapsın: Allah hiç kimseye verdiği imkandan fazlasını yüklemez; (belki de) Allah, bir zorluktan sonra bir kolaylık ihsan edecektir. (7)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- TALAK, 1-2-3-4-5-6-7)

Konu uzun oldu farkındayım ama sonuç olarak Kur'an'da boşanma hukukunun apaçık şekilde anlatıldığını görmenizi istedim. Bir erkeğin kadınına Üç defa "Boş ol" demesiyle ya da "seni üç talakta boşadım" demesiyle boşanma gerçekleşmez. Bu iş o kadar ucuz değil. Yukarıda Talak suresinin ikinci ayetinde gördüğünüz gibi belli fırsat süreleri bittikten sonra boşanma şahitler huzurunda yapılan ciddi bir konudur. Dinimizi, kendi çıkarlarını bize din diye sunanlardan öğrenmemiz ahiret günü bize büyük bir utanç olacaktır. O gün "kandırıldık" demek ya da "çoğunluğu takip ettik" demek yeterli olmayacaktır.

Görüntülenme 7,746
Yayın 22 Ocak 2017
güncellendi

Hz. Muhammed’in okuma yazma bilmediği yıllardır çoğunluğun kabul ettiği bir  varsayımdır. Bu görüşü savunanlar olduğu gibi peygamberin okuma-yazma bildiği görüşünü savunan İslam bilginlerimiz de mevcuttur. Peygamberin okuma-yazma bilmediği görüşünü savunanların en temel dayanağı, hudeybiye anlaşmasını hazırlanırken yaşanan bir olayın rivayet yoluyla bizlere ulaşması. Yani hadis. Bu yazımda bu rivayetin doğru olup olmadığını da tartışacağız. Ben rivayetleri din kabul edenlerin, dine zehir şırınga etmek isteyenler ile aynı maca hizmet ettiğine inanan biriyim. Bu konuyu araştırma gereği duymadığım zamanlarda ben de peygamberimizin okuma-yazma bilmediğini zannedenlerdim. Fakat zanlarımı din gibi görüp onlara sıkı sıkıya bağlı olduğum dönemler eskide kaldı. Şimdi gelelim konuyu kur’an’ın rehberliğinde incelemeye.

Peygamberimizin okuma-yazma bilmediğini savunan görüş, buna kur’an’dan ayetler getirerek örnek verirler. Yani bu görüşe göre  kur’an peygamberin okuma-yazma bilmediğini ifade eder. Kur’an peygamber’e iki ayette ümmi kelimesini kullanır.  Bu ayetler a’raf suresi 157’inci ayet ile 158’inci ayettir. Bu görüşü savunanlara göre bu kelimenin anlamı, "okuma-yazma bilmeyen kimse" demektir. Ancak kur’an ümmi kelimesini bu anlamda kullanmıyor. Kur’an’da ümmi terimi ekseriyet “kitap ehli olmayanlar” manasında  kullanılır.

Ümmi Ne Demek ?

Kök anlamı "annesinden doğduğu gibi kalan"dır. Bir başka anlamı ise “kendisini ümmetine adayan”  demektir. Peki kur’an bu kelimeyi hangi anlamlarda kullanmıştır onları görelim. İlk olarak Cuma suresinin ikinci ayetine bakalım:
 

“Çünkü ümmilere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.”  (DİYANET VAKFI MEALİ-CUMA, 2)

“Daha önce kitaptan mahrum olan ve derin bir sapıklık içinde bulunan topluma kendi ayetlerini okumak, onları arındırmak, kitabı ve isabetli hüküm vermeyi öğretmek için kendi içlerinden bir elçi gönderen O’dur.” (HAYAT  KİTABI KUR’AN MEALİ- CUMA,2)

İki farklı meal sundum sizlere. Diyanet’in çevirisi genel müslümanların kabuludür.  Bu genelin kabulüne göre ümmi okuma-yazma bilmeyendir. Cuma suresinin ikinci ayetinde ümmi kavramıyla vurgulanmak istenen "Tevrat’ı bilmeyen, herhangi bir kutsal kitabı bilmeyen" dir. Bu yüzden islamoğlu yukarıdaki çevirisinde ümmi kelimesinin yerine Türkçe karşılığı olan "Daha önce kitaptan mahrum olan" diye çevirmiştir. Demek ki kur’an, ümmi kelimesini "önceden herhangi bir kutsal kitapla tanışmamış,o kutsal kitabı okumamış" manasında kullanmaktadır. Şimdi de gelelim bakara suresi 78’inci ve 79’uncu ayete. Orada da ümmi kelimesi geçer şimdi o ayetlere bakalım:
 

“Onların içerisinde ümmiler de var. Onlar kitabı bilmezler, sadece birtakım kuruntulara sahipler; ve onlar (gerçekleri bilmiyor) yalnızca zannediyorlar.(78) Yazıklar olsun onlara ki, kitabı kendi elleriyle yazıp da az bir getiri sağlamak için “Bu Allah katındandır” derler. Elleriyle yazdıklarından dolayı yazıklar olsun onlara, kazandıklarından dolayı da yazıklar olsun! (79) (HAYAT  KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA,78-79)

Bu ayetlerde de Allah, kitap ehli arasında bulunduğu halde kitaptan uzak durup "elleriyle yazdıklarına" itibar eden Yahudilerin ümmilerinden bahsediyor. Ümmi’nin "okuma-yazma bilmeyen" anlamında kullanılmadığını apaçık olarak ortaya seren ayet bakara 78'dir. Gördüğünüz gibi kendi elleriyle Tevrat yazıp gerçek tevrat’tan uzaklaşanlara Allah, ümmi diyor.Yani bu ayette de ümmi’nin anlamı “Kutsal kitabından habersiz, onu okumayan kimse” anlamındadır.  Kur’an’a göre insanların kendi elleriyle yazdıklarına Tevrat demesiyle o Tevrat olmuyor, onu okumasıyla da tevrat’ı okumuş olmuyordu. Böylece gerçek kutsal kitap olan tevrat’ı okumayanlar kur’an’a göre ümmi sınıfına dahil oluyordu.

Hz. Muhamed’in ümmi olması ne anlama geliyor?

Peygamberimize ümmi diyen ayetlerin a’raf suresinin 157 ve 158’inci ayetleri olduğundan bahsetmiştik. Sadece bu iki ayette peygamber için böyle bir ibare geçiyor. Şimdi ayetleri görüp hangi manada kullanıldıklarını anlamaya çalışalım.
 

“Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi peygamber’e uyanlar (var ya), işte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nur’a (kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır. (157) De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim. Ondan başka tanrı yoktur, O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah’a ve ümmi peygamber olan Resulüne –ki o, Allah’a ve onun sözlerine inanır- iman edin ve O’na uyun ki doğru yolu bulasınız.(158)(DİYANET VAKFI MEALİ-A’RAF, 157-158)

“onlar ki, ellerinde Tevrat ve İncil’de tanıtılmış bulacakları Rasul’un, o Kitap ehli’nden olmayan peygamberin izinden gidecekler; (o peygamber) onlara iyiliği emredip kötülükten sakındıracak, temiz ve yararlı şeyleri onlara yasaklayacak; sırtlarına vurulmuş olan yüklerini indirip öteden beri (özgürlüklerine) vurulan zincirleri çözecek. Sonuçta ona inanan, onu el üstünde tutup destekleyen ve ona yücelerden bahşedilen ışığın ardına onunla birlikte düşenler kurtuluşa erenler olacak.(157) (ey peygamber) de ki: Ey insanlar! İyi bilin ki ben Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim. Öyle bir (Allah) ki, göklerin ve yerin egemenliği O’na aittir; O’ndan başka ilah yoktur; hayatı ve ölümü yaratan O’dur: o halde Allah’a ve O’nun elçisine inanın; Allah’a ve O’nun bütün mesajlarına inanan kitap ehlinden olmayan Haberci’ye… Ve ona uyun ki doğru yolu bulabilesiniz. (158) (HAYAT  KİTABI KUR’AN MEALİ- A’RAF,157-158)

Mustafa İslamoğlu ümmi kelimesine anlam vererek ayette sunduğu için diyanetin mealini verdim. Çünkü ayette ümmi kelimesi tam olarak nerede geçiyor görmenizi istiyorum. Dikkatlice ayertleri incelerseniz her iki ayette de tamamiyle kitap ehli (hristiyanlık ve Yahudilik) temasını işliyor. Yani bu ayetlerde kastın peygamberin okum-yazma bilmediği değil tabi ki. Peygamber’in daha önceki vahiylerden (Tevrat ve incil’den) bihaber olduğuna vurgu yapılıyor. Velhasıl Kur’an’i anlam olarak ümmilik okuma-yazma bilmemek değil Mehmet Okuyan’ın dediği gibi “o günkü anlamıyla entelektüel dini bilgiye sahip olmamak” demektir. Yani peygamberimizin kur’an’dan önce ne incil’i ne tevrat’ı ne de diğer kutsal metinleri okumaması ya da bilmemesidir.

Benim savunduğum bu görüşe muhalif olup ümmiliğin okuma- yazma bilmeme şeklinde yorumlayanların tutunduğu bir dal var. Ankebut suresi 48’inci ayet. Ancak bu dalı kur’an onlara uzatmıyor. Ayeti yorumlarken bu dalı kendi kendilerine uzatıyorlar. Ben ayetin çok yanlış yorumlandığı kanaatindeyim. İşte ayet:
 

“Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.” (DİYANET VAKFI MEALİ-ANKEBUT, 48)

“Bundan önce sen hiç kitap okuyan değildin ve onu sağ elinle de yazmıyordun. Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı.” (ALİ BULAÇ MEALİ- ANKEBUT, 48)

Gördüğünüz gibi birçok kur’an tercümanı ayeti, peygamberin daha önce okuyamadığı şeklinde anlamış. Ancak bu okunuş kesinlikle hatalıdır. Ayeti bağlamlarından kopararak okumak yine bizi hatalı bir noktaya götürecektir. Ankebut 47’inci ayete baktığınızda konunun yine eski vahiy mensupları oldukları görülür. Yani Tevrat ve İncil gibi kutsal kitaplardan bahseder. Ankebut suresinin kırkyedinci ayetine bir göz attıktan sonra kırksekizinci ayeti daha doğru anlayabiliriz.
 

“(Ey peygamber!) İşte bu kitabı sana böyle (bir mesajla) indirdik; bu yüzdendir ki bu kitabı kendilerine verdiklerimiz ona iman ederler; işte şu (önceki vahyin mensupları) arasında da inanan kimseler olacaktır: zaten nankörler dışında hiç kimse ayetlerimizi bile bile inkar etmezler.” (HAYAT  KİTABI KUR’AN MEALİ-ANKEBUT,47)

Ankebut 47’de "önceki vahiylere" vurgu yapılıyor. Ankebut 48’de ise bu vurgudan bağımsız bir anlam yok aslında. Ankebut 48’de “Bundan önce sen hiç kitap okuyan değildin” derken Kur’an gibi kutsal bir kitabı daha önceden okumamıştın demek . Yoksa kur’an’dan önce hiçbir kitap türü okumamıştı demek istenmiyor.  Tevrat , İncil gibi kutsal metinleri daha önce hiç okumamıştın demek isteniliyor. Ankebut 47 ve 48 beraber düşünüldüğünde burada okunmayan kitap  daha önceki ilahi metin olan kutsal kitaplar olduğu açıkça görülür. Peki ankebut suresinin 48’inci ayetin sonunda geçen “ Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı.” cümlesi nasıl anlaşılmalı. Çoğunluk bu cümleyi peygamber okuma-yazma bilseydi müşrikler kur’an’ı peygamber yazdı diye düşünüp kuşkuya kapılırdı şeklinde anlamışlar. Ancak bu okuyuşu mantıklı bulmuyorum. Bilakis eğer peygamber kur’an’dan önceki vahiyleri (kitapları) bilseydi yani daha önce okumuş olsaydı  müşrikler, kur’an’da ki çoğu kıssa, ayet ve peygamberleri muhammed’in önceki kutsal kitaplardan öğrendiği şeklinde bir kuşku ya kapılacağını ifade etmektedir. Benim kanaatim bu yöndedir. Bu yüzden tüm bu anlattıklarım ışığında ankebut 48’inci ayet için Mustafa İslamoğlu’nun meali daha isabetlidir.
 

“Hem sen bu (Kur’an) dan önce herhangi bir (kutsal) kitabı okumuş değildin; dahası onu kendi elinle yazıyor da değilsin. Eğer böyle olsaydı insanları kuşkuya düşürürlerdi, gerçeği geçersiz kılmaya yeltenenler.” (HAYAT  KİTABI KUR’AN MEALİ-ANKEBUT,48)

Ümmi  kelimesinin okur- yazarlık anlamında peygamber için kullanılmadığını gördük. Şimdi asıl meseleye odaklanabiliriz. Hz. Muhammed okuma-yazma biliyor muydu?

Peki Hz. Muhammed  okuma yazma biliyor muydu?

Belki şimdiki bilgilerle yüzde yüz biliyordu dememiz mümkün değil. Ancak bilmiyordu demek bana çok saçma ve mantık dışı geliyor. Yıllarca Eşi Hatice validemizin koskoca servetini yöneten onun için kervanlara katılıp uzak ülkelerde ticaret yapan bir insanın okuma-yazma bilmediğini söylemek çok anlamsız. Ayrıca bildiğiniz gibi peygamberlerin sıfatlarından biri de zeki olmalarıdır.Eğer doğruysa peygamberin bazı vahiy katiplerine bazı ayetlerin nasıl yazılacağını şeklen öğrettiğine dair rivayetler var. Tüm bunların dışında Kur'an "Oku" emriyle başlıyor. İlk ayet  oku'dur. Oku diye başlayan vahyin muhattabı nasıl ilk ayeti görmezden gelir?

Şimdi önemli gördüğüm bir noktayı sizinle paylaşmak istiyorum. Peygamberimiz bedir savaşından sonra aldığı esirleri, müslümanlara okuma-yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakmıştı. Her esir on kişiye okuma-yazma öğretecekti. Ama bu öğretilenler arasında kendisini saymaması bana göre kendisinin okuma yazma bildiğinin en büyük işaretidir. Çünkü peygamber kur’an’ı en iyi bilen ve yaşayandı. Kur’an’da saf ya da diğer adı saff suresi ikinci ve üçüncü ayetlerinde ve bakara suresi kırkdördüncü ayetinde müslümanlara "yapmadığınız şeyleri başkasına söylemeniz günahtır" gibi bir ibare var. Peygamber kendisi öğrenme gereği duymayacak ama müslümanlara sürekli öğrenmelerini öğütleyecek. Ben peygamberimizin öyle biri olmadığına eminim. Bir şeyi istediğinde kendisi yapmadan  asla başkasına yapın demezdi. Müslümanlara savaşın dediğinde bile savaşın en önünde kendisi olurdu.
 

“Siz ey iman edenler! Niçin söylemlerinizle eylemleriniz birbirine uymuyor! (2) Yapmadığınız/yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında ağır(sonuçları) olan nahoş bir davranıştır. (3)(HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- SAF, 2-3)

“Diğer insanlara sahici erdemlerle donanmayı öğütlerken sıra size gelince terk mi ediyorsunuz; ve üstelik Kitabı da tilavet edip dururken? Siz hiç kafanızı çalıştırmayacak mısınız?” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA, 44)

Konuyu toparlamadan önce son bir açıklama yapmak istiyorum. En yukarıda hudeybiye antlaşmasında yaşandığı söylenen bir olay var. Onu da konuşacağımzı söylemiştim. Şimdi o hadisi kabul edenlerin peygamberin okum-yazma bilmediği çıkarımında bulunduğu olay nedir ona bakalım:
 

Ku­reyş elçisi Süheyl b. Amr, Re­sû­lul­lah’ın huzuruna vardı. Önün­de iki dizi­nin üzerinde yere çöktü. Peygamber Efendimiz ise, bağdaş kurmuştu. Müslü­manlar da çevresinde oturmuşlardı. Süheyl b. Amr, uzun uzadıya konuştu, sonra Peygamber Efendi­mi­ze sulh tek­lifinde bulundu. Peygamber Efendimiz, sulh tekliflerini kabul etti. Bundan sonra, sulh şartlarının müzakeresi yapıldı. Onlarda da an­laşmaya varıldı. Sıra, anlaşma şartlarının yazılmasına gelmişti. Hz. Ali, musalahanın şart­larını yazmak üzere kâtip tayin edildi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Yaz!” dedi. “Bis­mil­la­hir­rah­mânirrahîm!”
Süheyl b. Amr, buna itiraz etti: “Biz, Bismil­lahir­rah­mâ­nir­ra­hîm’­i bilmiyo­ruz! Sen böyle yazma!”
Resûl-i Ekrem, “Öyle ise nasıl yazalım?” diye sordu.
Süheyl, “‘Bismike Allahümme’ diye yaz” dedi.
Ku­reyşliler, eskiden beri “Bismillahirrahmânirrahîm” ye­rine “Bismike Al­lahümme “yi kullanırlardı.
Peygamber Efendimiz, “‘Bismike Allahümme’ de güzeldir!” buyurduktan sonra Hz. Ali’ye, “Haydi yaz! Bis­mi­ke Al­lahümme” diye emretti.
Hz. Ali de aynı şekilde yazdı.
Bundan sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Bu, Muhammed Re­sû­lul­lah’ın, Süheyl b. Amr’la üzerinde anlaşmaya varıp sulh oldukları, icabının ta­raflarca yerine getirilmesini kararlaştırıp imzaladığı maddelerdir!” diye yaz­masını emretti.
Ku­reyş heyeti başkanı Süheyl, yine itiraz etti. “Vallahi, biz senin gerçekten Allah’ın Resûlü olduğunu kabul edip tanımış olsaydık, Beytullah’ı ziyaretine mani’ olmaz ve seninle çarpışmaya kalkmazdık!” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Peki nasıl yazalım?” buyurdu.
Süheyl, “Muhammed b. Abdullah diye kendi ismini ve babanın ismini yaz” dedi.
Peygamber Efendimiz, “Bu da güzeldir!” buyurduktan sonra, Hz. Ali’ye:
“Yâ Ali! Sil onu! Sil de Muhammed b. Abdullah yaz” diye emret­ti.
Hz. Ali, “Hayır! Vallahi, ben Re­sû­lul­lah sıfatını hiçbir zaman silemem!” di­ye yemin etti.
Bu arada Müslümanlar da, Hz. Fahr-i Âlem’e karşı besledikleri muhabbet ve hürmetlerinin eseri olarak, “Biz, Re­sû­lul­lah Muhammed’den başkasını yaz­dırmayınız! Ne diye dininiz uğrunda bu eksikliği, bu hakareti kabul ediyo­ruz?” diye yüksek sesle konuşmaya başladılar.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Müslümanlara seslerini kıs­ma­larını ve susmala­rını mübarek elleriyle işaret buyurdu. Birden sustular.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye, “Bana onların yerini gös­ter” dedi.
Hz. Ali, “Re­sû­lul­lah” kelimesinin bulunduğu yeri gösterdi. Resûl-i Ekrem Efen­dimiz de onu eliyle sildi. Yerine ise “İbn-u Abdullah (Abdullah’ın oğlu)” ke­li­melerini yazdırdı. (Müslim, Sahih, c. 3, s. 1410; Ahmed İbn Hanbel, a.g.e., c. 1, s. 342.)

Lütfen bu rivayeti tüm algılarınızı açarak okuyun. Bu rivayet tamamen anlamsızdır. Düşünün peygamberimiz hudeybiye anlaşması sırasında peygamberliğinin yaklaşık 18 yılını doldurmuştur. Yaklaşık 59 yaşında olan nebinin 18 yıldır tebliğ ettiği iki kelimeyi bilmediği söyleniyor. Peki yukarıdaki hadise! göre bu kelimeler hangileri ? Rasul ve Allah. Bakın yukarıdaki rivayete. Peygamber 18 yılın sonunda rasul ve Allah kelimelerini tanımıyor ve güya Ali’ye bana yerini göster diyor . Allah aşkına peygamber okuma bilmiyordu düşüncesini ispatlamak için peygamberi düşürdükleri duruma bakarmısınız. Biz arap bile değiliz. Arapça harflerine de uzağız. Arapça konuşmayı da bilmeyiz ama ona rağmen bismillah , Allah ve Muhammed gibi kelimelerin Arapça yazılışını biliriz. Bir kez bile görenlerimiz varsa başka zaman gördüğünde hemen anımsar. Ama islam’ı, kendisinden öğrendiğimiz ve bir sıfatı da zeki olan bir peygamberin 18 yıl  boyunca bir Allah kelimesini öğrenemediğini söylemek peygambere hakaret değil de nedir?  Bu hadis olduğu söylenen rivayeti vicdanlarınıza bırakıyorum.

Son olarak şu hadis olduğu söylenen rivayeti size vermek istiyorum. Okuyun da kendi görüşünü ispatlamak için nasıl yalan rivayetler uydurulduğunu görün. Peygamberin ağzına ne kadar kolay yalan yerleştirilir görün.
 

"Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim.
Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra 'Oku!' dedi.
Ben yine, 'Okuma bilmem.' dedim.
Beni tekrar kollarımn arasına aldı, kuvvetle sıktı ve 'Oku!' diye tekrar etti.
Ben yine 'Okuma bilmem.' dedim.
Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi:
Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir." (bk. Buhârî, Bed'ü'I-vahy, 3; Müslim, İmân, 252)

Bakın sadece biraz aklımızı kullanırsak bu hadisin düzmece olduğunu anlarız. Niye olduğunu anlamadığımız bir şekilde cebrailin peygamberi sıkıp durduğunu anlatan bir hikayedir yukarıdaki olay. Absürtdür. Alak suresinin ilk ayetlerinin gelişi anlatılır bu hadiste. Bu rivayette melek, peygamberimize üç kez oku diyor ancak biz biliyoruz ki Alak suresinde oku emri bir kez yazılmıştır. Ne yani peygamber ona gelen vahyin özetini mi yazdırdı vahiy katiplerine? Bu, rivayetin uydurma ya da hatalı aktarıldığının emarelerinden sadece biri. Melek, peygamberimize oku diyor. Peygamberimiz de sözüm ona okuma bilmediğini söylüyor. Allah aşkına eğer böyle bir olay yaşansaydı peygambere oku dendiğinde peygamberin söylemesi gereken ilk sorunun "neyi okuyayım?" olması gerekmez miydi? Hadi ilkinde söylemedi. Meleğin, peygamberi  ikinci ya da üçüncü sıkışında da peygamber sormuyor. Ortada okunacak bir metin yok ki. Kur'an sayfalar eşliğinde inmedi. Allah vahiy meleği aracılığla peygamberin yüreğine ve aklına indiriyordu ayetleri. Bakara 97'de peygamberin vahiy alış şekli şüpheye yer bırakmayacak kadar açıktır. Bu rivayete göre peygambere sanki bir kağıt uzatılmış da oku denmiş gibi bir hava var. Bu kadar ince detaylar yukarıdaki rivayetin kurgulandığını görmemiz için yeterli değil mi?

Görüntülenme 39,053
Yayın 29 Ocak 2017
güncellendi

Bu tür konular hakkında insanlar hep düşünür. İnsan her ne kadar mucize kavramına inansa da aklının bir kenarından şu soru geçer : "Nasıl?"  Bu tür sorular gayet insanidir. Doğamız gereği her şeyi detaylarına kadar araştırıp öğrenme içgüdüsüne sahibiz. Tabi bu tür soruları sormaktan korkan, mucize deyip geçiştiren öğrenme ve sorgulama yetisini başkalarına emanet eden insanlar da vardır. Ancak o tür insanların zaten doğaları bozulmuştur . Bu tipler tarih boyunca soru sormadıkları gibi soru soranlardan da nefret etmiş onların da ilerlemesini engellemeye çalışmıştır. Bizi bilimden uzaklaştıranlar da bunlar değil miydi ?

Ben kur’an’da anlatılan mucizevi olayların aslında bilimsel bir tabanı olduğuna inanan biriyim. Yani anlatılan o olayların mantiki, bilimsel bir izahının olduğuna inanıyorum. Fizik, kimya, biyoloji ilimlerini ve yasalarını oluşturan Allahtır. Bu olaylarda da bu bıraktığı bilimsel ilkelerin dışında bir prensip takip ettiğini sanmıyorum. Bunu yapacak gücü elbette ki var. Kur’an’da hala bilimsel olarak kafamda oturtamadığım olaylar da var. Ama bu, kafamda oturmayan o olayların izahını düşünmeme mani değil. Ben kur’an’da anlatılan çoğu olağanüstü olayın, Allah’ın bizim için yarattığı fen ve matematik yasalarına aykırı olduğu kanaatinde değilim. Kur’an’da mucize kelimesinin hiç geçmemesi çok dikkate şayan bir detaydır. Zaten big-bang süreci ile yaratılmış evrenimiz, gezegenler, onca harika sistem, insanlar, bitkiler, dünyadaki bu muazzam işleyiş her şey bana mucizevi geliyor ve bana yetiyor. Allah’ı görmek için daha fazlasına ihtiyacım yok. Asıl konumuza dönelim ve şu can alıcı soruyu soralım: erkek eli değmeden bir kadın nasıl hamile kalır? Bunun başka bir örneği var mı? Bilimin günümüz itibariyle bu konudaki yaklaşımına geçmeden önce bu konuda kur’an ne diyor onu görelim.
 

"Fakat çocuğu doğurunca dedi ki: Rabbim! Onu kız doğurdum  -Allah onun ne doğurduğunu ve erkeğin kız gibi olamayacağını pekela biliyordu-; ve adını Meryem koydum; İmdi ben onu ve soyunu taşlanmış şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum!" (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- AL’İ İMRAN,36)

Yukarıdaki ayette aslında bir sorunun cevabı gizli. O soru şu: “Meryem çift cinsiyetli miydi?” Yani “erkek ve dişi  üreme organlarının her ikisi de var mıydı?” Ayet bu konuda bizi bilgilendiriyor. Yukarıda Meryem’in annesi Hanne’nin  şöyle bir sözü var: "Rabbim! Onu kız doğurdum" Buradan anladığımız Meryem’in dış anatomisi tamamiyle normal bir kızdan farksızdı. Eğer çift cinsel organa sahip olsa Meryem’in annesi Hanne, daha şaşkın bir ifade ile anormal bir doğum yaptığını ifade ederdi. O halde Meryem'in kadın oluşu hakkında bir kuşkumuz yok.

Meryem Hermafrodit Bir Kadın Mı?

Bu soruyu bugün sorabiliyorsak bilime çok şey borçlu olduğumuzun farkında olmalıyız. Peki hermafroditizm nedir?
 

Hermofroditizm:  Basit yapılı bazı hayvanlarda ve bitkilerin çoğunda aynı bireyde hem dişi hem erkek üreme hücreleri üretilir. Bu canlılara hermafrodit denir. Hermafrodit canlılar kendi kendini dölleyebilir.(10. Sınıf Biyoloji Kitabı, Eşeyli Üreme Sayfa:15)

Hermafroditliğin tanımını gördük. Kelime etimolojik olarak da ortaya çıkışının şu şekilde olduğuna inanılmaktadır. Kelime olarak hermafrodit, Yunan mitolojisindeki Haberleşme Tanrısı Hermes ile Güzellik Tanrıçası olan Afrodit’in adlarından gelmektedir. Efsaneye göre Afrodit ile Hermes'in bir oğulları olur. Adını Hermafrodit koyarlar. Hermafrodit o kadar güzeldir ki bir su perisinin dikkatini çekmiştir. Peri kız, sürekli ona yakınlaşmak için uğraşır ama Hermafrodit'in nazı ile karşılaşır. Bir türlü yüz bulamayan peri kız, Hermafrodit gölde yüzerken birdenbire karşısına çıkar ve sıkı bir şekilde ona sarılır. Tanrılara onları birbirlerinden ayırmamaları için yalvarır. Sonunda dileği kabul olur ve ikisi de aynı vücutta can bulurlar. Böylece ortaya çift cinsiyetli bir insan çıkar. Elbette bu işin zan kısmı. Bilim bile bazen kavramlarını efsanelerden, gerçek dışı olaylardan almakta.

Peki Meryem’in Hermafrodit Olmasyla İlgili Kur’an’da Bir Bilgi Var Mıdır?

Böyle bir bilgi kesin vardır demek zordur. Ancak Mehmet Okuyan buna delil olabilir dediği bir ayet mevcut. O da Al’i İmran 37’inci ayet.
 

"Bunun üzerine Rabbi onu memnuniyetle kabul etti; dahası onu bir çiçek (bitki) gibi yetiştirdi ve Zekeriyya’nın himayesine verdi. Zekeriyya ne zaman onun bulunduğu bölmeye girse, onun yanında yiyecekler görürdü. (Ve bir gün) sordu. Ey Meryem! Bunlar sana nereden geliyor? O da cevapladı: Bunlar Allah katındandır; Allah dilediği kimseye hesapsız rızık bağışlar."(HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- AL’İ İMRAN,37)

Mustafa İslamoğlu ayette bitkiyi çiçek şeklinde meallendirmiştir. Ancak ayette geçen kavram "Nebaten"dir.Yani bitki. Ama hiç fark etmez ikisi de bu meselenin özünde bir. Kur’an’da yalnızca Meryem için bitki benzetmesi yapılır. Mehmet Okuyan bu ayeti baz alarak şöyle diyor: "Bitkilerin çoğunluğu hermafrodit üreme gerçekleştirir. Acaba kur’an Meryem’i bitkiye benzetmekle bu özelliğe mi vurgu yapıyor?" Bugün bilimsel olarak hala Meryem’in hermafrodit olup olmadığı kanıtlanmış değil. Kesin olarak da Meryem hermofraditti de demiyorum. Ama niçin olayın bu tür bilimsel bir dayanağının olduğunu düşünmekten çekinelim? Peki Kur’an’da Meryem hakkında başka ilginç ayrıntı var mı dersiniz? Mehmet Okuyan, Enbiya 91’de Meryem için dişi zamiri (ha) kullanılırken Tahrim 12’de ise Meryem için (hu) erkek zamiri kullanıldığını belirtiyor. Kur’an bir birey için her iki zamiri kullanarak bize bir şeyler ima ediyor olabilir mi?

Tıbben Bir Kadının Kendi Kendini Döllemesi Hermafrodizm  Nasıldır ve Örneği Var Mıdır?

Bayanlarda normal koşullarda iki yumurtalık(over) bulunur. Ancak hermafrodit kadınlarda hem over(yumurtalık) hem de (sperm üreten) testis dokusu bulunur. Bu çok nadir görülen bir durumdur. Hermafrodit bayanlar dış görünüş olarak tıpkı normal bayanlar gibidir. Aynı anatomiye sahiptirler. Şimdi bu konunun uzmanı Doç. Dr. Zeki BAYRAKTAR’ın bu konudaki bilgisine başvuralım.

"Son 40 yılda hermafrodit olup doğum yapan 14 vaka var. Tabi bu kadınlar bir erkekle beraber olduktan sonra doğum yaptılar. Kendi kendilerini döllemediler. Bunlar bilim dünyasında akademik makale olarak yayınlanmış vakalardır. Yani Tamamen bilimsel. Bu 14 hermafrodit kadın arasından 24 gebelik bildirildi. Bu gebeliklerden 20’nin üzerinde sağlam doğum oldu. Bunların hepsi erkek doğurdu. Hermafrodit kadınlar dişi doğuramazlar. Peki bir hermafrodit bayan kendi kendini dölleyebilri mi? Yani otofertilizasyon mümkün mü? Evet. Hem sperm hem yumurta ürettiği için bu mümkündür. Tıp dünyası bugüne kadar, kendi kendini dölleyen hermafrodit bir vakaya rastlamamıştır. Yani otofertilizasyon görülmemiştir. Ancak buna rağmen, dişi hermafroditlerde bu şekilde döllenme olmayacağı anlamı çıkmaz. Aksine dişi hermafroditlerde, kendince döllenme mümkündür. Dişi hermafroditlerin %20-25 civarı bölümü hem XX hem XY kromozumuna sahiptir. Buna Mozaisizm denir. Bu yüzden Meryem bu yüzde yirmi’lik dilimde olması muhtemel. Ayrıca Hollandada 1990’da  250 hermafrodit tavşanla deney yapıldı. Bir sezon gözlenen bu tavşanlardan 7 tanesi kendi kendini dölleyip hamile kaldı. Yani bu deney sonucunda otofertilizasyon gerçekleştiği görülüyor. Buda bilimsel bir makale olarak yayınlandı." (Doç. Dr. Zeki BAYRAKTAR)

Bilimin bu konudaki deney ve gözlemleri yukarıda anlatıldığı gibi epey umut verici. Doktor’un söylediklerine dikkat ettiyseniz hermafrodit kadınlar sadece erkek doğurabiliyorlar. Bu tıbbi buluş, Meryem’in başına gelenleri  şimdilik en iyi açıklayan bilimsel bulgu sanırım. Elbette bilim daha da ilerledikçe Meryem’in başına gelen o olayı daha iyi anlayacak ve olayın ardındaki gerçek de muhakkak aralanacak diye düşünüyorum. Burada yüzde yüz Meryem hermafroditti demiyorum.Bu sadece bana en mantıklı gelen yorum. İleride daha bilimsel bir bulgu keşfedildiğinde ona uyarım.İslam ahlakına sahip her müslüman dinamik bir düşünme yeteneğine sahip olmalıdır. Bir fikre saplanıp fikir fanatikliği yapmak müslümanlara yakışmaz. Ama dediğim gibi erkek eli değmeden nasıl hamile kaldı sorusunu şimdilik en iyi açıklayan tıbbi bulgular bunlar. İçinizden bazıları "ama şu ana kadar kendi kendini dölleyen kadın vakasıyla karşılaşılmamış" diyebilir. Evet böyle bir durum var. Ancak bu yine de bunun mümkün olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Ayrıca İnsan da tavşanlar gibi memeliler gurubundandır. Dolayısıyla dişi hermafroditlerde, kendi kendine döllenme tıbben mümkündür.Düşünsenize  böyle bir durum yaşanmış olsa bile kadın, bu durumu tıp dünyasına haber vermemiş olabilir. Eminim ki böyle bir olay yaşandıysa kadın” kimse inanmaz” deyip saklamıştır. Öyle bir kadının yerine kendinizi bırakın lütfen. Utandığınız için kime durumu anlatabilirdiniz ki? Kim size inanırdı ki? Kendi döneminde Meryem’e kaç kişi inandı? Zina yapmış damgası yiyecektiniz. Meryem’in babasız çocuk doğurduğuna canı yürekten inanan bir İslam aliminin huzuruna da çıksanız , Meryem’in babasız çocuk doğurduğuna canı yürekten inanan Papa’nın karşısına bile çıksanız zina yapmış damgası yerdiniz. Çünkü insanların çoğu inancında samimi değildir. Meryem’in yaptığına ne kadar inansa da başkasının yaptığına inanmaz. Çünkü bu ona imkansız gelir. Bugün yaşayan birçok insan Meryem’in döneminde yaşasaydı onu zina ile suçlayanların yanında olurdu. "Bakire Meryem" olayı kulağa hoş gelse de "Bakire yakın çevre" gerçeği o kadar da hoş karşılanmaz.

 

Görüntülenme 6,309
Yayın 01 Şubat 2017
güncellendi

Başlığı atarken bölüm-1 dedim çünkü Nisa suresi çok önemli iki konuyu bünyesinde barındırmakta. Allah’ın izniyle “Kur’an Kadınları Dövmeyi Emrediyor Mu? Nisa 34’ü Anlamak bölüm-2”  başlıklı yazımı da  bugün ya da en geç yarın siteme hemen bu yazının ardınca ekleyeceğim.  Yani ayetin yarısını bu yazımda diğer yarısını (uzun olmaması için) diğer yazımda iredeleyeceğim. Şimdi ayeti verelim ve bu konuda düşünmeye, sorgulamaya, anlamaya velhasıl  bu ayete emek vererek onu fethetmeye çalışalım.
 

Türkçe Okunuşu:
Er ricalü kavvâmûne alen nisâi bi mâfaddalellâhü ba’dahüm alâ ba’dıv ve bimâ enfekû min emvâlihim fes sâlihâtü kânitâtün hâfizâtül lil ğaybi bi mâ hafizallâh vellâti tehâfûne nüşûzehünne fe ızûhünne vehcürûhünne fil medâciı vadribuhünn fe in eta’neküm fe lâ tebğû aleyhine sebilâ innellâhe kâne aliyyen kebirâ

Türkçe Meali:
Erkekler, kadınların koruyucuları ve hakimidirler. Çünkü Allah birini (savaş, imamlık miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Ve çünkü erkekler mallarıyla kadınları beslerler. İyi kadınlar (Allah’a) itaat ederler. Allah onların hakkını nasıl korumuşsa onlar da kocaları yanlarında olmadığı zamanda iffetlerini korurlar. Kötülük ve geçimsizliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara önce öğüt verin, uslanmazlarsa kendilerini yataklarında yalnız bırakın. Yine dinlemezlerse (hafifçe) dövün, ama itaat ettikleri takdirde de aleyhlerine bir bahane aramayın. Muhakkak ki Allah çok yüce ve çok büyüktür. “ (ABDULLAH AYDIN MEALİ- NİSA 34)

“Allahın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için saliha kadınlar itaatkardır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir,büyüktür.” (DİYANET VAKFI MEALİ- NİSA 34)

En İsabetli Bulduğum Meal:
"Erkekler kadınların koruyup gözetleyicisidirler; çünkü Allah erkeklerle kadınları farklı alanlarda üstün yeteneklerle donatmıştır; bir de erkekler servetlerinden harcama yapmaktadırlar. Dürüst ve erdemli kadınlar hem (Allah’a) itaat eden, hem de Allah’ın koruduğu (iffeti eşlerinin) yokluğunda da koruyan kadınlardır. Sadakatsizlik etmelerinden çekindiğiniz kadınlara galince: onlara önce öğüt verin, sonra yataklarında yalnız bırakın, nihayet (geçici bir süre) ayırın! Daha sonra size itaat ederlerse, aşırı giderek onlar aleyhine bir yol benimsemeyin! Allah, gerçekten yücedir, büyüktür." (MUSTAFA İSLAMOĞLU MEALİ- NİSA 34)

Dediğim gibi konu başlığından da anlaşılacağı gibi erkekler kendilerini kur’an aracılığıyla kadınların hakimi yapmışlardır. Kendini sürekli kadından üstün gören bir erkeğe tercümanlık yaptırırsan olacağı bu. Kur’an’da olmayan ifadeleri kur’an’ı çevirirken kendi çıkarlarına göre çevirir. Kur’an’ın anlamını tahrif ederek kendi ululuğunu ilahi bir kaynağa söyletir. Bu yüzden hep diyorum Hz. Muhammed’in eşi Aişe gibi kadın alimlere ihtiyacımız var. Erkeklerin kadınlar hakkında konuşmasından bıktım. Aişeler çıksın ki tüm insanlığa kur’an’ın bir diğer adının “erkek haklarını koruma derneği ” olmadığını hatırlatsın. Kadınlar hakkında erkekler değil kadınlar konuşsun. Erkek, kadın hakkında konuşursa yukarıdaki diyanetin mealinde gördüğünüz gibi kadın erkeğin kölesidir, erkeğe baş kaldırmamalıdır gibi çeviriler daha çok çıkar. Kadınları dövün diyen alim kılıklı din tüccarlarını anlıyorum, bunları takip eden binlerce erkeği de anlıyorum çünkü sonuçta kadını kendi kölesi gibi gösteren bir alimi var paşamızın. Ancak ne olur biri beni aydınlatsın. Kadını bu kadar aşağılayan, onları zillete mahkum eden bu din satıcılarını takip eden bu milyonlarca kadın niçin bu şarlatanların peşine takılıyor ? Niçin kendisini köle gibi gören din tüccarlarının sözlerini din olarak görüyorlar ? Hiç mi onurları yok ? Neyse bu soruların sonu yok. Ayeti incelemeye başlayalım ve kadın kardeşlerimi nasıl aldatıyorlar görelim. İnşallah akıllarını kullanıp kur’an’ın "erkek haklarını" koruma altına almak için inmediğini "insan haklarını" korumak için indiğini anlar. Anlamaz ise sakın ha! Hesap Günü Allah’ın karşısına çıktığında erkeklere kul olmamı sen emrettin demesin. Bismillah deyip başlıyorum.

Nisa suresinin 34’üncü ayetinin genel temasını bilmeniz lazım. Çünkü bu yazımda bütünden parçaya gideceğiz. Ayeti son derece hassas bir şekilde anlamak için bunu yapacağım. Ayet erkeklerin eşlerine karşı görev ve sorumlulukları beyan etmekle başlıyor. "Erkekler kadınların koruyup gözetleyicisidirler; çünkü Allah erkeklerle kadınları farklı alanlarda üstün yeteneklerle donatmıştır; bir de erkekler servetlerinden harcama yapmaktadırlar."
Hemen ardından kadının eşine karşı görev ve sorumluluğu hatırlatılır ve şöyle denir: "Dürüst ve erdemli kadınlar hem (Allah’a) itaat eden, hem de Allah’ın koruduğu (iffeti eşlerinin) yokluğunda da koruyan kadınlardır."
Ayetin final bölümünde ise kocasına karşı sorumluluğunun gereğini yapmayan kadına nasıl davranmalıyız ? Böyle bir problemle karşılaşırsak Allah ne yapmamızı tavsiye ediyor? Allah’ın çözümü nedir ? Sorusuna cevap alıyoruz. O da şöyle: "Sadakatsizlik etmelerinden çekindiğiniz kadınlara galince: onlara önce öğüt verin, sonra yataklarında yalnız bırakın, nihayet (geçici bir süre) ayırın! Daha sonra size itaat ederlerse, aşırı giderek onlar aleyhine bir yol benimsemeyin! Allah, gerçekten yücedir, büyüktür."

Yani ayetin genel temasını özetlersek ayetin yarısına kadar erkeğin kadına karşı ekonomik yükümlülüğünü yerine getirmesine karşın  kadının da buna karşılık olarak iffetini korumasının gerekliliği ele alınıyor. Ayetin diğer yarısında ise kocasına karşı iffet sorumluluğu olan kadının bu sorumluluğunu yerine getirmeyip geçimsizlik ve sadakatsizlik yapmaları halinde erkek nasıl bir yol izlemeli bunu anlatıyor. Bu son bölümü yazımın başında belirttiğim gibi çok uzun bir yazı olacağı için başka bir başlık altında yayınlayacağım. Yani bu yazıda Erkekler Kadınların Yöneticisi ve Hakimi Midir? Sorusuna yanıt almaya çalışacağız. Çünkü yukarıdaki ayetlerde de gördüğünüz gibi çoğu meal Nisa 34’üncü ayetin başlangıç kısmını yönetici olarak çevirmiştir. Bu korkunç hata düzeltilmelidir. Devam edelim.

Peki hangi kelimeyi tercümanlar erkekler kadınların hakimidir ya da yöneticisidir şeklinde çevirmişler onunla başlayalım. Kavvâmûne yani kavvam kelimesi. Bu ayetteki anlamı islamoğlu’nun çevirdiği gibi "koruyup gözetleyicisidir" şeklinde almak en mantıklısı. Yöneticisidir gibi bir anlam bu ayette yoktur. Bu kelime kaim’in mübalağa formudur. Kaim alel mere ‘nin anlamı kadını gözeten, koruyan, (kadının) geçimini temin eden ve onun geçimini üstlenen anlamlarına gelir. Kavvam kelimesi Türkçeye geçen kayyum ile eş anlamlıdır. Bir şeye vekalet eden, onu koruyan, ona bakan, gözeten ,onun ihtiyaçlarını gideren gibi anlamlara gelmektedir. Gerek Abdullah Aydın çevirisi gerek Diyanet’in çevirisi gerek diğer klasik çeviriler tamamen hatalıdır. Yukarıdaki kavvam kelimesi, erkeğin kadına olan koruma türü olarak bütünüyle ekonomik  korumaya işaret eder. Ayetin bütününden bu sonucu hemen görüyoruz. Çünkü ayette niçin erkek kadının koruyucusudur diye sorduğumuzda ayet bize şu cevabı verir  "çünkü Allah erkeklerle kadınları farklı alanlarda üstün yeteneklerle donatmıştır" cevabını alıyoruz hem de "erkekler servetlerinden harcama yapmaktadırlar" cevabını alırız. Yani kadından üstün olduğumuz bazı yeteneklerden dolayı ve ekonomik bir koruma ve gözetleme hepsi bu. Bu ayetin yanlış meallendirerek sanki erkek kadından üstünmüş gibi bir hava estirilmek isteniyor. Ama bu Allah’a ve Kur’an’a iftiradır. Ayet bu konuda tamamen kadın-erkek üstünlüğünün dışında erkeğin kadın üzerindeki ekonomik sorumluluklarını konu alan bir ayettir. Yani şahsi kanaatimce ayet şunu demek istiyor. Eve kim bakıyorsa koruyup gözeten odur. Eve kadın bakıyorsa erkeğin koruyup gözetleyicisi kadındır. Servet girdisi fazla olan taraf ailenin geçimini üstlenir sonucu da çıkması gayet mümkün. Lütfen bunu iyi kavrayın tekrar tekrar vurguluyorum bu gözetme ekonomik bir gözetmedir. Kur’an’ın hiçbir yerinde erkek veya kadının ontolojik olarak ya da başka özellikler üzerinden üstünlüğünden bahsetmez. Hatta üstünlüğün sadece takvada olduğunu söyleyen bizzat kur’an’dır. Kimse erkek olmayı seçmediği gibi kadın olmayı da seçmemiştir. Seçmediği bir şey üzerinden üstünlük iddiaları şeytan’ın Allah’a, ateş topraktan üstündür demesi kadar boş  bir ırkçılık türüdür. İblisle başlayan ilkel bir materyalizmdir.

Abdullah Aydın gibi düşünen binlerce kur’an tercümanının çevirisindeki hezeyana bakar mısınız lütfen. "Çünkü Allah birini (savaş, imamlık miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Ve çünkü erkekler mallarıyla kadınları beslerler." Bu tür Müslümanlara göre erkek üstün yaratılmıştır. Bir de parantez içinde kendi yorumunu katarak hangi yönlerden üstün olduğumuzu kendi potansiyeli dahilinde yazmış. Savaş, imamlık, miras. Peki amazonları nereye bırakalım. Tarihte kadın savaşçılar da var. Hani savaşta onlardan üstündük. Erkekler, kadınları mallarıyla besledikleri için de üstün olmuş tercümana göre. Peki kadınların erkekleri mallarıyla besledikleri evlilikler de var onlar ne olacak ? Kur’an’ı kendi düşünceleriyle boyamak istiyorlar. Ama şu bilinmelidir ki kur'an'da Allah'ın boyasından başka boya tutmaz. Neyse konuya devam.

Peki  Allah niçin bu ayette ekonomik sorumluluğu biz erkeklere verdi ? Pek tabii tarih boyunca kadınlar da erkekler kadar zengin oldu. Hatta erkeklerden bile kat be kat zengin kadınları biliriz. En tanıdık örneği Peygamberimizin eşi Hatice’dir. Niçin bu sorumluluk bize yüklendi? sorusunun cevabı yine aynı ayetteki -ucu dünya kadar açık- bir cümlede gizli "çünkü Allah erkeklerle kadınları farklı alanlarda üstün yeteneklerle donatmıştır." Bu cümleyi biraz somutlaştıralım. Bu sorumluluğu bize vermesinin belki yüzlerce sebebi vardır. Ancak burada hepsini tek tek irdelememiz mümkün değil. O yüzden bir tane örnek verip onun üzerinden gitmek istiyorum. O örnek mirastır. Allah Nisa suresi 11’inci ayetinde islam miras hukukunu oluşturur. Mirasta erkeğe iki pay kadına bir pay verir. Verir vermesine ama bunu yapmasının sebebi erkeği kadından daha üstün olarak görmesi değildir. Erkeğe iki pay vererek ailesinin ekonomik sorumluluğunu erkeğin üzerine bırakır. Yani o aldığı fazlalığı karısına ve evine harcamak zorunda bırakır. Erkek o aldığı bir pay fazlalığı hatta iki payın tamamını ailesinin geçimi için alırken kadın aldığı o bir payı kendisi için alır. Yani ev için harcama zorunluluğu yoktur. Kadınların çoğu miras konusunda Allah’ın adaletsiz davrandığı gibi çirkin bir sonuca ulaşır. Ama bu doğru değildir. Kadın mirasını kendi kişisel hesabına aktarırken erkek aldığı tüm mirası karısına ve ailesine harcamak zorundadır. Kadınlar bu konuda erkeklerden daha şanslıdır. Allah adaletsiz değildir. İlla bir rahatsızlık olacaksa bu konuda, Allah’a serzenişte bulunma hakkı erkeğindir. Yani sonuç olarak kadın ve erkeğe verilen miras oranları farklı olanlar aldıkları bu farkı evin harcamalarına bu oranlar kadar yansıtırlar. Yani Nisa suresi 11’inci ayette erkeğe verilen miras fazlalığını erkek ne yapacak sorusunun cevabıdır Nisa 34. Karısına ve evine harcayacak. İslam bir bütündür arkadaşlar. Erkek mirasta iki pay alıp bunu ailesine harcamayıp kişisel hesabına aktaramaz. Yani iki pay alacaksa o aldığı fazla bir pay ailesinin hakkıdır. Konumuz miras değil bu konuyu sonra inceleyeceğim başka başlık altında. Sadece Nisa 34’üncü ayet Nisa 11’in cevabı olduğu için buna yer verdim ve erkek niçin kadının geçiminden sorumlu bu sorunun cevaplarından biri mirasta saklıydı. Mademki erkek fazla pay aldı o halde kadının ekonomik gözetimini de erkek üstlenmelidir mantığı hakimdir islam hukukunda. Eğer islam’ı bir bütün olarak görmeyip sadece erkeğin aldığı fazlalığı görürseniz ayrıca erkeğe bu fazlalık niçin verildi sorusunu sormazsanız Allah’ın adil olmadığını düşünürsünüz. Halbuki Allah’ın tüm hukuk kuralları bir araya gelince kurduğu muazzam sistemi anlayabiliyorsunuz. Sadece parçaya bakmak labirentten çıkmanızı engeller. Labirentin tamamını kafanızda şekillendirmelisiniz eğer çıkışı bulmak istiyorsanız.

Önemli bir nokta da şudur ki: Nisa 34 'te kavvam kelimesini yönetici ve koruyucu olarak meallendirenler Nisa 135'te aynı kavvam kelimesine bu sefer de gözetlemek anlamını verirler. Ayetleri keyfi meallendirmek bu olsa gerek.
 

"Ey iman edenler; kendiniz,ana-babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa Allah için şahid olarak adaleti gözetin...." (İBNİ KESİR  MEALİ- NİSA 135)

 
 

Görüntülenme 40,058
Yayın 02 Şubat 2017
güncellendi

Bu yazımın ilk bölümünü Erkekler Kadınların Yöneticisi ve Hakimi midir? Nisa 34’ü Anlamak (Bölüm-1) başlıklı yazımda ele aldım. Orada Nisa Suresi 34’üncü ayetin genel temasını verdikten sonra ayetin yarısına kadar olan bölümü anlamaya çalışmıştık. Ayetin ilk bölümünde yanlış çevirilen kavvam kelimesi üzerinde durmuştuk. Erkeklerin kadınlar üzerinde yöneticiliği ve hakimliğinin söz konusu olmadığını, ayetin karı-koca ilişkisini ekonomik olarak ele aldığını vurguladık. Ayetin erkeklerin kadınlardan üstün olduğu tezini vurgulamadığını, bunun kur’an’ın ruhuna aykırı olduğunu belirttim. Şimdi de hayati derecede bir hatanın üzerinde durmak istiyorum. Kur’an erkeklere kadınları dövün demiş midir? Bu yazım biraz uzun olacak ama lütfen sabırla okuyun. Kutsal kitapların erkeklere geldiğini sanan kitlelere göre evet dövün demiştir. Ama kendini Allah’ın gözdesi sanmayan, kur’an’a erkeksi bir bakış açısıyla bakmayan yani ona insansı bir gözle bakan hiç kimse dövün kelimesini görmez. Çünkü aslında bu ayette kullanılan kelime dövün değildir. Ayetleri verip onlar üzerinde inceleme yapmadan önce şunu belirtmeliyim. Lütfen her türlü ırkçı yani cinsiyetçi bakış açısını bırakarak, daha üst bir cinsiyet ve kimlikle kur’an’a yaklaşın. Ona insan olarak bakmanız yeterli olacaktır.
 

Türkçe Okunuşu:
"Er ricalü kavvâmûnealen nisâi bi mâfaddalellâhü ba’dahüm alâ ba’dıv ve bimâ enfekû min emvâlihim fes sâlihâtü kânitâtün hâfizâtül lil ğaybi bi mâ hafizallâh vellâti tehâfûne nüşûzehünne fe ızûhünne vehcürûhünne fil medâciı vadribuhünn fe in eta’neküm fe lâ tebğû aleyhine sebilâ innellâhe kâne aliyyen kebirâ"

Türkçe Meali:
"Erkekler, kadınların koruyucuları ve hakimidirler. Çünkü Allah birini (savaş,imamlık miras gibi işlerde) diğerinden üstün yaratmıştır. Ve çünkü erkekler mallarıyla kadınları beslerler. İyi kadınlar (Allah’a) itaat ederler. Allah onların hakkını nasıl korumuşsa onlar da kocaları yanlarında olmadığı zamanda iffetlerini korurlar. Kötülük ve geçimsizliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara önce öğüt verin, uslanmazlarsa kendilerini yataklarında yalnız bırakın. Yine dinlemezlerse (hafifçe) dövün, ama itaat ettikleri takdirde de aleyhlerine bir bahane aramayın. Muhakkak ki Allah çok yüce ve çok büyüktür." (ABDULLAH AYDIN MEALİ- NİSA 34)

"Allahın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için saliha kadınlar itaatkardır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir,büyüktür." (DİYANET VAKFI MEALİ- NİSA 34)

En İsabetli Bulduğum Meal:
Erkekler kadınların koruyup gözetleyicisidirler; çünkü Allah erkeklerle kadınları farklı alanlarda üstün yeteneklerle donatmıştır; bir de erkekler servetlerinden harcama yapmaktadırlar. Dürüst ve erdemli kadınlar hem (Allah’a) itaat eden, hem de Allah’ın koruduğu (iffeti eşlerinin) yokluğunda da koruyan kadınlardır. Sadakatsizlik etmelerinden çekindiğiniz kadınlara galince: onlara önce öğüt verin, sonra yataklarında yalnız bırakın, nihayet (geçici bir süre) ayırın! Daha sonra size itaat ederlerse, aşırı giderek onlar aleyhine bir yol benimsemeyin! Allah, gerçekten yücedir, büyüktür. (MUSTAFA İSLAMOĞLU MEALİ- NİSA 34)

 
Yukarıda kırmızı ile boyadığım kelimelere dikkat edin. Tüm yazı boyunca o kırmızıya boyanmış kelimeleri inceleyeceğiz. Kısaca tekrardan ayetin genel temasını size hatırlatayım. Çünkü ayetin ilk yarısının açıklamasını diğer yazımda sizlerle paylaştığım için tekrar ayrıntılara girmeden diğer yarısıyla devam edeceğiz. Ayetin ilk bölümü erkeğin görev ve sorumluluğunu belirtir ve ekonomik olarak kadını koruyup gözetleme görevi biz erkeklere verdiğini belirtilmektedir. Hemen ardından kadınların bu koruma karşılığındaki sorumluluğu belirtilmekte ve şöyle denmekte "erkek para kazanırken kadında onun yokluğunda iffetini korumalı" birazdan bizim işleyeceğimiz bölüm ise kadının iffetini koruyamadığından şüphelenir ya da aşırı derece geçimsizlik yapmaya başlarsa erkek ne yapmalı, nasıl bir yol izlemeli ? bunun cevabını bulmaya çalışacağız. Ayetin devamı bu konuyu ele alıyor. Bazı kadınların sinirlendiğini hisseder gibiyim. Kesin şöyle diyenler vardır. Tamam biz kadınların geçimsizlik ve sadakatsizliğimizden dolayı erkeğin ne yapması gerektiği anlatılıyor da niçin erkek sadakatsizlik ve geçimsizlik yaparsa biz kadınların ne yapacağı anlatılmıyor? Niçin sadece kadınlar geçimsizlik ya da sadakatsizlik yapıyor gibi bir algı oluşturuyor bu ayet ? Bunun cevabı da çok basit tabi ki. Çünkü kur’an bir bütündür. Kur’an’ın bütününe hakim olmak zorundasınız. Çünkü kur’an’ın çok önemli bir metodu vardır. Kur’an bir konuyu tüm kur’an’a serpiştirerek anlatır. Yani kur’an’da hiçbir konu bir noktadan başlayıp bir noktada bitmez. Erkeklerin sadakatsizlik ve aşırı geçimsizliklerini de Allah işliyor ve onu da Nisa suresi 128’inci ayetiyle kadınlara sunuyor. Bunları da detaylı bir şekilde anlatacağım . Sakin ve sabırlı bir şekilde tüm yazıyı okuyun yeter. Özellikle bu yazıyı kadınların okumasını istiyorum. Erkeğe kul olmak islam’da yoktur. Bismillah deyip başlayalım.

Ayet kadın ve erkeğin sorumluluklarını hatırlattıktan sonra bu sorumluluğu yerine getirmeyen kadınlarla devam ediyor dedik. Ayet şöyle devam ediyor "Sadakatsizlik etmelerinden çekindiğiniz kadınlara galince." İslamoğlu’nun sadakatsizlik diye çevirdiği kelime en yukarıda kırmızıyla belirttiğim"nüşûzehünne" kelimesidir. Ama diğer meallerin yüzde doksanı bu kelimeyi farklı çeviriyor. Yukarıda gördüğünüz gibi Abdullah Aydın  "Kötülük ve geçimsizliklerinden" diye çevirirken, diyanet "Baş kaldırmasından" diye çevirmiştir. Bu tür meallerin dışında sürekli aynı mealler verildiği için diğer mealleri de verip kadın kardeşlerimizin moralini bozmak istemiyorum. Ekseriyet aynı hatayı yapmış ve sanki kadın erkeğin kölesiymiş gibi bir anlam vermişler. Diyanet’in çevirisine göre kadın erkeğin kölesidir ve ona başkaldırmaya çalışmakla çok büyük hata yapmaktadır. Bu çevirileri görüp hayal kırıklığına uğramayan bir kadın aklını kullanmıyor demektir. Peki gerçekte nüşuz kavramı nedir?
 

Nüşuz "çıkıntı,tümsek" anlamına gelen naşiz kelimesinden gelir ve"isyan, başkaldırı, geçimsizlik" anlamlarına gelir. Ancak Nisa suresi 128’inci ayette de aynen "Nüşuz" kelimesi erkekler için kullanılır. O halde bu kelime her iki eşi de kapsayan ilave bir anlamı olmalıdır. O da "sadakatsizliktir". Zira veda hutbesinde Hz. Muhammed Nisa 34’ü okuyarak nüşuz kelimesini "iffetsizlikle" (fahişeten) açıklamıştır. Bu Nisa 19’da geçen türden açık bir fuhuş olmaktan ziyade "eşler arası sadakati zedeleyip şiddetli geçimsizliğe yol açan davranışlar" olsa gerektir. Nüşuz hem eşlerin birbirine sadakatsizliğini hem de geçimsizliklerini ifade eder. (MUSTAFA İSLAMOĞLU)

"Eğer bir kadın kocasının sadakatsizlik ve geçimsizliğinden ya da kendisini terk etmesinden korkarsa, karşılıklı anlaşma yoluyla aralarındaki sorunu çözmelerinde her iki taraf için de bir beis yoktur; anlaşma en iyi yoldur, bencilce kıskançlık ise insan fıtratında hazır ve nazırdır: eğer iyilik yapar ve sorumlu davranırsanız, iyi bilin ki Allah yaptığınız her şeyden haberdardır." (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- NİSA,128)
Türkçe Okunuşu:
“Veini-mraetün hâfet mim ba’lihâ nüşûzen ev i’radan felâ cünâha aleyhimâ ey yuslihâ……”

Nisa suresinin 128’inci ayetinde "nüşûzen" geçiyor mu görmenizi istediğim için Türkçe okunuşunu da verdim. Ayeti incelemeye devam edelim. Kadın, sadakatsizliğin ya da geçimsizliğin kaynağı olduğunda Allah 3 aşamalı bir çözüm önerisi getiriyor. Kur’an ilk olarak "onlara önce öğüt verin" diyor. Yani ilk aşamada diyalog öneriliyor. Geçimsizliğin ya da sadakatsizliğin sebebini anlayıp , konuşmaya sevk ediliyor erkek. Bu sonuç getirmezse ikinci aşama öneriliyor. "sonra yataklarında yalnız bırakın" deniliyor. Bu aşamada eşler arasındaki geçimsizlik sorununu çözemezse üçüncü aşamaya geçilmesini istiyor. Zaten tüm tufanın koptuğu bölüm burası. Allah bu aşamada ne öneriyor? Sorusu bu konunun başlığıyla aynı sorunun cevabını içerir.
Final çözümü olarak Allah "nihayet (geçici bir süre) ayırın!" demektedir. Çoğu kur’an tercümanı "geçici bir süre ayrılın" kelimesinin bu çevirisini kabul etmiyor. Klasik İslam yaşantısının klasik çevirileri son derece erkek egemen bir bakış içerdiği için burada geçen "vadribuhünn" kelimesini "dövün" şeklinde yada "hafifçe dövün" şeklinde çevirmekteler. Hafifçe dövün ne demekse. Her neyse  yazımın devamında  "vadribuhünn" kelimesinin bu ayetteki gerçek anlamını incelemekle geçireceğiz. Kelimenin anlamı hakkında delillerimi de size sunacağım.  Gelin asıl konumuza başlayalım.
 

"Vadribuhünn" Demek "Dövün" mü Demek ? Nedir Bu kelimenin anlamı?

Her dilde çok anlamlı ve eş anlamlı kelimeler vardır. Yani bazı kelimelerin birden fazla anlamı olduğu gibi, bazı kelimeler de birbirinin yerine kullanılabilir.  Bu tür kelimelere / fiillere binlerce örnek verilebilir. Ama biz sadece birkaç örnekle yetineceğiz. Örneğin, Türkçedeki “açık” kelimesi çok anlamlı bir kelimedir. Nitekim Türkçe herhangi bir sözlüğe baktığınızda  “açık” kelimesinin yirmi civarında anlamı olduğunu görürsünüz. Hele ki başka kelimelerle yan yana geldiğinde bu sayı ikiye katlar. Aynı durum “düşmek” yahut “çalmak” kelimeleri / fiilleri için de geçerlidir. Bu tür kelimeler yahut fiiller ya geçtikleri bağlam itibarıyla ya da yan yana geldikleri diğer kelimeler dolayısıyla farklı anlamlar kazanır. Örneğin Türkçede radyo çaldım derseniz. Radyoyu kullandığınız manası da çıkabilir hırsızlık yaparak çaldığınız anlamı da çıkabilir. Arapçada  da durum bundan faklı değildir.

Kur’an’ı kerimde kelimeler,kavramlar ve edatlar standart tek anlamlılık üzerinde değildir. Kur’an’da kelimelerin ve kavramların bulundukları konuma göre kazandıkları farklı manalar vardır. Biz buna kur’an literatüründe "vücuh" diyoruz. Yani çok anlamlılık. Bağlam neyse kelimeler onun üzerinden anlamlar kazanırlar. Tercümeler bu şekilde yapılmalıdır. Bu bağlamda “secde” “salat” “ruh” “din”  vb. kelimeler çok anlamlı kelimelere örnek olarak verilebilir. Örneğin “Secde” kelimesi, kullanıldığı yere göre “namazda yere kapanma (secde etme)”,  “boyun eğme”, “emre amade olma”, “alçak gönüllülük”, “saygıyla selamlama”, “itaat” vb. anlamlara gelir. Yine aynı şekilde “Salat” kelimesi “namaz”( Bakara Suresi: 3, 83), “dua”(İsra: 110, Tevbe: 99), “rahmet”( Bakara: 157),  “din”( Hud: 87), “ibadet”( Enfal: 35), “destekleme”( Ahzab: 56), “teşvik” (Tevbe: 103) vb. anlamlarda kullanılmıştır. Benzer durumlar diğer çok anlamlı kelimeler için de söz konusudur.  Gördüğünüz gibi salat kelimesi kuran’da farklı ayetlerde farklı anlamlara geliyor. Aynı şekilde “ vadribuhünn” kelimesinin de ondan fazla anlamı var ve kur’an’da en az otuz ayet olmak üzere birçok ayette bu kavram kullanılır.

Vadribuhünn kelimesi “darabe” fiil kökünden türemiştir. Yani bizim esas araştırmamız gereken fiil “Darabe” dir. Biz darabe fiili ve türevlerini anlamaya çalışacağız. Darabe çok anlamlı kelimelerden birtanesidir. Şimdi Kuran’da hangi anlamlara geliyor görelim

1- Kur’an’da darabe kelimesi  “Benzetme” anlamındadır.ibrahim suresi 24’üncü ayetini örnek verebiliriz.
 

“Allah’ın güzel bir söze nasıl bir benzetme(darabellahü) yaptığını görmez misin? O kökü(yerde) sabit, dalları göğe uzanan alımlı bir ağaç gibidir.” (HAYAT KİTABI KUR’AN- İBRAHİM, 24)


2- Kur’an’da darabe  mesele,emsal kelimeleriyle kullanılırsa “örnek vermek, misal getirmek” anlamında kullanılır. Uzun olan ayetlerde sadece darabe kelimesinin kullanıldığı yere kadar vereceğim yoksa yazı çok uzun olacak. Siz elinize kur’an’ı alıp bakarsınız. Eğer verdiğim ayetlerden şüpheleniyorsanız. Ki ben bakmanızı tavsiye ederim dünayadaki her şey gibi kur’an’da anlaşılmak ister ama emek verdikten sonra.
 

“(İşte örnek olarak) Allah size şu misali verir(darabellahü): Başkasının boyunduruğu altındaki köle sınıfına mensup birini (düşünün; bir de) kendisine tarafımızdan güzel bir rızık verdiğimiz ve ondan açık ve gizli hayırda bulunan (hür) birini…” (HAYAT KİTABI KUR’AN- NAHL, 75)

“O size kendinizden bir örnek verir(darabe leküm meselem): Otoriteniz altında bulunan kimseleri, size verdiğimiz servet üzerinde (söz sahibi)….” (HAYAT KİTABI KUR’AN- RUM, 28)
 
“Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye(vedarabe lena meselev) kalkışıyor ve: Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek? diyor” (DİYANET MEALİ- YASİN, 78)

 
Ayrıca bu ayetler dışında “misal vermek, örnek vermek” anlamında kullanıldığı ayetlerden bazıları şunlar:Nahl 76, Nahl 112, Zümer 29

3- Zuhruf suresi 5’inci ayette darabe “vazgeçmek” anlamında kullanılmıştır.
 

“Siz, haddi aşan kimseler oldunuz diye,sizi kur’an’la uyarmaktan vaz mı geçelim?” (DİYANET MEALİ- ZUHRUF,5)


4- Nur suresi 31’inci ayette darabe “salmak,tutturmak” anlamında kullanılır.
 

“Mü’min kadınlara da söyle, bakışlarını (yasak) olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar, cazibe ve güzelliklerini, bunlardan görünen kısımlar dışında, (kamuya) açmasınlar; bunun için de, başörtülerini yakalarının üzerine sıkıca tuttursunlar(salsınlar)” (HAYAT KİTABI KUR’AN- NUR,31)


5- Kehf suresi 11’inci ayette mecaz olarak “vurduk” anlamında kullanılır. Bu ayette ashabı  kehf yani mağara uyuyanlarından bahsetmektedir. Buradaki mecazen kullanılan vurmak kelimesi "Ve onları uykuya daldırdık, derin bir uyku verdik" anlamı verir.
 

“Bunun üzerine Biz de kulaklarına, yıllar boyu onları (dış dünyaya) kapatan bir (mühür) vurduk(fedarabna)”  (HAYAT KİTABI KUR’AN- KEHF,11)

6- Nisa suresi  101’inci ayette ve Müzemmil suresi 20’inci ayetinde darabe kelimesi “yeryüzünü dolaşmak, seyahat etmek, yolculuk yapmak,sefere çıkmak” anlamında kullanılır. Müzemmil suresi 20’inci ayetinde darabenin yadribüne türevi kullanılmaktadır.
 

“Yeryüzünde sefere çıktığınızda(darabtüm filardi) , inkarda ısrar eden kimselerin aniden size zarar vermelerinden korkarsanız, namazları kısaltmanızda bir beis yoktur. Zira inkar edenler size açıktan düşmanlık yapmaktadırlar.”  (HAYAT KİTABI KUR’AN- NİSA,101)

7- Enfal suresi 12’inci ayette darabenin türevi olan vadribu kelimesi Nisa 34’te kullanıldığı gibi aynı kipte kullanılır. Yani Nisa 34’deki vadribuhunne kelimesinin aynısı enfal 12’de kullanılır ama dövmek anlamında kullanılmaz. Nisa 34’te dövmek anlamını verenler niçin burada dövmek anlamını kullanmıyorlar?
 

“Hani o zaman Rabbin meleklere, Elbet Bende sizinle Beraberim! mesajını (iletmelerini): Haydi, imanda sebat edenlere direnç ve moral verin; Ben, inkarda direnenlerin yüreklerine korku salacağım! Haydi, vurun boyunlarının üstüne!.. Kopartın onların (silah tutan) tüm parmaklarını!..” ( HAYAT KİTABI KUR’AN- ENFAL,12)

Bu ayette, "vurun boyunlarının üstüne" ve "vurun onların bütün parmaklarına" şeklinde çevirmiş tüm kur’an tercümanları niçin boyunlarını dövün , parmaklarını dövün anlamı verilmedi. Niçin burada “vadribu” kelimesi dövmek veya dayak anlamında kullanılmamış? Burada vurun dayak anlamında değil soyut bir ifade olarak "zarar verin" anlamında kullanılmıştır.

8- Kur’an haricinde Arapçada günlük hayatta da bu kelime kullanılır ve birçok anlama gelir. Örneğin kitap darb etmek Arapçada kitap yayınlamak demektir. Kitabı dövmek değildir. Arapçada parayı daraba yaparsın yani parayı basarsın ama dövmezsin. Darphanede buradan gelir. Arapçada çadr darb etmek, çadır kurmak anlamına gelir.
 
Darabe kelimesi kur’an’daki çok anlamlı kelimerden biridir. Görüldüğü üzere kura’an’da birçok anlamda kullanılmıştır. Misal vermek, örnek olmak, gezmek, dolaşmak (kayaya) vurmak, mühürlemek, mahkum etmek, vurmak, deniz yolunu takip etmek,salmak,vazgeçmek vb.. anlamlara gelir. Ancak Nisa suresi 34. ‘üncü ayette bu anlamların hiçbirini veremeyiz (vazgeçmek anlamı hariç). O zaman Mustafa islamoğlu, Mehmet Okuyan gibi müfessirler neye dayanarak bu kelimeye “(geçici olarak) ayrılın” anlamı verdiler? Buraya çok dikkat edin lütfen. Tacu’l arûs (Arap Dil Ansiklopedisi) darabe kelimesini “İki şeyi birbirinden ayırmak” anlamında kullanır. Ve aynı Ansiklopedide bu kelime için şöyle bir örnek cümle yer alır: “Bizi zaman ayırdı.” Böylece böyle bir anlamı da olduğunu öğreniyoruz. Yani dövmek,vurmak anlamı bu cümlenin onca anlamından sadece birtanesidir. Velhasıl Nisa 34 ayetinde “Vadribuhünn” geçici olarak ayrılığın önerildiği bir eylemdir.

Peki Vadribuhünn Kelimesinin Dövmek Anlamında Kullanılmadığının Başka Kanıtı Var mı?

Evet var. Nisa 34’üncü ayet Nisa 35’inci ayet ile bağlantılıdır. Niçin böyle düşündüğümü anlatmadan önce ayetleri bir bütün olarak Nisa 34 ve Nisa 35’inci ayetleri birlikte görün. Puzzle’nın parçalarını birleştirelim.
 

"Erkekler kadınların koruyup gözetleyicisidirler; çünkü Allah erkeklerle kadınları farklı alanlarda üstün yeteneklerle donatmıştır; bir de erkekler servetlerinden harcama yapmaktadırlar. Dürüst ve erdemli kadınlar hem (Allah’a) itaat eden, hem de Allah’ın koruduğu (iffeti eşlerinin) yokluğunda da koruyan kadınlardır. Sadakatsizlik etmelerinden çekindiğiniz kadınlara galince: onlara önce öğüt verin, sonra yataklarında yalnız bırakın, nihayet (geçici bir süre) ayırın! Daha sonra size itaat ederlerse, aşırı giderek onlar aleyhine bir yol benimsemeyin! Allah, gerçekten yücedir, büyüktür.(34) Şayet evli bir çiftin aralarının açılmasından endişe ederseniz, erkeğin ve kadının ailelerinden birer hakem tayin edin! Eğer iki taraf da anlaşmazlığı gidermek isterse, Allah onları uzlaştırır. Unutmayın ki Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdar olandır.(35)" (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- NİSA 34-35)

Bu iki ayet aslında birbirine bağlıdır. Nisa 35’te “Şayet evli bir çiftin aralarının açılmasından endişe ederseniz” ifadesini anlamak için bir önceki ayette Nisa 34’te son çözüm olarak Allah geçici bir süre ayrılmayı tavsiye etmişti. Darabeyi o şekilde çevirmeyi uygun bulmuştuk. İşte bu ayette eğer geçici bir süre ayrıldıktan sonra yine çiftler, arasındaki sorunu çözemez ise ve çiftler tamamiyle ayrılmak isterlerse bu sefer dördüncü aşamaya geçilmesini öneriyor “erkeğin ve kadının ailelerinden birer hakem tayin edin!” Eğer gerçekten sorunun çözümü için erkeğe üçüncü aşamadayken  dövün denseydi Allah niçin erkek ve kadının ailesinden bir kişinin hakem olmasını öneriyor?  Niçin bir üst aşama tavsiye ediliyor? Nisa 34 ve 35 beraber okunduğunda ortaya şu çıkıyor. Kadın erkeğe sadakatsizlik veya geçimsizlik gibi bir sıkıntı yaratırsa ilk olarak öğüt verin diyor ikinci aşamada yatakları ayırın üçüncü aşamada geçici bir süre ayrılın(düşünmek için) bu da işe yaramazsa ve çift bu sefer geçici olarak değilde tamamen ayrılmak isterse Nisa 35 ‘teki aşamaya geçmemiz isteniyor hakemlere başvurmak. Eğer darabeyi bu ayetlerde “dövmek” olarak algılarsak erkek kadının cezasını eliyle kesmiş dava düşmüş olurdu. Yani dövdükten sonra ne anlamı var hakemlere başvurmanın. Bir olayda hakem varsa dava tam olarak sonuçlanmamış demektir. Dövmek davayı sonuçlandırmaktır. Dayak bir cezadır ve davanın sonucudur. Oysa ki dördüncü aşamada sorunun (davanın) devam ettiğini olayın bir üst yargıya ombudsman’a(arabulucu) devri söz konusu. Allah olayı Hakemler Kurulu’na devretmemizi istiyor.

Ayrıca kur’an’da canlıyı dövmenin tüm türleri yer alır, fakat bunların hiçbirinde darabe fiili ve türevleri yer almaz. Kur’an, “yanağa tokat” için zariyet suresi 29’uncu ayette “sakket” kelimesi; “yumruk” için kasas suresi 15’inci ayette “vekezehu”  kelimesini; “kamçılamak,çırpmak” için Taha suresi 18’inci ayette  “ehuşşu” kelimesi “boynunu vurmak” anlamında hakka suresi 46’ıncı ayetinde “kata’a” kelimesi kullanılır. Yazı uzun olduğu için bu ayetleri yazamıyorum ama siz evde muhakkak bu ayetlere bakın.

Rivayetlere göre peygamberimizin yaşamında “Darabe” kelimesi nasıl yorumlandı?

Ben tüm hadislerin uydurma olduğunu düşünenlerdenim  ancak yine de kur’an’dan daha fazla hadislere itibar edenler için aşağıdaki hadis adlı rivayetleri sizinle paylaşmak istiyorum . Bu sözler ona ait olmasa bile kadınlarla ilgili güzel birer öğüt olarak erkeklerin kulağına küpe olması gerekmektedir.
 

“Siz eşlerinizi köle döver gibi dövmekten hiç utanmıyor musunuz? Gündüz dövüp gece birlikte oluyorsunuz öyle mi?” (Buhari (67), Nikah,93)
“Allah’ın hizmetkarlarını(kadınları) hiçbir zaman dövmeyiniz” (Ebu Davud, Nesai, İbn Mace, Ahmed b. Hanbel,İyaz b. Abdullah)

Hadis dışında peygamberin hayatına baktığımızda bir ifk olayı vukuu bulmuştur. Yani peygamberin eşi Aişeye zina yani sadakatsizlik iftirası atılınca bir anda tüm arabistanda yankılanırken bile peygamberimiz eşine bir fiske bile vurmamıştır. Peygamberimiz eşi Aişeyi babasının evine göndermiştir. Yani geçici bir süre ayrılmıştır. Eğer kur’an, sadakatsizlikten dolayı eşinizi dövün deseydi peygamberimiz öyle yapardı. Kimse peygamber merhametinden dolayı dövemedi falan demesin. Peygamber kur’an’ı en iyi bilendi ve kur’an’da  Nur suresinde şöyle demektedir: “Allah’ın dinini uygulamada içinizi asla bir şefkat kaplamasın.”  Yani kur’an’ı uygulamakta peygamber acze düşmüz olamaz. Kur’an darabeyle evlerinizi ayırın demek istiyor olsa gerek ki peygamber de öyle yapmıştır.

Peki, Allah niçin dövün anlamına gelebilecek bir kelimeyi kullandı?

Bu konuda en beğendiğim açıklamayı bu konunun altında yorum yapan Efecan adlı üyemiz yaptı. Bu yüzden onun açıklamasını buraya eklemeyi uygun buldum. Ali İmran suresi 7. ayeti sizinle paylaştıktan sonra açıklamaya geçeyim.
 

O'dur sana kitabı indiren. Ondan bir kısmı muhkem/kesin anlamlı ayetlerdir ki onlar kitabın anasıdır/eğitici kaynağıdır/özüdür. Diğerleri ise müteşabih/benzer anlamlıdır. Kalplerinde kayma/yamukluk olanlar, fitne çıkarmak ve yorum türetmek için müteşabih olanlara tabi olurlar. Halbuki onların doğru yorumunu ancak Allah ve ilimde derinleşenler bilirler ki onlar, "Ona inandık, tümü Rabbimiz katındandır" derler. Akıl sahiplerinden başkası da öğüt almaz. (SONİA CİHANGİR MEALİ - ALİ İMRAN 7)


Bu ayet öyle bir ayettir ki Allah bu ayeti göndermeseydi Kur'an'ı anlayacak anahtarı bize göndermemiş olurdu. O derece önemli bir ayettir. Bu ayette ne diyor ? Bu ayette Allah insanların niyetini okuyup bize bilgi veriyor ve diyor ki: "Kur'an'ın bazı ayetleri ki bu ayetler çoğunluktadır açık ve nettir. Kitabın özü buradan anlaşılır. Bir kısmı ise müteşabih dediğimiz benzer anlamlı kavramlardan oluşan ayetlerdir." İşte tam olarak konumuzla alakalı kısmı buradadır. vadribuhünn kelimesi benzer 20 ye yakın anlamı var. Yani Nisa 34 müteşabih/benzer bir ayettir. Yirmiye yakın anlam verilebilir bu ayete vadribuhünn kavramı yüzünden.  Allah ali imran 7'de ne diyor: "Kalplerinde kayma/yamukluk olanlar, fitne çıkarmak ve yorum türetmek için müteşabih olanlara tabi olurlar." Bu ne demek? Bu şu demek: İyi niyetli olmayanlar kalbinde yamukluk bulunanlar vadribuhünn kavramının dövün şeklindeki yorumuna tabi olurlar. Yani yorum türetirler. Halbuki ayete baktığımızda Allah eşler arasındaki bir sorunu çözmeye çalışıyor. Dövmek neyin çözümü? Ayete en uygun mana vadribuhünn kelimesine ayırın/ayrılın anlamıyla sağlanır. ama hayır! Kadını dövmek için ayetin bütününe uygun olmayan bir yorumun peşine düşüyorlar: Dövün! Ayetin bütününe baktığınızda dövün anlamı kesinlikle uyumsuz. Ancak yine de kalplerinde yamukluk olduğu için kendi istedikleri yorumun peşine düşüyorlar.  Ayet amaçlarını da deşifre ediyor: Fitne çıkarmak.

Ayet devam ediyor:"Halbuki onların doğru yorumunu ancak Allah ve ilimde derinleşenler bilirler " Evet Allah burada vadribuhünn kavramının doğru anlamı bilen iki kesim olduğundan bahsedyor. Birincisi kendisi ki biz onun yorumunu bilemeyiz. İkincisi ise ilimde derinleşenler. Peki kim bu ilimde derinleşenler? Din adamları değil elbette. Ayetin başında geçen kalbi yamuk olmayıp Kur'an hakkında sürekli araştırma yapan insanlar. Artık Kur'an hakkında uzmanlaşmış insanlar. Ama burada kilit nokta şu: kalbiniz yamuk olmamalı, yani iyi niyetli olmalısınız. "İyiki eşini döv diye bir anlam çıkarabiliyorum" diyen onursuz insanlardan olmamalısınız. Kur'an'dan eşini dövme ruhsatı arayan insanlardansanız istediğiniz kadar Kur'an'a bir ömür adayın yinede kalbiniz yamuk olduğu için Kur'an'ı anlayamazsınız.

Allah başka bir sır vererek Ali imran 7'nci ayeti sonlandırıyor:"Akıl sahiplerinden başkası da öğüt almaz." Evet Kur'an aklı olan, aklını çalıştıran insanlar için inmiştir. Din adamlarının ve dedikoduların peşinden gidip onların aklıyla hareket edenler için değil. Aklı çalışmayan biri Kur'an'ın "anlaşamıyorsanız ayrılın" şeklinde öğüdünü almaz. Gidip eşini döverek yamuk kalbinin öğüdünü dinler. Yani demek istediğim kısaca şu: Bu ayetler Efecan arkadaşımızın dediği gibi birer test. Kalbi yamuk olanla olmayanı ayırt etmek için. Vadribuhünn kavramını dövmek olarak mı algılayacağız yoksa ayrılın şeklinde mi?

Nihayetinde Kur’an’ın kadınlar konusunda başımızı öne eğecek bir hükmü yoktur. Yeter ki kur’an’a bütüncül bir bakışla, tümüne hakim olarak ve iyi niyetli okuyalım. Kur’an’da bir konuyu analamdığımızda suçu baktığımızda değil bakışlarımızda aramalıyız. Doğru bakmak için kur’an’ın daha da derinlerine iyi niyetli bir yaklaşımla kürek çekmeliyiz. En dibin en karanlık olduğu yerler mağralardır kitaplar değil. Mehmet Okuyan’ın dediği gibi kur’an’ın kadın üzerinden değil insan üzerinden sunumları vardır. Darabe’nin onca anlamı varken sadece dövün anlamının seçilmesi ,üstelik bu kelime kur’an’da birçok ayette geçip hiç birinde de canlıyı dövmek anlamında  kullanılmamışken dövün anlamının verilmesi hiç iyi niyetli bir okuma değil. Erkeklerin kur’anı tahrif etmesine de tahrip etmesine de izin vermemeliyiz. Kur’an, hiçbir yerinde kadını totaliter erkek rejimlerin emrine vermez. Gerçek Müslüman hakikati kendi çıkarlarına tercih eder ve “ulu erkek” mantığının kur’an’i bir referansının olmadığını itiraf edip hakkı hak sahibine (kadına) geri iade eder. Kadın gibi fiziksel olarak zayıf bir insan türünü kendisinden daha güçlü erkek türüne karşı ezdirmez. Kadın geçimsizlik yaptığı için erkek tarafından dövülebiliyorsa erkek geçimsizlik yapınca kim dövecek?  Bu görüşü savunanlar Allah’ı erkek yandaşı bir adaletsiz olarak lanse etmeye utanmıyor mu? Tüm bunları geçtim ömrünü kur’an’la türetenler şunu iyi bilir ki Allah tüm kur’an boyunca insan’ın her tür ahlak anlayışını inşa eder. Bu ahlak türlerinden biri de güç ahlakıdır. Kendinden zayıf olan birini inciten biri güç ahlakından yoksundur. insan’a kendisinden daha zayıf birine şiddet uygulamak utanç olarak yeter. Her şeyi kabul ettim de nasıl bir vicdan kadının dövülmesine sızlamaz anlamıyorum. İçinizden biri annesini dayak yerken görmek ister mi? Ya da eğer babaysanız kızınızın kocasından dayak yediğini görmek ister miydiniz?  Yahut bir abiyseniz ablanızın yada küçük kız kardeşinizin kocasından dayak yediğini görmek ister misiniz? Onurunuz bu görüntüyü nasıl kaldırır?  Hayvanlar aleminde bile dişi hayvan erkek hayvanlardan dayak yemez. Artık varın ne demek istediğimi siz anlayın.

Yazıma bir ayetle son vermek istiyorum “… ve O aklını kullanmayanları pisliğe mahkum eder!” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- YUNUS, 100)
 

Görüntülenme 13,232
Yayın 19 Şubat 2017
güncellendi

Sevr mağrasında Hz. Muhammed ve arkadaşı Ebubekir’in yaşadıkları hakkında birçok spekülasyon haber ortalıkta dolaşmaktadır.  “Hz.Muhammed ve Sevr Mağrasındaki Yılan Hikayesi Doğru mu ?”  başlıklı yazımda ortada dolaşan ve doğru olmayan rivayetleri ele almıştık. Aslında bu tür konuları düşünürken nasıl bir peygamber düşlediğiniz çok önemlidir. Çünkü peygamberini bir masal kahramını gibi efsanevi yetenekleri olan bir insan olarak görüyorsanız bu görüşü destekleyen masallar dinlemek istersiniz. Yok eğer “ insan” peygamber olarak tasavvur ediyorsanız yaptığı her olayın açıklanabilir izahı olduğunu da bilirsiniz. Ana konumuza devam edelim Sevr Mağrasında neler oldu gelin Kur’an’dan öğrenelim:
 

“Eğer ona destek vermezseniz, unutmayın ki ona Allah yardım edecektir: inkarda direnenler onu sürüp çıkardıkları zaman (Muhammed sadece) iki kişiden biriydi. Hani o ikisi mağaradayken, o arkadaşına Tasalanma, Allah bizimle beraberdir! Demişti de, bunun üzerine Allah ona katından bir sükunet indirmiş ve onu sizin göremediğiniz güçlerle takviye etmişti:böylece inkarda ısrar edenlerin davasını alçattı, Allah’ın davasıysa en yüce olma konumunu korudu;çünkü Allah’tı her işinde mükemmel olan, her hükmünde üstün hikmetler bulunan.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- TEVBE, 40)

Kur’an bize sadece olay ile ilgili bu kadar bilgi verir. Olay ile ilgili geniş detayları ise peygamberimizin vefatından yaklaşık bir buçuk asır sonra yazılan rivayetlerden öğreniyoruz. Rivayeti de size verdikten sonra gerçekte orada neler oldu delilleriyle size sunacağım:
 

" Gece karanlığında Sevr Mağrasına vardılar. Mağara; haşerat ve vahşi hayvanların yuvası idi. Sıddıkı Ekber ( Ebubekir) içeride Allah resulüne zarar verebilecek yılan ve akrep gibi hayvanların olabileceğini hesap ederek kainatın fahrinin oraya girmesine gönlü razı olmadı:
- Ey Allah'ın Resülü ,dedi. Allah aşkına ben girmedikçe, sen girme! eğer içeride zararı dokunacak birşey varsa onun zararı sana dokunmadan bana dokunsun.
Mağaradan içeri süzüldü.. Elleriyle yerleri yokladı, düzenledi ufak tefek taşları bir kenara attı. Bu arada mağaranın bir köşesinde bir delik buldu. Elbisesinden bir parça yırtıp orayı tıkadı , geri kalan kısmınıda ayaklarını dayadı ve seslendi:
- Ey Allah'ın Resülü ,buyurunuz!
Nebiler nebisi içeri girdiler..(s.a.v) mukaddes başını , cihanın en büyük peygamber dostu ve en şiddetli hak sevdalısı Hz. Ebubekir'in kucağına koymuş, gözlerini yummuş: ' gözlerim uyur kalbim uyumaz ' dediği uykusundalar. İşte o an mağaranın deliklerinden birinde küçük bir yılan başı göründü.. Hemen çıplak ayağı ile deliği tıkadı. Hz Ebubekirin ayağına yılanın zehirli dişi girip çıktı. Cihanı sıddık'ı acıdan yandı, ta yüreği kaynadı. Fakat Allah'ın Resülü uyanmasın diye hiç kıpırdamadı. O kadar yandi ki, gözlerinden iplik iplik yaş boşandı ve şıp şıp alemin fahrinin yüzüne damladı.. Nebiyi muhterem uyandılar:
- Ne oldu sana ey Ebabekir?
-Ayağımı birşey soktu ama beis yok siz rahatınıza bakınız. Kainatın efendisi oraya tükürüklerinden sürdüler ve acıdan yanan ayak birden şifaya kavuştu. (M. Necati Bursalı) Yılan ise başını çıkardı ve dedi ki: ‘Ya Rasulullah burada 300 yıldan beri seni bekliyorum. Seni görmek için Ebubekiri’in ayağını soktum’ dedi. Daha sonra Müşrikler geldi ve “İzler buraya kadar. Ya yere girdiler, ya da göğe uçtular. Garip, çok garip!." deyince biri:
"Ee! Belki içerdedir... diye fikir yürüttü. Bunun üzerine Ümeyye bin Halef şöyle dedi:
"Dediğin söze bak! Güvercin, biz yaklaşırken uçtu. Yumurtaları da yuvada sapasağlam. Bu örümcek ağı, belki Ebû'l-Kâsım'ın (Muhammed'in) doğumundan evvel bile vardı. Şayet mağaraya girmiş olsalardı ağ bozulmuş, yumurtalar da yere düşmüş olurdu." (İbn Sa'd Tabakâtül-Kübrâ, Beyrut ty., I, 228 vd.; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, I,172-176; Mevlana Şiblî, Asr-ı Saadet, çev. Ö. Rıza Doğrul, İstanbul 1977, I, 197-200).

Yukardaki gerçeklikle alakası bulunmayan neresinden tutsanız elinizde kalacak olan rivayet, rivayetlerden sadece biridir. Bu rivayetler niçin gerçek olamaz bu konuyu aşağıda uzun uzun konuşacağız. Şimdi gelelim  bu konudaki ikinci rivayet versiyonuna.
“Allah Rasulü ,Sevr’e geldi. Sevrde yukarıda anlattığım birinci rivayetteki olaylar yaşandı. Bunun ardından müşrikler Sevr’e geldiler. Allah Rasulünü yakalayacaklardı ki Allah cennet ırmaklarından birini Sevr’e görevlendirdi ve Sevr’in tam mağra eteğine kadar cennet ırmağı servi kuşattı. Melekler bir gemi getirdiler. Allah Rasulü o gemiye bindi ve yola çıktı.”

Bu da ortalıkta dolaşan ikinci rivayet. Her iki rivayette aklımızla alay etmekten başka bir mesaj taşımıyor. Bu iki masala inanmak isteyen biri aklına ihanet etmekten öteye geçmiş olamaz.

Peki Bu Rivayetlere Niçin İtibar Etmemeliyiz?

Çünkü Kur’an’ın bize anlattığı insan Muhammed ile buradaki efsanevi Muhammed çakışmıyor, çatışıyor da ondan. Yukarıda Tevbe suresinin kırkıncı ayeti bazı insanları doyurmamış olacak ki oturup masal kurgulamışlar. Allah ayette açıkça “onu sizin göremediğiniz güçlerle takviye etmişti” diyor. Yani Hz. Muhammed’e herhangi bir somut yardım gelmedi. Kur’an’ın anlattığı peygamberimizin tek bir mucizesi bile yoktur. Hatta Allah Kur’an’da  Hz. Muhammed’e insanlara şu hakikati hatırlatmasını istiyor: “(Ey Peygamber!) De ki: Ben de yalnızca sizin gibi ölümlü bir insanım…” (FUSSİLET, 6)  Bir başka ayette ise müşriklerin peygamberimize söyledikleri bir sözü Kur’an’a alarak bizim bir gerçeği fark etmemizi istiyor: ”Yine: Bu nasıl bir elçi böyle? Yiyip içiyor, çarşıda pazarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilseydi de beraberinde o da uyarıp dursaydı ya!” (FURKAN,7) Dikkat ettiyseniz peygamberin hayatına mucize enjekte etmek isteyen günümüz Müslüman aklın benzeri Müşriklerde de vardı. Onlar da olağanüstü durumlara şahit olmak istemişlerdi. Furkan Yedi'de de belirttiği gibi hayatı boyunca Rasulullah’tan olağanüstü bir durum görmediler. Aksi halde Rasulullah için bir büyücü diyeceklerdi. Tabi işin başka bir gerçeği var ki o da şudur: Mağaranin girişinde güvercin ve örümcek ağı peygamber girdikten sonra oluşsaydı Peygamberi, o mağarada bulmaya gelen müşrikler daha sonra peygamberin orada olduğunu öğrendiklerinde Müslüman olurlardı. Çünkü açık bir mucize görmüş olurlardı. Ama tarihin bize bildirdiği hiçbir not Müşriklerin sevr olayında yaşadıkları ile ilgili bir şaşkınlıklarının olduğunu bize göstermiyor. Yani onlar olağandışı bir durumla karşılaşmadılar. Bunu Kur'an'dan'da biliyoruz. Sürekli Rasulullah'tan mucize göremeyişlerini dillendiriyorlardı.

Peki Gerçekte Sevr’de Ne Oldu?

Sevr’de olağandışı hiçbir şey olmadı. Olanları Allah, Tevbe suresi kırkıncı ayetinde anlatıyor niçin daha fazlasına ihtiyaç duyuyoruz ki? Daha fazlasına ihtiyaç duyanlar, peygamberin sade yaşantısını ve insan oluşunu kabul etmeyi sindiremeyenlerdir. O tür insanlar  peygamberin olağandışı faaliyetlerinin olduğuna kendilerini inandırmak istiyorlar. Şimdi olayı daha bilimsel daha mantıksal açıdan inceleyelim.

Sevr mağarasının iki girişi var arkadaşlar. Bizden bu gerçeği saklamasalar gerçeği daha net görebilirdik. Biri kuzey girişidir ve bu girişten sadece bir kişi geçebilir. O kadar küçüktür yani. Diğer giriş güneyde bulunur ve giriş bölümü büyüktür. Müşrikler peyamberin girdiği girişe değil yani güney girişine değil kuzey girişine baktılar. Sevr Dağı çevresindeki dağlara göre en yüksek dağdır.  Muhtemelen kuzey girişindeki örümcek ağını ve güvercini gören Müşrikler güney kısmının da o şekilde olduğunu düşündüler ve oraya gidip bakmaya üşendiler. Ama lütfen şu detaya dikkat edin kuzey girişinde bulunan örümcek ağı Hz. Muhammed oraya varmadan yıllar önce örülmüştü. Hatta Müşriklerden biri olan Ümeyye bin Halef  rivayette içeri bakmak isteyen adama ”Bu örümcek ağı, belki Ebû'l-Kâsım'ın (Muhammed'in) doğumundan evvel bile vardı” demiş. Yani Örümcek ağı’nın yapılış tarihi o kadar eski olabilir. Örümcek ağı ve güvercin sanki Hz. Muhammed içeri girdikten sonra oluşmuş bir mucizeymiş gibi bize pazarlamaya çalışanlar Sevr Mağrasının iki girişi olduğu hakikatini niçin gizliyor? Gerçeği anlamamızdan korktukları için olabilir mi?

Gerçek şu ki: peygamberimiz Medineye Hicret Planını yıllar önce tasarlamaya başladı. Normal bir insan nasıl kaçış planı yaptıysa Rasulullah’ta aynı şekilde yaptı. Yakalanıp öldürülmemek için bir sürü tedbir aldı. Mesela 3 gün boyunca Sevr’de saklandılar. Ebubekir’in kızı Esma yemek getrimek ile görevliydi. Esma’nın annesi yemek yapacak, Aişe ise kapıları gözetleyecekti. Abdurrahman dışarıdan istihbarat toplayıp Hz. Muhammed’e rapor vermekle görevliydi. Ebubekir’in azadlı çobanı Amir bin. Füheyre yemek getiren Esman’nın  ve istihbarat getiren Abdurrahman’ın izlerini silmekle görevliydi. Bunu da sürüleri o geçilen yollardan sürerek yapacaktı. Abdullah b. Uraykıt ise peygamberi en kestirme yoldan Medineye götürecek olan Müşrik rehberdi. Tüm bunlar gördüğünüz gibi peygamberin çok profesyonel bir şekilde kaçış planıdır. Olay anlattıkları gibi masalsı saçmalıklardan çok uzaktır. Peygamberimiz kılavuz olarak  bir Müşriği tercih etmesi dikkatinizi çekti mi? Burada peygamberimiz bize Kur’an’daki şu hakikati öğretiyor:”Allah, size mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi emreder”  (NİSA, 58) Yani liyakatin önemini öğretiyor peygamberimiz. Müşrik bile olsa işinde kim en profesyonel ise onunla çalışmayı tercih ediyor.

Peki peygamberimiz tüm bu tedbirleri almayıp Allah benim yerime halleder deseydi ne olurdu sizce? Cevabı çok açık Hicret sırasında öldürülürdü. Görevi sırasında ölen peygamberler var. Yahya peygamber ve babası Zekeriyya peygamber görevleri sırasında öldürülen peygamberlere örnektir. Yahudi kralı heredot’a kızkardeşi ile evlenmesi için izin vermediği için Yahya peygamberin kafası kesilmiştir. Ya da babası Zekeriyya peygamber testere ile ortadan ikiye ayrıldı bu zalimler tarafından. Vahşice katledildiler. Kur’an’daki şu ayette görevi sırasında bir peygamberin ölme olasılığının hep var olduğunu göstermez mi?
 

“Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse, Allah’a hiçbir ziyan veremez. Allah, şükredenleri mükafatlandıracaktır.” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- AL-İ İMRAN, 144)

Yani kaçış planını iyi yapmayan herkesin ölüm riski olduğu kadar peygamberin de bu riski vardı. Bu yüzden onca tedbiri aldı.

Peki Niçin Rivayetlerdeki Masallara İnanmamalıyız?

Bunun cevabı çok basit aslında. Hz. Muhammed de bizim gibi bir insan. Bizim için geçerli olan tüm olağan koşullar onun için de geçerliydi. O da ölmemek için bizim gibi plan yapmak zorundaydı. İslamoğlunun “Sevrin tepesinde gelen yardım eteğinde gelmez miydi?” sorusu aslında işin tüm foyasını meydana çıkarıyor. Nasıl mı ? Şöyle ki: Düşünün ki Sevr Dağı bölgenin en yüksek dağı Nebi o zamanlar  53 yaşında. Madem Allah Örümcek ağı mucizesi yapacaktı ne gerek vardı yaşlı Nebiyi o dağa çıkarmaya. Medineye giderken Allah peygamberi görünmez yapsaydı. Ya da Medineye ışınlasaydı. Bu Allah için çok zor değildi. Ya da rivayetin ikinci versiyonunu kabul edersek madem sevr de peygamberi gemiyle Allah kurtardı ne gerek vardı peygamberi o kadar yüksek bir dağa çıkarmaya? Allah peygamberi evinden o gemiyle alsaydı. Peki Allah madem mucize gösterecek niçin peygamber, Müşrik bir rehber olan Abdullah b. Uraykıt’a ihtiyaç duyuyor ? Allah onun gözlerine bir ekran getirir ve peygamber o ekrandaki navigasyon sayesinde Medineye pek tabi gidebilirdi. Niçin bir Müşriğin yardımına ihtiyaç duysun?

Bu yazıyı okuyan herkese sesleniyorum lütfen aklınızın da vicdanı olsun. Siz de biliyorsunuz ki Allah peygamber bile olsa olağanüstü bir mucizeyle insanları desteklemez. Allah’ın sisteminde biz nasıl yaşadıysak peygamberlerde öyle yaşadı. Eğer Allah mucizevi müdahaleler de bulunsaydı Yahya peygamberin kafasının kesilmesine, Zekerriya peygamberin testere ile biçilmesine, Uhud Savaşını Müslümanların kaybetmesine izin vermezdi. Halid b. Velid’in yapacağı manevrayı ya da okçuların tepeyi terk edeceğini dahi Allah peygamberine bildirmiyor. Çünkü Allah’ın tüm insanlık için bıraktığı kural ve prensipler (tedbirli olmak,plan yapmak vs..) peygamberler için de geçerliydi. Savaşı kazanmak istiyorlarsa bunu kendi başlarına yapacaklardı. Sevr olayını da böyle okumalıyız. Allah’ın yardımını mucize olarak beklemek Kur’an’ın ruhuna aykırıdır. Kur’an “insan için ancak çalıştığının karşılığı vardır (NECM,39)” diyor. Peygamberler hariç demiyor. Kur’an’da mucize kelimesi bir kez bile geçmez onun yerine ayet kelimesi kullanılır. Allah’ın ayeti denir. Kur’an anlattığı hiçbir olayı mucize yani olağanüstü ve olağandışı bir durum olmuş gibi anlatmaz. Mucize kavramı İslam’a yaklaşık 4. yüzyılda rivayetlerle girmiştir.

Niçin Peygamberlerin Mucize Yaptığına İnanmak Kur’an’ın Ruhuna Aykırı?

Yukarıda Yahya ve Zekeriyya peygamberi anlattım. Uhud dahil hiçbir savaşta ya da yaşantısında  peygamberin somut bir mucizesi olmadığını biliyoruz. Rivayet kültürü bizi islam’dan uzaklaştırıp aklımızı masallarla doldurmaya çalışıyor. Çünkü bazılarımız masal dinlemek isteriz. Çünkü Masallar insanları mışıl mışıl uyutur. "Vay be" dedirtir. Hiçbir sorumluluk yüklemez. Oysa hakikat bize ağır gelir. Sorumluluk yükler. Kaçmak için kim yıllarca plan yapan peygamber ister ki ? Eğer peygamber bile bu kadar emek ve zahmet veriyorsa bize hangi sorumluluklar düşer Allah bilir diye düşünmüş olmalıyız ki peygambere olağanüstü mucizeler giydirerek onu masal kahramanı yapmaya ihtiyaç duyduk. Peygamberler mucize göstermiştir diyen biri islam’da iki yanlışa yönelir. Nedir Bunlar?
 

  1.  Peygamberlerin mucize gösterdiği kanaatini taşıyan bir Müslüman Allah’ın adaletsiz olduğunu düşünür. Hz. Muhammed’e kaçması için güvercin ve örümcek ağı gönderen Allah kendisi için aynı şeyi yapmayacaktır. Yani biz de aynı şekilde bir gün sıkışsak emin olun Allah örümcek ağı göndermez. Bu Allah’ı adaletsiz yapmaz mı?

      2.En önemlisi bu ikinci maddedir. Peygamberlerin mucize gösterdiği kanaatini taşıyan bir Müslüman   
        peygamberlerin rehberliğini, örnekliğini ve öğretici oluşunu reddeder.
 

 "Andolsun ki Allah, müminlere büyük bir lütufta bulundu; zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine Kitap ve hikmeti Öğreten bir Peygamber gönderdi" (ÂL-İ İMRAN, 164).

"Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi arındıracak, size Kitap ve hikmeti öğretecek ve ayrıca bilmediklerinizi size bildirecek bir elçi gönderdik” (BAKARA, 151).

"Doğrusu  Allah'ın Resûlü sizler için Allah'a ait ve ahret gününe umut besleyen ve Allah'ı sürekli hatırda tutan herkes  için güzel bir örnek teşkil eder" (AHZAB, 21)

Yukarıda peygamberin öğretmen oluşunu,örnek oluşunu gördünüz. Bunu Sevr olayı için düşünün. Peygamberin yok gemiyle gitti yok bilmem örümcek hemen ağ ördü falan gibi mucizeleri kabul ettiğimizi varsayalım. Bu hikayeden ne öğreneceğiz? Hangi sonucu çıkaracağız? Yani biz Nebinin burada bize ne öğrettiğini göreceğiz ? Bize ne kalacak? Bu olayı mucize olarak kabul edersek peygamberin rehberliğini ve örnekliğini ve izlenebilirliğini kabul etmemiş olacağız. Çünkü Allah ona somut destek vermişti. Ona verdiği bu somut mucize desteğini bize vermeyeceğini biliyoruz. Şu halde ”o peygamberdi biz değiliz” deyip onu rehber almaktan ve örnek almakan kaçacak mıyız? Medineye kaçmak istediğimizde kim bize örümcek ağı yapacak?

Fakat eğer peygamberlerin mucize yapmadığını bu rivayetlerin peygamberden çok sonraları peydah olduklarını bilincinde olursak. Kur’an’ı sürekli araştıran biri olursak peygamberin rehberliğini ve örnekliğini kabul etmiş oluruz. Bunu Sevr olayı üzerinden anlatayım. Peygamberin Medineye Hicret için yıllarca hazırlandığını bilsek. Biz de böyle bir durumda yıllarca emek verilmesi gerektiğini öğrenmiş olacağız. Evde oturup Allah halleder mantığında olmayıp peygamber gibi plan yapmayı öğreneceğiz. 53 yaşında yaşlı halimizle bölgenin en yüksek dağına çıkma gayretini ve zahmetini göstereceğiz. Müşrik de olsa işini en profesyonelşekilde yapan Abdullah b. Uraykıt’la çalışacağız. Yani işi ehline vermeyi ,liyakati öğreneceğiz. İşi Allah’a havale edip gündüz Hicret etmeyeceğiz. Tedbirimizi alıp Hz. Muhammed gibi geceleri yolculuk yapacağız. Görüyor musunuz doğru okunduğunda peygamber bir anda nasıl izlenebilir, rehberliği alınabilir ve örnek alınabilir bir hale dönüştü. Eğer yukarıdaki ayetteki gibi Allah peygamberi örnek almamızı istiyorsa peygambere de somut yardım etmiş olamaz. Zaten Tevbe suresi kırkıncı ayetinde Allah yardımın soyut olduğunu bildiriyor. Allah'ın bize yapmayacağı somut yardımı Rasulullah'a da yapmış olamaz. Aksi halde onun örnekliği söz konusu olamaz. Allah'ın her sıkıştığında yardım ettiği bir insanı nasıl örnek alacağız. Bize aynı yardımın gelmeyeceği aşikar olduğu halde aynı durumla karşılaşırsak biz ne yapacağız?


Konuyu toparlarsak Allah nebisi bile olsa Allah’ın sünneti (kuralları, prensipleri) herkes için geçerlidir. Biz kaçışta ne yapacaksak nebide onu yapmalıydı ki kaçışın nasıl olacağını ondan öğrenelim. Onu örnek alalım. Unutmayın dinin iki versiyonu vardır. Biri masal ve efsanedir. Duyduğunuzda sizi rahatlatır. Hoşunuza gider. Rasulullah’a güvercin ve örümcek ağı verilmişti, gemi verilmişti bana verilmez deyip sorumluluklarınızı üzerinizden attığınız için hoşunuza gider. Dinin ikinci versiyonu sizi rahatsız eder. Peygamber 5 yıl plan yapmıştır, birçok emek verip en yüksek dağlara çıkma zahmetini göstermiştir. O peygamberdi biz yapamayız diyemeyeceğiniz için onu örnek almak zorunda kalırsınız. Size sorumluluk yüklenmiş olur. Dinin ilk versiyonu sizi uyuşturur ikincisi ise uyarıcıdır sizi uyandırır. Tercih sizin. Hangi versiyonu din olarak görmek isterseniz onu seçin. Tabi sonuçlarına Allah’ın huzurunda katlanmak şartıyla. Sizi uyutan efsaneler dinine inanırsanız mışıl mışıl uyumaya devam edersiniz. Aklınıza ihanet eder, mantığınızı susturursunuz. Ama Uyanmak istiyorsanız uyarıcı olan dini seçmelisiniz. Bu din Kur’an’ın rivayetlerle bulandırılmadığı dindir. Rehberliği olan, izlenebilen, örnek alınabilen bir peygambere yani ”insan peygambere”inandığınız için size sorumluluk yükler . Nihayetinde Allah’ın kur’an’da dediği gibi çalıştığınızın,çabanızın karşılığını bulursunuz. Tüm delillerimiz ve mantıklı izahlarımızdan sonra karar sizin “Allah’ın kaçırdığı” peygambere mi? Yoksa “Kaçış Planı” yapan peygamber mi inanacaksınız?
 
“...Ve Allah aklını kullanmayanları pisliğe mahkum eder!” (YUNUS, 100)



 

yukarı çık butonu