Arama Yap
Görüntülenme 1,226
Yayın 02 Aralık 2016

Önemli bir karar alırken yapılan işi baz alıp olayla ilgili yüzeysel kararlar alınması telafisi mümkün olmayan zararlara sebep olacaktır. İşin iç yüzünü öğrenmeden verilmiş bir karar bağlamından koparılarak aktarılmış bir kelimeye benzer. Hz. Muhammed zamanında yaşanmış Hatıb b. Ebi Beltaa olayında peygamber ...
Görüntülenme 1,434
Yayın 26 Kasım 2016

İnanılmaz derecede basit bir tanrı anlayışımız mevcut. Tanrıya ulaşma yolunda çıkmaz bir sokağa geldiğimizde anlamamız gereken şey ona asla ulaşamayacağımız olmalıyken madem o bizim tarafımızdan kavranamayacak ve kapsanamayacak  kadar güçlü o halde Tanrıyı kavrayacağımız ve kapsayacağımız  bir küçüklüğe indirgeyelim dedik. Bu indirgemenin ...
Görüntülenme 2,798
Yayın 24 Kasım 2016

Çokça karşılaştığım durumlardan biridir insanların peygamberimize salavat getirmeleri. Eskiden bende sürekli içimden  salavat çekerdim . Bunun dinin bir gereği olduğunu ve daha iyi bir müslüman olmak için sık sık tekrarlanması gereken bir dua olarak görüyordum. Çünkü bu konuda epey bir rivayet kültürü ...
Görüntülenme 3,252
Yayın 23 Kasım 2016

Peygamberimizin diğer peygamberlerden üstün olduğuna dair elimizde bir dayanak olmadığı gibi Kur'an şöyle demektedir. " Rasul Rabbinden kendine indirilene önce kendisi iman etti, sonra da mü’minler. Hepsi Allah’a, meleklerine, mesajlarına ve elçilerine inandılar: “O’nun elçilerinden hiçbiri arasında  ayrım yapmayız. İşittik ve itaat ...
Görüntülenme 1,393
Yayın 20 Kasım 2016

Hz. Muhammed vefat ettikten sonra siyasi liderlik ihtiyacı ile başlayan kötü bir tarihsel sürece girdik. Siyasi liderlik vasfı taşıyanların arkasında büyüyen taraftar kitleleri korkunç bir fanatizme dönüştü. Liderliğini savundukları insanlar için herşeyi meşru gördüler. Cinayetler işlendi, iftiralar atıldı, savaşlar yapıldı, küslükler yaşandı. ...
Görüntülenme 1,435
Yayın 19 Kasım 2016

Evet bu başlığı seçmemin önemli bir sebebi var. Mesele peygamberimiz olunca birçokları gibi ben de hassas olmaya çalışıyorum. Fakat bugün başkalarında gördüğüm şey kesinlikle hassasiyet değil. Peygamberin inancına, amacına,hedeflerine ve misyonuna sırt dönen Müslümanlar sözüm ona sakalına, hırkasına sarılmak mümkünse koklamak isteyerek ...
Görüntülenme 2,621
Yayın 21 Aralık 2015

Kuşkusuz bu sorunun cevabı evettir. İslamda aile kutsal olduğu için eşlerin boşanma yolu dışındaki yolları sürekli zorlamasını ister. Fakat bu istek asla boşanma olamaz demek değildir. Boşanmanın son çare olarak başvurulması istenir. Biradan peygamberin hayatından da misal vereceğim gibi olmuyorsa da zorlamak ...
Görüntülenme 1,670
Yayın 10 Kasım 2015

Celadet bir duruş bir duygu bir fikirdir. Eksikliğinden dolayı kendimi tam bir insan olarak bile göremediğim bir kavram. Sözlük anlamı gözüpeklik, yiğitlikdir. Fakat arapçadan türkçeye çevirdiğimizde bu anlamları vermeyi bu kavrama karşı bir haksızlık olarak görüyorum. Celadet, bir fikir ve ideal uğruna ...
Görüntülenme 9,313
Yayın 07 Kasım 2015

Osmanlıda Fatih Sultan Mehmet  neden devlet kademelerini devşirmelerle doldurdu ve neden devlet görevlilerinin malına el koyma sistemi olan Müsadere sistemini getirdiğine deyinmek istedim. Yazar İslamoğlu'nun kaleminden yansıyanlar şöyle:   " Osmanlı yönetim sistemi Fatih'e gelinceye kadar tam monarşik bir sistem değildir. İstanbul alınıncaya kadar tam ...
Görüntülenme 2,146
Yayın 04 Kasım 2015

Çocukluk dönemimde çağlar öncesi insanların bugünden farklı olduğunu hayal ederdim. Farklı yaşam tarzlarının olduğunu düşünürdüm. Bu düşüncenin doğal sonucu olarak zaman makinesi ile geçmişe yolculuk ettiğimi hayal ederdim. Çünkü merak ettiğim geçmişin gizemlerine vakıf olmak istiyordum. Büyüyüp belli bir yaşı geçince çok ...
Görüntülenme 7,911
Yayın 15 Ocak 2018
güncellendi

Hırsızlığın türleri farklıdır ve her hırsızlık türüne aynı cezai müeyyide uygulanamaz. Bu adaletsizce bir tutum olur. Kur’an hırsızın elini kesin dememiştir. Bu hem mantıkla hem Kur’an’ın diğer ayetleriyle çelişir. Şimdi ben birazdan bu iddiaya sebep olan ayeti verip size delilleriyle birlikte sunacağım. Bu delillerim size mantıklı gelmezse almayın. Ben dâhil hiç kimsenin delillerini görmeden o düşünceyi mutlak kabul etmeyin. Her insan yanılabilir, buna âlimler ve peygamberler de dâhildir. Fakat peygamber yanıldığında Allah onu düzeltti. Peki, bizi kim düzeltecek? Elbette ki biz bir konuyu tüm delillerimizle ve olaya farklı bakabilen her insanla konuşarak, tartışarak, kritik ederek hakikate ulaşmaya çalışacağız. Bizi yine biz düzeltmeye çalışacağız. Şimdi bu hükmün Kur’an’da yer aldığı iddia edilen ayetini vererek başlayalım. Tabii olayı Arap gramerinden inceleyeceğimiz için Arapçasını da vermek zorundayız. Dilin inceliği hakikati ortaya çıkarsın.
 

Ves sâriku ves sârikatu faktaû eydiyehumâ cezâen bimâ kesebâ nekâlen minallâh (minallâhi) vallâhu azîzun hakîm (hakîmun)

Hırsızlık eden erkek ve kadının ellerini, yaptıklarına karşılık kesin.  Bu Allah’ın öngördüğü bir caydırma yöntemidir. Zira Allah her işinde mükemmeldir, her hükmünde tam isabet sahibidir (MAİDE 38)

Yukarıda kırmızı renkle yazdığım kavramlar hayati derecede önemlidir. Ayetin Türkçeye birebir aktarıldığında Kur’an hırsızın elini kesmeyi emrediyor iddiaları haklıymış gibi gözükür ama değil. Bu ayet önündeki ve arkasındaki ayetlerden koparılmıştır. Ayrıca el kesmek gerçekten fizyolojik anlamıyla mı kullanılmıştır bunu gramer detayına girerek anlayacağız. Peki, madem el kesmek yok asırlardır âlimler niçin böyle yorumladı? Ayrıca halen niçin böyle yorumlanıyor? Tek sorun Kur’an’ın Kur’an ile tefsir metodunun uygulanmaması. Sebebi nüzul, hadis ve mitolojilerle Kur’an’ı yorumladıkları için bu sıkıntıları yaşıyoruz. Öncelikle hırsızın eli kesilir diyenlere bazı sorular sorup eleştirilerde bulunacağım. Bu konunun gramerine girmek için bir ön hazırlık olacak.

1.  Abdest alırken dirseklere kadar, ayaklarda topuklara kadar yıkayın diyecek kadar detay veren Kur’an niçin bu kadar ciddi ve geri dönüşü olmayacak bir konuda eli neresinden keseceğimizi belirtmiyor? Allah detaya girmekten üşendi mi?

2.  Kur’an’da adam öldürmenin bile cezasını kısas olarak belirleyen Kur’an, Müslümanlara “eğer bilirseniz affetmek sizin için daha hayırlıdır” diyor. Yani kısas'ın bile Müslümana yakışan tavır olmadığını ifade ediyor. Adam öldüreni bile affedin diyen Kur’an bin kat daha hafif suç olan hırsızlık için nasıl bu kadar ağır bir müeyyide emreder?

3.  Rüşvet, yolsuzluk, tecavüzden daha mı ağır bir suç hırsızlık?

4.  Hukuk ahlakına göre suç ve ceza orantılı ve dengeli olmak zorundadır. Hırsızlık ile el kesilmesi orantılı mıdır? Bu adaletsizlik değil midir?

5.  Kişinin elleri kesildikten sonra bir yanlışlık olduğu ortaya çıktı ve hâkimin yanlış karar verdiği anlaşıldı, şu halde geri dönüşü olmayan bu ceza ne olacak? Özür dileriz yanlışlık oldu mu diyeceğiz?

6.  Madem Maide 38 hırsızın eli kesilmeli diyor niçin hangi tür hırsızlıkta keseceğimiz detaylandırılmıyor? Mesela aç olduğu için bir simit çalan insanın elinin kesilmesi Allah’ın adaletine sığar mı? Çünkü mecbur olduğu için hırsızlık yapanlar hariç diye bir ibare yok ayette.(Tabi bu seferde hangi hırsızlık türünde el kesiliri bulmak için uyduruk hadis ve fıkıh kaynaklarına başvuracaksınız. Çünkü Allah detay vermeyi insan vicdanına bıraktı sizin mantığınıza göre)

7.  Eli kesilen kişi bir ömür boyu sürecek bir aşağılanma ile karşı karşıya kalacak. Bırakın psikolojik tramvayı o kişi intihar etmeyi bile isteyecektir. Çünkü her elini gören hırsız geldi deyip uzaklaşacak, alay edecek. Maide 38’de Allah “Bu Allah’ın öngördüğü bir caydırma yöntemidir” demiyor mu? Bu nasıl caydırma yöntemi? Bu bir sosyal yara açmaz mı? Allah bir yeri tedavi ederken başka yerleri bozmuş olmaz mı?

8.  Bugün Suudi Arabistan ve benzeri sözde Allah’ın yasağını uygulayan yerlere giderseniz sürekli eli kesik insanlar görürsünüz. Maide 38’de Allah “Bu Allah’ın öngördüğü bir caydırma yöntemidir” demiyor mu? Madem bu caydırıyor niçin hala hırsızlık tamamen bitmemiş durumda ki eli kesiklere yenileri ekleniyor?

9.  El kesmek hırsızın en tâbi hakkı olan tevbe hakkını elinden almış olmuyor mu?

10.  Tarihi bir asır olan yani yeni keşfedilen bir hastalık türü bulundu: Kleptomani. Yani çalma hastalığı. Bu psikolojik bir rahatsızlık. Hırsız, bir kleptomani hastası olabilir. Şu halde hasta birini elinde olmayan bir sebeple yaptığı hırsızlık yüzünden onu tedavi merkezine götürmek yerine elini  kesmek ne derece adildir? Müslümanlar şunu mu demek istiyor: Allah Kur’an’ı gönderirken bu hastalığın hep var olduğunu bilmiyordu. Bu korkunç bir iddia olur. Asıl bu hastalığı hesap edemeyenler Kur’an’a hırsızın elini kestirme yorumunu sokmaya çalışan zenginlerdir. Kapitalist Müslümanlar bunu hesap edemediler.

11. Her şeyi geçtim. Elleri kesilen kişi para nasıl kazanacak? Geçimini neyle temin edecek?
 
Şimdi gelelim Maide 38’de Allah’ın muradını anlamaya. İki kavrama yoğunlaşmanızı istiyorum. Bunlardan ilki ayette geçen “eydiyehumâ” ikincisi  “faktaû =fe iktaû” kelimesidir. Bu iki kelimeyi anladık mı tamamdır. İlk kavramdan başlayalım. Eyd, Arapçada eş sesli kelimelerden biridir. Bir anlamı "güç, kudret, kuvvet" iken diğer anlamı "Eller"dir. Her iki anlamı da verip Allah’ın ayetteki amacını anlamaya çalışacağız. Peki Kuran’da “Eyd” kelimesinin kuvvet, güç anlamında kullanıldığına delil var mıdır? Elbette.
 

Sen onların bu tür laflarına karşı dirençli ol ve Eyd (güç) sahibi kulumuz Davud’u hatırla! (SAD 17)

Bütün bir göğü kendi Eyd’imizle (güç ve kudretimizle) biz inşa ettik ve onu sürekli genişleten de biziz. (ZARİYAT 47)

SAD 45’i de bu örneklere ekleyebiliriz. Amacım bu anlamı Kur’an’dan çıkardığımızı yani Kur’an’ı Kur’an ile tefsir ettiğimizi göstermek. Şimdi bu anlamı Maide 38’e ekleyelim bakalım ayete uyuyor mu?

Erkek hırsızın ve kadın hırsızın gücünü, yaptıklarına karşılık kesin (MAİDE 38)

Ayeti bu şekilde çevirirsek el kesmek denilen kavramın güç kesmek şekline dönüştüğünü ve bir mecaz olduğunu görürüz. Bu mecazdan da şunu anlarız. Hırsızlık fırsatının önünü kesin. Ekonomiyi düzeltin, ödemediğiniz zekâtı ve sadakaları ödeyin ki toplumda birilerinin hırsızlığa ihtiyacı kalmasın. Ekonomik tedbirler ve yardımlaşmayı arttırıcı tedbirler alın şeklinde yorumlayabiliriz. Bu yukarıdaki mecazdan benim anladığım. Siz farklı anlayabilir, farklı yorumlar yapabilirsiniz. Kimsenin yorumu mutlak değildir sonuçta. Veya hırsızlığa karşı olan bilinçli bir nesil yetiştirin şeklinde de anlıyorum doğrusu. Bir insan aç kalmış ve bunun için çalmış olabilir bu tür insanlara ceza bile uygulanmaz, uygulanmamalı.

Şimdi gelelim “Eyd” kelimesinin eller anlamına. Belki de “Eyd” bu ayette “eller” anlamında kullanıldı. Bu ihtimal de olasıdır ancak sonuç yine değişmez. Açıklayayım: Arapçada tekillik, çoğulluk kavramlarına ek olarak bir de iki şey için kullanılan ayrı bir tür daha var. Buna tesniye denir.
 

Yed= Bir el
Yeda= iki el
Eyd=eller (Üç veya daha çok el için kullanılır)

Gördüğünüz gibi Eyd üç veya daha fazla eli karşılayan bir kelime ve insanda da 3 el olmadığına göre “ellerini kesin” ifadesini mecaz olarak kabul etmek zorundayız. Yani insanların hırsızlık yapmalarına mani olacak bir ortam oluşturun anlamı kendiliğinden çıkar. Ama bir dakika! Kur’an el kelimesini hiç mecaz anlamında kullanmış mı? Kur’an’dan buna delilimiz var mı? Tabii ki kullanmış. Dediğim gibi Kur’an’ı doğru anlamak için ayetleri birbiriyle tefsir etmeliyiz hadis vb.. hikayelerle değil. Kur’an’da el yaklaşık 110 ayette 120 kez kullanılır. Bunların sadece 30 kadarı fiziksel anlamda el anlamını taşırken diğer 90 kadarı mecaz olarak kullanılmıştır. Birkaç örnek verelim.
 

Siz ey iman edenler! Hatırlayın Allah’ın üzerinizdeki nimetini! Hani size bir toplum el (eyd) uzatmaya kalkmıştı da, onların elinden sizi kurtarmıştı! (MAİDE 11)

Yahudiler Allah’ın eli (yed=tek el) sıkıdır! Dediler; Sıkı olan onların elidir (eyd=elleri). Ve bu düşüncelerinden dolayı rahmetten dışlandılar.  Aksine onun iki eli (yedâ= iki el) de sonsuzca açıktır (MAİDE 64)

Maide 64 elin hem tekil hem çoğul hem tesniye formunda kullanımına harika bir örnektir. Görüldüğü gibi Kur’an yukarıdaki ayetlerde el tabirini mecazen kullanmıştır. Araştırmak isteyenleriniz için elin mecazen kullanımına şu örnekleri de vereyim: 80:15, 48:24, 3:182, 42:30, 2:95, 2:79, 36:83, 60:2, 30:36 vs..

Şu itiraz yapılabilir: Maide 38’de kadın ve erkek hırsız diyor toplamda 4 el oluyor ve “Eyd” yani “Eller” ile bu 4 el kast ediliyor. Ancak bu iddia hatalı bir okuma olur. Peki niçin? Çünkü ayette geçen kavram “eydiyehumâ” dır. Dikkat ettiyseniz eyd yani eller kelimesine yapışık bir humâ zamiri var. Humâ zamiri iki kişiye işaret eder. Bu iki kişi ayrı ayrı bir erkek ve bir kadın olduğu anlamını verir. Yani ayete  “her ikisinin de ellerini kesin” anlamını verir. “Eyd” kelimesi de en az  3 “el”den başlayacağı için Bu ellerin biyolojik el olması mümkün değildir. Mecaz olduğu barizdir. Çünkü humâ yani her ikisi dediği için 3 el erkekten 3 el de kadından kesilmelidir ki 3 el kimsede mevcut değil.

“Eyd” eller kelimesinin mecaz olduğunu anladık. Bu kavramı öğrendikten sonra şöyle düşünüyor olmalısınız. Bin yıldır kimse fark etmedi de siz mi fark ettiniz. Ben de diyorum ki tabii ki din adamları burada geçen mecazı fark etti. Ancak hadis ve sebebi nüzul dediğimiz zehirli bilgilerle bu ayeti tefsir etmekten kendilerini alıkoyamadılar. Bu yüzden yanlış yorumu bile bile tercih ettiler.  Hatta, yanlış yorumu seçtiklerine delilim nedir derseniz şunu derim: “eyd” ile en az üç el kesin diyor. Bunun mecaz olduğu açık. Ama fıkıh âlimleri sağ eli kesin diyor. Kur'an'da hiçbir yerde sağ eli kesin ibaresi yok. Kendileri de “Eyd”in mecaz el anlamına geldiklerini bildikleri için uyduruk hadis adlı rivayetlere başvuruyorlar ve orada sağ el kesilir kuralını buluyorlar ki o hadisi sizinle paylaşacağım. Maide 38 gayet açık bir ayet ama din adamları ve müfessirler karıştırıyorlar, bulandırıyorlar tıpkı birçok ayet gibi. Kur’an sürekli apaçık ve anlaşılır olduğunu öne sürüyor. Peki biz niçin ayetleri anlamakta bu kadar zorluk çekiyoruz diyenler olabilir. Sebebini söylüyorum: din adamları. O kadar mitolojik rivayetlerle, uydurulmuş hadislerle, tevratla ayetleri tefsir etmeye kalkmışlar ki ayetler bulandıkça bulanmış. Hâlbuki bıraksalardı ve zihnimize hırsızın elini kesin hükmünün fiziksel kesme olduğunu yerleştirmeselerdi bunu ilk okuyan herkes anlayacak ve mecaz olduğunu apaçık şekilde görecekti. Özellikle arapça bilen herkes grameri bildiğinden bunu derhal anlayacaktı.

Şimdi gelelim kesmek fiili olan “iktaû” kelimesine. Şimdi “iktaû” yani “kesmek” fiili gerçekten somut anlamıyla mı yoksa mecazen mi kullanılmıştır görelim. Bunun da mecaz olduğunu delilleriyle birlikte verdikten sonra “elleri kesin” ibaresinin mecaz bir anlamı olduğuna dair içinizdeki şüpheler kalkacaktır. “iktaû” kelimesinin gerçekten de "kesmek" gibi bir anlamı vardır. Ancak Kur’an bu ifadeyi 18 yerde kullanır ve 16 yerde mecazen kullanır. Geriye kalan iki yerde ise mecaz olup olmadığı yoruma açıktır. Ben mecaz olduklarını görürken bazıları mecaz olmadığını iddia ediyor. Peki, biz kesmek fiilini fiziksel anlamda mı yoksa mecaz anlamında mı kullanacağımızı nasıl bileceğiz? Bu sorunun cevabı basit. Kur’an’a yaklaşırken samimi ve iyi niyetli olursak ve tek derdimiz Allah’ın muradını anlamak olursa Kur’an kendini açıyor. Kesmek fiilinin hangi anlamını kullanacağımızı Kur’an’ın genel ruhundan ve ayetin içindeki amacın ne olduğunu gördükten sonra kolayca anlarız. Şimdi mecaz olarak kullanıldığı bir iki ayeti size verdikten sonra mecaz olup olmadığı tartışmalı olan iki ayeti de size sunacağım.
 

Allah’ın kurulmasını emrettiği bağları keserler (BAKARA 27) (Bağ kesmek, Mecaz)

İnkâr edenlerin bir kısmını kessin (Al-i imran 127) (burada mahvetmek anlamında mecaz kullanılmış)

Sanki zifiri bir gecenin karanlığı sıvanmış gibi suratları (utanç ve zilletten) kapkara kesilir (YUNUS 27) (kapkara kesilmek mecaz bir deyimdir)

Yukarıda verdiğim ayetlerde mecaz kullanım açıktır. Ayrıca 16 yerde kullanılır ve hepsinde mecazdır dedik. Araştıranlar için diğer ayetlerin bazılarını da vereyim. Enam 45, Tevbe 121, Hud 81, Rad 4, Hacc 15, Araf 72, Enfal 7, Neml 32, Ankebut 29 vs.. gider. Şimdi de gelelim mecaz olup olmadığı tartışmalı son iki ayete. Bunlar: Hakka 46 ve Haşr 5’dir.
 

Ve eğer (Peygamber) kısmen dahi, söylemediğimiz sözler uydurarak Bize isnat etseydi (44) onu sağ kolundan şiddetle yakalar(45) ve şah damarını kesip koparırdık (HAKKA 46)

Ben bu ayetti okuduğumda Allah’ın gelip birinin şah damarını keseceği şeklinde anlamıyorum. Ayet bana göre mecazen peygamberi mahvederdik demeye getiriyor. Ancak bu ayetleri somut şah damar kesme operasyonu olarak da anlayanlar var. Tartışmalıdır. Diğer ayete bakalım.
 

Bu onların Allah’a ve O’nun elçisine karşı konuşlanmaları yüzündendir; her kim de Allah’a karşı konuşlanırsa, unutmasın ki Allah’ın azabı çetindir(4) Onların hurma ağaçlarından her ne kesmiş veya kökü üzere bırakmışsanız, hepsi de Allah’ın izniyle olmuştur; gerekçesi de sapkınları cezalandırmaktır (HAŞR 5)


Yukarıda gördüğünüz haşr suresinin başlangıcından beri konu kitap ehlinden peygamberimize nankörlük edenlerdir. Haşr 5’te ise Allah mecaz bir ifade ile onların hurma ağaçlarını kesmekten bahsediyor ki mecaz olduğu çok açıktır. Çünkü ayetin devamında sapkınları bu şekilde cezalandırdığını ifade ediyor. Hurma ağacını kesmek karşı tarafa değil doğayı cezalandırmak olur. Ayrıca Kur’an’i anlayışa göre sebepsiz ağaç yani bitki ve hayvan kesilemez, öldürülemez. Ancak soyut ve mecaza uzak din adamları bu ayeti de ağaç kesmek şeklinde anlamışlardır.

Peki, Kur’an fiziksel kesme anlamında hangi kelimeyi kullanır? “iktaû” kelimesinin şeddeli formu olan “QattaA“ kelimesini kullanır. Fiziksel kesme anlamı için kuran bu formu kullanır. Kesip atmak anlamına gelir. (5:33, 7:124, 20:71, 26:49, 13:31)
 

(Firavun) dedi ki:”demek siz ben izin vermeden ona inandınız, öyle mi? Anlaşıldı ki o size büyüyü öğreten üstadınızdır; fakat pek yakında gününüzü göreceksiniz: dönekliğinizden dolayı ellerinizi ve ayaklarınızı mutlaka keseceğim ve topunuzu asacağım” (ŞUARA 49)

Yukarıda gördüğünüz gibi Musa peygambere iman eden firavunun ilizyonistlerini firavun ellerini ve ayaklarını kesmekle tehdit ediyor. Fiziksel anlamda kesmek fiili için “QattaA“ kullanılıyor. Peki QattaA kavramı mecazen kullanılmış mı Kur’an’da? Evet mecaz olarak ilişkiyi kesmek anlamında kullanılmıştır. Buna örnek olarak 2:166, 6:94, 7:160, 9:110, 47:15, 47:22, 21:93, 22:19, 23:53 verilebilir.
 

Bu (emre) karşın, onlar aralarındaki birliği keserek… (MÜMİNUN 53)

 
Bu “QattaA” formunun başka anlamı var mı? Bir anlamı daha var. O da “kesik atma, yarmak”. Bu kullanıma da iki örnek verebiliriz: 12:31 ve 12:50
 

(Kadın) onların (bu tür) dedikodularını işitince, onları davet ederek kendileri için dayalı döşeli bir ziyafet sofrası hazırladı, her birinin eline de birer bıçak tutuşturdu ve (Yusuf’a) çık karşılarına! Dedi. Hanımlar onu görünce kendilerinden geçip hayran kaldılar; dahası (bu yüzden) ellerini kestiler ve olamaz! Dediler, aman Allah’ım Bu bir insan olamaz, olsa olsa bu yüce bir melektir! (YUSUF 31)

Yukarıdaki ayette kadınların ellerini kesip koparmadıkları açıktır. Biz dahi salata hazırlarken bazen elimizi keseriz. Burada kast edilen kesmek, kesik anlamında olduğu çok nettir. Kadınlar Yusuf’u görünce bıçakları unutmuş ve ellerine kesik atmışlardır. Yoksa meyve bıçağı ile elin kopması mümkün değildir. Testere filmini izleyerek bu ayeti yorumlamayın :)) Din adamlarını anlamak imkânsızdır. Maide 38’de geçen ibarenin aynısı bu ayette geçiyor “Ellerini kestiler” ancak bu ayeti yorumlarken istisnasız her din adamı ellerine kesik attılar şeklinde anlarken iş maide 38’e gelince hırsızın elini kesmek kavramından kesip koparmak sonucunu çıkarıyorlar. Din adamları çok azı hariç her daim zengindiler. Sanırım kendi kapitalist düzenlerini korumak için bu şekilde anlamak işlerine geliyordu. Faiz yiyene, savaş çıkarana, soykırım yapana, tecavüzcüye el kesmek yok ama zenginlerin malına el uzatma en ağır cezayla cezalandırılıyor. Ayeti bu şekilde bize öğretenlerin zenginler olduğunu görmelisiniz. Zenginler, yoksulların kendi mallarına dokunmamaları için aleme ibret cezayı islam'a yerleştiriyorlar: el kesme. İş faiz almaya gelince el kesme yok. Çünkü Faiz alan zenginler. Kur'an'ı kapitalistlerden öğrenmemelisiniz. Ama Kur’an’ı sadece onların okuyup yorumladıkları dönemler bitti. Artık biz de Kur’an’da ne var görebiliyoruz. Ve söyledikleri nice yalanı…

Tüm bu kanıtların ışığında Maide 38 şu şekilde çevrilebilir:
 

Erkek hırsızın ve kadın hırsızın gücünü, kuvvetini, yaptıklarına karşılık kesin. Bu Allah’ın öngördüğü bir caydırma yöntemidir. Zira Allah her işinde mükemmeldir, her hükmünde tam isabet sahibidir (MAİDE 38)

Burada şu soruyu sorabilirsiniz madem elleri kesmek mecaz niçin o şekilde çevirmedin? Aslında o şekilde çevrilmesi daha doğru ancak anlamı bin yıldır kirletildiği için. Kur’an’dan önce Müslümanlarla tanışmış biri bu ayetin fiziksel el kesmeden bahsettiğini sanacaktır. Bunu engellemek için yukarıdaki çeviri daha doğru geliyor.

Peki hırsızın eli kesilmeli diyen ve halen ikna olmayan kesimler için biraz daha delillere devam edelim. Ayetin devamında “Bu Allah’ın öngördüğü bir caydırma yöntemidir” deniliyor. Bin yıldır el kesme barbarlığı islam’ın içine sokulmuş ve uygulanmıştır. Ne hırsızlık bitti, ne de hırsız. Bu ne biçim caydırma ki işe yaramıyor. Ayrıca o da ne!! Ayet bağlamından koparılmış. Maide 38’den bir sonraki ayette bakalım din adamları neler saklamış?
 

Bu zulmü işledikten sonra kim tevbe eder ve kendini düzeltirse, elbet Allah’da onun tevbesini kabul eder; Zira Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır (MAİDE 39)

Evet, bu ayet her şeyi açıklıyor. Hırsızlık yapan kişi için tevbe kapısı açıktır. Tevbe eder ve kendini düzeltirse Allah onu affeder. Şu halde elini kestikten sonra tevbenin ne anlamı kalır? Bu yüzden diyorum ki hırsızın ellerini kesip bunu Allah emrediyor diyenler ölünce iftira attığınız varlığın yanına gideceğinizi unutmuşsunuz. Ama unutkanlığınızı diğer dünyada Allah giderecektir. Tesadüf müdür bilmiyorum ama Maide suresi 41. Ayette çok mükemmel bir ayrıntı var. Bu işi ilginç kılan bu detayın Maide 38’den iki ayet sonra gelmesidir. Ayette Yahudi din adamlarının yaptığı bir tavırdan bahsediyor nedir o tavır? “Onlar sözleri asıl bağlamından kopararak manalarını çarpıtırlar, Eğer size şu tür bir öğreti verilirse hemen alın; yok verilmezse sakın yaklaşmayın derler.” (MAİDE 41) Kesinlikle mükemmel bir detay ve Allah şu anki Müslüman din adamlarının yaptığını O zaman ki Yahudi din adamlarının üzerinden ifşa etmektedir. Çünkü o zaman Müslümanların din adamı makamları yoktu. Çoğu Müslüman bu ayetler bizden bahsetmiyor demekte ve bu ayetlerin kendisine hiçbir sunumu olmadığını iddia etmektedir. Sanki Allah masal olsun diye bunları anlatmış gibi davranmaktadır. Hâlbuki Yahudilerin yaptığı tavrın bizde de görüleceği uyarısı için yani ders almamız için bu ayetler gönderildi.

Kur’an’ın ve İslam’ın hırsızın elini kesin demediğine güçlü bir kanıtım daha var. Yusuf suresi 73, 74 ve 75 ayetleri. Firavunun kupası kayıptır ve Yusuf’un kardeşleri hırsızlıkla suçlanır. Aralarında şöyle bir konuşma geçer.
 

“Hayret vallahi” dediler, “Doğrusu ülkede bozgunculuk çıkarmak gibi bir amaçla (buraya) gelmediğimizi ve bizim hırsızlık yapan birileri olmadığımızı siz de biliyorsunuz” (73) “Evet ama, eğer yalan söylüyorsanız bunun cezası (size göre) nedir?” dediler. (74) “Onun cezası” dediler, “kimin yanında bulunursa, onun ona karşılık rehin alınmasıdır: biz bu (suçu işleyen) zalimleri işte böyle cezalandırırız!” (YUSUF 75)

Yukarıdaki olaylarda bir detay var. Bildiğiniz gibi Yusuf’un kardeşleri Yakup peygamberin oğullarıdır. Mısırlı yetkililer onlardan hırsızlığın cezasının sizin inancınıza göre nedir? Diye sorduğunda onlar yakup peygamberden öğrendiklerini ifade ettiler: Yani hırsızın cezası İslam peygamberi Yakup ve oğullarına göre “alıkoyulmadır”. Yakup İsrailoğullarının değil kendi devrindeki tüm Müslümanların peygamberidir. Dönemin Müslümanları ise İsrailoğullarıdır. Ve o dönemin hırsızlığın İslami hükmü “rehin tutulmadır” Allah o gün bile el kesme gibi barbarca bir hükmü uygulamamışsa ki o dönemler insanoğlu daha vahşi ve daha durdurulamazdı bugün bu hükmü ihdas ettiği fikri anlamsızdır. Peki rehin tutulma ne demek? İşte burada yorum devreye girer bazıları hapse atılmak şeklinde yorumlamış ki mantıklıdır. Ama daha mantıklı yorum şudur. Kişi rehin tutulur ve bedava çalıştırılır. Ta ki çaldığı eşyanın değerini ödeyecek kadar çalışır ve rehinlik biter. Bu mükemmel bir yorum ve çözümdür. Peki sen hırsızlığa karşı günümüzde ne önerirsin dediğinizde ben bu çözümü öneririm. Hırsız çaldığı değer kadar çalıştırılmalı ve rehinliğine daha sonra son verilmelidir. Çünkü hapse atmak çözüm değildir. 21.yy hukuk sisteminin işe yaramadığı açıktır. Hırsız çaldığı eşyanın değeri kadar çalıştırılarak emek bilinci kazandırılmalı ve bu şekilde topluma kazandırılmalıdır.

Bazı kadın ve erkek alimlerden şu yorumu duyuyorum. El kesmek'ten kasıt ele çizik atmaktır. Yani hırsızı damgalamak. Ancak bu doğru bir okuyuş değildir. Çünkü ilerde damgalanmış bu insan bir daha iş bulamaz, alay edilir, toplumdan dışlanır, elindeki o damgayı gören herkes ona cüzzamlı muamelesi yapar. Terkedilmişlik ve dışlanmışlık onu topluma kazandırmaz düşman eder. Bu bir çözüm olmadığı gibi sosyal ve psikolojik yaralara sebep olur. Ha eline çzik atıp işşaretledin ha kestin ikisi de aynı sonuca çıkar.

Son olarak bu yanlışa sebep olan mitolojik hadise yer verip yazımı sonlandırıyorum. Hadis Kütübi Sitte’de geçen 1603 numaralı hadistir. Bu kitap Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, Tirmizi ve İbn Mace’nin derlediği 6 hadis kitabından oluşur. Müslümanların çoğu bu mitoloji kitabını Kur’an’dan sonraki İslam’ın en büyük kaynağı olarak kabul ediyor. Ancak bu kitap ancak masallara kaynak olabilir islam’a değil.
 

Hz. Cabir (r.a) anlatıyor "Resulullah aleyhissalatu vesselam)'a bir hırsız getirilmişti.
"-Öldürün onu!" diye emretti. Kendisine:
"-Ey Allah’ın Resulü, bu adam sadece çaldı" denildi. Bunun üzerine
"-Öyleyse (elini) kesin!" dedi ve derhal eli kesildi. Sonra ayni adam ikinci sefer getirildi. Yine:
"-Öldürün onu!" diye emretti. Kendisine:
"-Ey Allah’ın Resulü, bu adam hırsızlık yaptı" dendi. Bunun üzerine
"-Öyleyse kesin!" dedi ve derhal (sol ayagi) kesildi. Sonra üçüncü sefer getirildi ve hırsızlık yaptığı söylendi. Hz. Peygamber:
"-Öldürün onu!" diye emretti. Kendisine:
"Ey Allah’ın Resulü, bu adam hırsızlık yaptı" denildi. Bunun üzerine :
"-(Sol elini) kesin!" diye emretti. Sonra ayni adamı dördüncü kere getirdiler.
"-Öldürün onu !" buyurdu. Kendisine:
"-Ey Allah’ın Resulü, bu adam hırsızlık yaptı" dediler. Bunun üzerine
"-(Sağ ayağını da) kesin!" diye emir buyurdu. Ayni adam besinci sefer getirildi. Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam):
"Öldürün onu" diye emretti. Hz. Cabir (radiyallahu anh) der ki: "Adamı götürüp öldürdük. Sonra sürüyerek götürüp bir kuyuya attık. Üzerini de tasla doldurduk."
Ebu Davud, Hudud 20, (4410); Nesai, Sarik 15, (890, 91)

Şimdi soruyorum bu peygamberimize iftira değil midir? Bir kere eli kesilen biri nasıl hırsızlık yapabilir, kaldı ki daha sonra ayakları da kesiliyor ama hırsızlığı neresiyle yaptıysa tekrar getiriliyor. Peygamber birinin suçunu bile dinlemeden öldürün onu diyen bir diktatör olarak lanse ediliyor. Yukarıdaki safsatadan başka bir şey değildir. Sonuç olarak ayet, hırsızın elini kesmeyi değil el ile suçun arasındaki bağlantıyı kesmemizi istiyor.

Zenginden çalarsanız bu bir suç olur, ancak fakirden çalarsanız bu bir suç değildir bunun adı kapitalizm'dir.

Yararlandığım Kaynaklar

  • Bayraktar Bayraklı
  • Sonia Cihangir
  • Hüseyin Kemal Gürger
  • Yazının yüzde doksanlık bölümü Gürkan Engin'den alınmıştır. Emeklerinden dolayı kendisine teşekkür ederim


 

Görüntülenme 3,165
Yayın 03 Mart 2018
güncellendi

Evet, toplumumuzda yanlış bilinen konulardan biri de dövme yaptırmanın günah olduğudur. Bu düşünceye insanları iten kaynak ise buhari ve müslim’de geçen dövme rivayetidir. Dinimizin tek kaynağı olan Kur’an’da bu konuyla alakalı herhangi bir ayet yoktur. Aşağıda aktaracağım rivayet ise asılsız olduğu gibi dini bir referans olmaktan uzaktır. Bu hadis, peygamberimiz adına uydurulmuş sözlerden biridir.
 

Abdullah ibni Ömer şöyle dedi:
“Rasulullah:
‘Allah, iğreti saç (peruk) takana da taktırana da, dövme yapan ve dövme yaptırmak isteyen kadınlara da Allah lanet etsin’ buyurdu.” (Buhari 594, Müslim 2124/119)

Yukarıdaki hadis adlı rivayetlerde diğer çoğu hadis gibi kadın düşmanlığına işi getirmiş vaziyettedir. Sürekli kadının aşağılandığı rivayetlerden biridir ve kesinlikle Hz. Muhammed’in ağzından çıkamayacak bir ifadedir. Dövme yaptırmanın abdesti bozacağı iddiaları ise mantıksızdır. Çünkü Kur’an abdesti bozan şeyler bellidir. Onlar: Sarhoş olmak, cünüp olmak ve tuvalet ihtiyacını gidermektir. Bundan fazlasını aramak Allah’a “sen dini kuralları eksik gönderdin” deyip Allah’a dinini öğretmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Kaldı ki dövme derinin altına işlemektedir. Yani derinin üstüne yapılmadığından temizliğe engel değildir. Derinin üstüne yapılsaydı bile dövmenin altında kalan bölge temiz kalacağından dövme yapılan bölgenin üstünün suyla yıkanması temizliğine engel teşkil etmezdi. Bu iddia şu açıdan da mantıksızdır. Kişi omzuna, boynuna, bacaklarına, karnına dövme yaptırabilir. Bunlar abdest ile temizlediğimiz bölgeler değildir.

Bir başka iddia da şu dur ki dövme yaptırmak sağlığa zararlıdır bu yüzden haramdır. Bu da yanlış bir iddiadır çünkü insanoğlu sağlına zarar veren birçok şey yapmaktadır. Bu o yaptığı şeyi haram kılmaz. Mesela un, şeker, aşırı yağlı yiyecekler, kola ve sigara insan sağlığına aşırı zarar vermektedir. İnsanlar bu yiyecek ve içecekleri kendilerine zarar veriyor diye haram ilan etmiyor ancak  olay dövmeye gelince işler renk değiştirmektedir. Bu çelişkili bir tavırdır. Velev ki hafif bir zararı olsun bu kişinin kendi kararıdır.

Gelelim son iddiaya ki bu en çocuksu iddiadır. Bu iddiaya göre Allah Kur’an’da Nisa suresi 119. Ayette şeytanın “onlara emredeceğim Allah’ın yaratışını değiştirecekler!” cümlesine binaen dövme yaptırmak Allah’ın yaratışını değiştirme eylemi olarak kabul edilmelidir:
Bu iddia komik bir iddiadır ve ayetin maksadını anlamamaktır. Ayetin mecaz olduğu ve fiziksel değişmeden bahsetmediği açıktır. Ayette geçen değişim fıtrat olarak yorumlanabileceği gibi mecaz olduğu için herhangi mutlak bir yoruma da izin vermemektedir. Burada da mantık hatası vardır. Erkekler ve kadınlar saçları uzadığında kesmektedir. Sakal traşı erkeklerin, ağda kadınların bir gerçeği. Tırnak uzadığında kesiyoruz. Eğer dövme Allah’ın yaratışını değiştirmekse bunları kesmek de yaratışı değiştirmek olacaktır. Kaldı ki bugün insanoğlunun tek bir hücreden evrim geçirerek oluştuğu bilimsel gerçeği var. Yani yaratışımız fiziksel olarak hep değiştiği ortadadır. Gidip sakallarına istediği şekli verip sonra gelip dövme Allah’ın yaratışını bozuyor naraları atmak çelişkili bir tavırdır. Allah bilmiyor muydu bizi dövmeli yaratmayı diyen zihinlere ise şu soruyu sormak istiyorum Allah bilmiyor muydu tırnağı sabit yaratmasını da sen kesip yaratışını değiştiriyorsun?

Kur’an açıktır. Haram uydurmak suçtur. İşte ayet:
 

Allah’a ortak koşanlar derler ki: Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız şirk koşmazdık; dahası (O’nun helallerinden) hiçbir şeyi haram kılamazdık. Onlardan öncekiler de hakikati işte bu mantıkla yalanladılar… (ENAM 148)

Sadece Enam 148 değil birçok ayette Allah kendi kendine haram üreten topluluğun mantığının müşrik mantığı olduğunu vurguluyor. Ben şahsen kendi vücuduma dövme yaptırmayı uygun bulmuyorum ancak kalkıp da ben bir şeyi sevmiyorum diye Allah'a iftira atıp haramdır diyecek değilim. Ben, kişilik olarak vücudumda bir şeklin olmasını sevmiyorum ve çıkarmakta zorlanacağım bir şeklin vücudumda bulunması beni psikolojik olarak rahatsız edecektir. Çabuk sıkılırım ve sıkıldığım şeye mahkum olmak beni rahatsız edeceği için dövme yaptırmamayı tercih ediyorum. Ancak başka insanlar bunu seviyor ve yaptırıyor. Bunda bir sakınca yok. Sonuç olarak, dövme yaptırmak veya yaptırmamak dini bir konu değil kişisel bir tercih meselesidir.
 

Görüntülenme 4,530
Yayın 10 Mart 2018
güncellendi

Bu konu da Müslümanlar arasında yanlış bilinmektedir. Çünkü Kur'an ölülere değil dirilere gelmiştir. Mezar başlarında ya da evde ölüye Kur'an okunması gerektiği bilgisi Kur'an'a ait bir bilgi değildir. Mantıken düşünüldüğünde de anlamsızdır. Çünkü bunu yapmayı Kur’an’dan öğrenmedik. Kur'an, içeriğinin anlaşılması ve uygulanması için gönderilmiştir. Ölülere okumanın hiçbir faydası yoktur. Kur'an'ı okuyarak sevabını ölülere gönderme âdeti İslamiyet’ten çok önceki öğretilere dayanır. Müslümanlara bu geleneğin Budist Türkler aracılığıyla geldiği sanılmaktadır ve bu konuda ciddi bilimsel çalışmalar mevcuttur. Budistler de kendi kutsal metinlerini okur hatta yazar ve bunun sevabını ölmüşlerinin ruhuna adarlardı.

Bir yanlış da ölülerin ruhlarına sürekli Fatiha göndermektir ki böyle bir uygulamada İslam'a ait değildir. Bu sonradan kültürleşmiş bir olgudur. Kimse kimseye günahını yükleyemeyeceği gibi kimse kimseye bonus puan sevap da gönderemez. Kaldı ki Kur'an'ı anlamadan okumak sevap değildir. Onu izlemek, uygulamak, anlamak sevaptır. Müslümanlar abaküs Müslümanlığından vazgeçmeli ve Kur'an'ı yeniden ölülerin alanından çıkarıp dirilerin mekânlarına sokmalıdır. Mehmet Okuyan’ın bu konuda söylediği sözler anlamamız açısından kafidir. Okuyan “Ölüye Kur’an okumak trafik kazasında ölmüş birine trafik kurallarını hatırlatmak gibidir” diyor ve ekliyor “ölülere Kur’an okumak, Kur’an okumamaktan kaynaklanan bir hurafedir” Haklı da. Kur’an’ın muhatabı kim sorusuna aşağıdaki ayet yeterli cevabı vermektedir.
 

Biz bunu, hem onu görenlere, hem de sonra geleceklere bir ibret ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara da bir öğüt kıldık. (BAKARA 66)


Bir başka garip tavırda Allah'tan bir şey istediğinde veyahut sınavlardan önce sürekli Kur'an okunmasıdır. Bu tavrı Kur'an'a saygısızlık olarak görmemem mümkün değil. Kur'an, Allah'tan zorda olunduğunda isteme aracı değildir. Bu tıpkı Alâeddin’in sıkıştığında sihirli lambası aracılığıyla köle cin'ini çağırması gibidir. Kur'an sihirli lamba değil Allah da kimsenin köle cin'i değildir.
 
 

Görüntülenme 2,052
Yayın 11 Mart 2018
güncellendi

Kur’an müziği ve kadın sesini haram kılmaz ancak rivayetler, uydurma hadisler ve İslam’ı baştan sona değiştiren mezhepler ve imamları sayesinde maalesef çoğu Müslüman bunun İslam’da yasak olduğunu zanneder. Dinin tek kaynağı Kur’an olan İslam dininde Allah böyle bir yasak bırakmamıştır. Unutmayın bir zamanlar Musevilerde İslamiyet’i temsil ediyordu İsevilerde. Fakat zamanla bunlar Allah’ın kurallarını o kadar tahrif ettiler ki İslam’ın bozulmuş birer mezhebi olarak dinleştiler. İsimleri Yahudilik ve Hristiyanlık oldu. Bugün aynı durum yine gerçekleşti ve Müslümanlar Hanefilik, Şafiilik, Hanbelilik, Caferilik, Sünnilik, Şialık, Vehhabilik, Malikilik vs. gibi İslam’ın bozulmuş formları olarak dinleştiler. Rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki Müslüman iddiasında bulunan çoğu insan mezheplerin yeni bir din olduğunu Yahudilik ve Hristiyanlık gibi İslamiyet’ten koptuğunu görememektedir.

Mezhepler ve taraftarları Allah’ın bırakmadığı yasakları bırakmaktalar. Hatta öyle ileri gittiler ki müzik sesinin zina ile içki ile eşdeğer olduğu yalanını bile dine ilave etti uydurma hadisler.
 

Ebu Amir ya da Ebu Malik el-Eş’ari (Radiyallahu Anh) şöyle dedi:
“Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
‘Ümmetim arasında fercleri, ipeği, şarabı ve çalgı aletlerini helal kabul edecek bir topluluk olacaktır. Ve birtakım kimseler bir âlemin yakınına konaklayacaklar. Kendilerine ait davarlarla yanına gidecek, bir ihtiyacı sebebiyle onlara varacak. Onlar ona:
−Bize yarın tekrar gel diyecekler. Yüce Allah geceleyin onlara hükmünü geçirecek ve âlemi koyacak, diğerlerini ise tanınmaz hale çevirerek kıyamet gününe kadar maymunlara ve domuzlara dönüştürecektir’ buyurdu.” (BUHARİ)
"Peygamber, köpek ticaretini ve şarkıcı kadının (Zemmâre) kazancını yasaklamıştır." (Beyhakî, Sünen, VI, 126; Beğavî, Şerhu's-Sünne, VIII, 22-23.)

Yukarıda peygambere atfedilen uydurma sözleri görüyorsunuz. Peygamber şarkıcı kadının kazancını kendi döneminde yasaklamış olsa bile bunun sebebi bunun haram olması değil -çünkü haramı Kur’an belirler- bunun sebebi devlet başkanı olarak peygamberimizin o dönem sömürülen kadın şarkıcıları patronlardan kurtarmak olabilir. Bu en iyi ihtimalle bir varsayım. Din varsayımlara bırakılamayacağı için bu tür zanna dayanan rivayet kültürünün değil Kur’an’ın peşinden gitmeliyiz. Bu tür Allah’ın bırakmadığı haramları bırakmak münafık üretmektedir. Çünkü müziğin haram olduğunu düşünen kesimler de müzik dinlemektedir.

Burada dikkat çekmek istediğim diğer konu kadın sesinin haram olup olmadığı ve kadının şarkı söyleyip söyleyemeyeceğidir. Kadın ile erkek arasında böyle bir ayrım Kur’an’da yani İslam’da yoktur. Her noktada kadını aşağılayan ve en alakasız konuda bile kadına bir yasak koymaya çalışan rivayet ve mezhep dinleri bu noktada da boş durmamış, cinsiyetçi beyinlerini devreye sokmuşlardır. Kadın sesi İslam’da haram değildir. Kadın sesi, kendini Allah gibi gören din adamlarına göre haramdır. İslam’ı bu şirk dinleri olan Sünnilik, Şialık, Hanefilik, Şafiilik, Vehhabilik, Malikilik vs. tümünden arındırmak dileğiyle.


 

Görüntülenme 19,236
Yayın 23 Mart 2018
güncellendi

İlk olarak kandillerin ne olduğunu tanıtarak yazıma başlamak istiyorum.
 

Mevlid Kandili: Peygamberimiz, Hz.Muhammed’in doğduğu gece olduğuna inanılır. Kutlu Doğum haftası buna istinaden ortaya çıkmıştır.
Regaib Kandili: Peygamberimizin annesi Hz. Amine’nin Peygamberimize hamile olduğunu anladığı gecedir.
Mirac Kandili: Peygamberimizin, bir gece vakti Kudüs’e gidişi oradan da göğün en tepesine çıkarak farklı âlemlere seyahat ettiği gecedir.
Berat Kandili: Kur’an-ı Kerim’in dünya semasına indirildiği, kulların bir senelik hayatlarının gözden geçirildiği, Müslümanların ilahi af ve mağfirete nail olduğu gecedir.
Kadir Gecesi: Kur’an-ı Kerim’in Peygamberimize indirilmeye başladığı gecedir

Şimdi Müslümanların çoğunluğunun inandığı şekliyle kandiller yukarıdaki anlamları karşılar. Peki, Hz. Muhammed Döneminde Kutlanır Mıydı bu geceler? Bunun cevabı da çok açıktır. Ne Hz. Muhammed döneminde ne sahabe döneminde ne de tabiin döneminde kutlanmıştır. Kandiller Peygamberimizden çok sonra İslam’a enjekte edilmiş adetlerdir. Bu geceler anlamını Allah’tan değil toplumdan alırlar. Aslına bakılırsa bu adetlerin kaynağının şu sebepten olduğuna inanıyorum. Bu geceler mantığını nafile ibadet ve bu sayede arınma fikrinden alır. Yani tasavvuf. İslam coğrafyası büyüdükçe Hindistan dinleri akın akın İslam’ın içine züht, ibadet, tasavvuf şeklinde sızmıştır. Bu gecelerin arka planında ise arınma yatar. Bir yıl boyunca günaha meyletmiş toplum bir arınma gecesi düzenleyecek ve günahlarından arınacaktı.

Bu geceleri  sözde İslam devletleri ise destekledi. Çünkü Halkın arınma ihtiyacını gördüler ve bunu kullanmak istediler. Papa gibi günah affeden birileri İslam’da yoktu. Ancak kurnaz bir hamle ile papalık görevini bu gecelere yüklediler. Toplumun günahlarını silecek fikir bulunmuştu. Peki, bu o dönem devletlerinin ne işine yaradı? Elbette halkı nafile ibadetlere, tasavvufa, züht fikrine, sadece diğer dünyaya çalışmaya ikna etmek işlerine gelecekti. Böylece haksızlıklara, zulümlere sessiz kalan işi gücü diğer dünya olan fikri uyuşturulmuş bir toplum oluşacaktı.

Şimdi bu kandillerin gerçek anlamlarını ve tarihi çıkış noktalarını görüp nasıl İslam’a aykırı etkinliklere dönüştüğünü görelim. Mevlid kandili ile başlayalım. Tüm kaynaklar kandillerin ortaya çıkışı hakkında ittifak halinde değildir. Fakat tüm bu uzlaşmaz tarihler birleştirildiğinde kandil gecelerinin peygamberimizden yaklaşık 400-600 yıl sonra ortaya çıktığını biliyoruz. Bu konuda her din adamı ittifak halindedir. İlk olarak Mısır’da şii mezhebinin radikal bir koluna mensup Fatımi devletinde ortaya çıkmıştır. Tarihler 12.yy sonu 13.yy başlarını göstermektedir. Peki, niçin Fatımilerde böyle bir adet ortaya çıktı? Bildiğiniz gibi Mısır her zaman Hristiyan nüfusun yoğun olduğu bir devletti. Bugün bile Hristiyanlığın Kıpti mezhebine mensup Hristiyanlar Mısır’da yoğundur. Şimdilik en mantıklı izahı şu: Hristiyanlar İsa peygamberin doğum gününü yılbaşı olarak kutluyorlardı ve bu durum Fatımi Müslümanlarını derinden etkiledi. Belki de bu noktada o devletteki Müslümanlar Hristiyanları kıskandı. “Nasıl onlar peygamberine doğum günü kutlar da biz bundan beri kalırız“ diye. İşte mevlid kandili denilen gece bu şekilde ortaya çıktığı tahmin ediliyor.

Mevlid kandilinin ilk olarak kutlanış biçiminde olması Kudüs’te olmuştur. Büyük Selçuklu devletinin zayıflamasının ardından. Sünni mezhebinden olan Kürtler Erbil atabeyliğini kurdu. Akabinde Sünni mezhebine bağlı Müslüman Kürtler mevlid geleneğini şii mezhebine ait Müslümanlardan alarak sünni dünyasına taşıdılar. Erbil atabeyliğindeki Müslüman Kürtler mevlid şiiri yazarak bu işi bir adım öteye taşıdılar. Hemen akabinde sünni mezhebinden olan Müslüman Türklere bu gelenek sıçradı. Süleyman Çelebi’nin mevlid şiiri ise bu işi en uç noktaya taşıdı. Artık mevlid dini bir gece olarak İslam’a girmiş, mevlid şiiri ise Kur’an’a paralel bir dini metin olarak kabul görmüştür.

Mevlid veya diğer kandillerin kutlanmasında ne sakınca var?

Yukarıdaki soruyu birçokları soruyor. Elbette ki peygamberimizin doğum gününü kutlamakta bir zarar yok. Sonuçta toplumsal kutlamalar, şenlikler toplumu rahatlatan etkinliklerdir. Ancak ne zaman ki mevlid diye bir şiiri dini bir metin gibi kabul eder, camilerde Kur’an yerine mevlid şiiri okutur, bu kandilleri Allah’ın emriymiş gibi dini bir vecibe kabul ederseniz, bu kutlamayı arınma gecesine dönüştürür ve tüm günahlarınızın bir gecede silineceğine inanırsanız işte sorun başlar. Bu gecelerde nafile ibadetler yapılır ve şu unutulmamalıdır ki hiçbir nafile ibadet farz ibadetler gibi değildir. Allah günlük şu kadar vakit namaz kılın diyorsa ve siz buna riayet etmeyip yılın bir günü Allah’ın istemediği namazı 1000 rekat kılsanız bile bir anlam taşıyacağını sanmıyorum. Çünkü aslolan Allah’ın istediği vakitte istediği gibi ibadet etmektir.

Son olarak Süleyman Çelebi’nin Mevlid şiirinin içeriğinden bir kesit sunayım sizlere:
 

Merhaba, ey âl-i sultan merhaba!
Merhaba, ey kân-i irfan merhaba!

Merhaba, ey sırr-ı furkan merhaba!
Merhaba, ey derde derman merhaba!

Merhaba, ey rahmeten lil-âlemin!
Merhaba, sensin şefial müznibin!

Bütün dertlilerin dermanı sensin,
Cümle âlemlerin sultanı sensin.

Çünkü nurun ruşen etti âlemi,
Gül cemalin gülşen etti âlemi.

Yukarıdaki Mısralar şirk doludur. Kur’an derde dermanın Allah olduğunu söylerken mevlid bunun Hz. Muhammed olduğunu iddia eder. Hatta aşağıdaki mısralar her şeyi daha da açıklar.
 

Gel habibim sana aşık olmuşam
Cümle alem sana bende kılmışam

Yukarıdaki mısralar Kur’an’ı bilen her Müslüman için yüz kızartıcı olmalıdır. Çünkü Şirkin zirvesidir. Allah Hz. Muhammed’e yani kendi kuluna âşık olmuş. Bu ne kadar sapkın bir inanç. İkinci mısra da kabul edilemez. Bende kul demektir. Cümle âlem hepimiz Muhammed peygamberin kulu olarak Allah tarafından tayin edilmişiz. Hâlbuki Allah Kur’an’da Muhammed dâhil herkesin kendi kulu olduğunu söylüyor. Kelimeyi şehadette bile biz Muhammed Allah'ın kuludur deriz. Tıpkı bizim gibi. Kur’an’a hakaret dolu bu şiir dini bir metin gibi camilerimizde okutuluyor. Bu şirk dolu metinlerin camide okutulması ayrı bir fecaattir.

Bazıları Mevlid Kandili’nin gerekçesi olarak peygamber sevgisini gösterirler. Bu açıklama daha vahimdir. Çünkü bu şu demek Hz. Muhammed diğer peygamberlerden üstündür. Halbuki Kur’an peygamberler arasında fark gözetmememizi iki ayette net bir şekilde vurguluyor. Madem peygamber sevgisi var niçin diğer peygamberlerin mevlidi yani doğum günü kutlanmıyor? Kaldı ki hiç kimse Hz. Muhammed’in net doğum gününü de bilmiyor.

Gelelim Regaib Kandiline. Bu kandilin ise hiçbir dayanağı yoktur. Tamamen uydurma bir gece olduğu için ele almaya bile değmez. Aslına bakarsanız bu gecelerin kandil adı altında anılmaya başlama serüveni çok eski değildir. Bu geceler, Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu II. Selim döneminde ilk defa kandiller eşliğinde kutlandığı için kandil geceleri adını alıyor.

Mirac Kandili: Peygamberimizin, bir gece vakti Kudüs’e gidişi oradan da göğün en tepesine çıkarak farklı âlemlere seyahat ettiği gece olduğu iddia ediliyor. Bu da temeli sağlam olmayan bir iddiadır. Peygamberin bir gece kudüse gittiği sonra Allah’ın katına çıktığı olay tamamen rivayetlere dayalı bir mitolojik efsanedir. O zamanlar bilim gelişmemiş, insan aklı bugün ki gibi sorgulayıcı ve kritik edebilen olgunluğa erişmemişti. Bir kere Allah her hangi bir gök katında değildir. Allah’ın bir gök apartmanın en son katında olduğu düşüncesi bilimin gelişmediği o dönemlerin çocuksu kafalarının uydurabildiği bir efsanedir. Bugün bilim bize mekânın big bang ile başladığını Allah’ın bir mekân içine hapsedilemeyeceğini gösterdi. Ama o dönemlerde Olimpos dağının eteklerinde yaşayan Zeus gibi bir Tanrı anlayışı olduğu için ancak böyle bir hikâye ortaya çıktı. Miraç olayı zerdüştlük, Yahudilik ve Hristiyanlıktaki göğe yükseliş motiflerinin İslam'a uyarlanmasından başka bir şey değildir.
 
Berat Kandili: Kur’an-ı Kerim’in dünya semasına indirildiği, kulların bir senelik hayatlarının gözden geçirildiği, Müslümanların ilahi af ve mağfirete nail olduğu gece olduğu iddiasındadır. Bu Kandil de hiçbir anlamı olmayan Kur’an ile çelişen bir iddiası vardır. “kulların bir senelik hayatlarının gözden geçirildiği” ifadesi son derece önemlidir. Allah’ın bir nüfus müdürü gibi tahayyül etmenin sonucudur hatta belki bir muhasebeci. Bu saçma iddia da 1000 yıl önceki toplumda yaşayan insanlar için normaldir. Sonuçta Allah’ın kudretini pek anlayacak bilgileri yoktu. Bilim bugün ki kadar gelişmemişti. Allah’ın senelik kayıt tutan ve kime neler olacağını planladığı bir Devlet Planlama Teşkilatı olarak düşünmeleri çocuksu olsa bile o dönem için normal karşılıyorum. Çünkü o gün ki insanlar da bugün ki insanlar gibi Kur’an okumuyor bu yüzden de içeriğinden haberdar olamıyordu. Kur’an’ın Allah’ını öğrenme fırsatları olamadı. İlahi af ve mağfiret bir geceye sığdırılamaz. Allah işlerini bir geceye sıkıştıran tembel öğrenci değildir. Kaldı ki zamanın Allah için bir önemi yoktur. Zaman bu evren içinde geçerli bir olgudur. Allah için gece ve gündüz diye bir tabir olamaz.

Kadir Gecesi: Kur’an-ı Kerim’in Peygamberimize indirilmeye başlandığı gecedir. İşte tek doğru iddia ancak yanlış çıkarımlar. Gerçekten de bu gece Kur’an’da geçer. Kur’an kadir gecesi denilen gece inmiştir. Ancak Kur’an bu gecenin tarihini vermez. Çünkü aslında bu gece Kur’an’da soyut anlamlıdır. Kadir gecesi peygamberin aydınlandığı gecedir. Biz ne zaman Kur’an ile aydınlanırsak bizim kadir gecemiz odur. Mustafa İslamoğlu’nun güzel bir sözü var: “Kur’an’ın size indiği gece kadir gecesidir” gerçekten de olayın özü budur.Her insanın Kadir Gecesi farklıdır. Fiziki anlamda bir geceden bahsetmez Kur’an. "Nereden biliyorsun soyut olduğunu" diyenlere de biraz daha açıklayalım. Bu noktada aklımızı kullanmamız yeterlidir. Türkiye’de Kadir gecesi şu gecedir deniliyor ve tarih veriliyor ancak Amerika’da aynı vakit gündüzdür. Japonya’da ise sabahtır vs. gibi örnekler çoğaltılabilir. Yani tüm dünyada aynı anda gece yok ki. Ancak bunun fiziki bir gece olduğunu iddia edip kutlama yaptıkları zaman Amerika’dan haberleri yoktu Müslümanların. Ya da Asya’nın kuzeyinden. Kur’an’ın evrensel olduğunu iddia ediyor ama çıkardıkları dini icatlar yüzünden Kur’an’ın evrenselliği sekteye uğruyordu. Dine yapılan bu zamlar yüzünden İslam Allah’ın dini profilinden uzaklaştıkça uzaklaştı. Çünkü Allah’ın Amerika kıtasından haberi vardı ve aynı anda her yerde gece olmadığını bildiği halde bir tarih verip bu geceyi kutlayın demezdi. Demedi de. Taki Müslümanlar Allah’ın dinine müdahale edinceye kadar.

Ayrıca düşünsenize Hicri takvime göre bugün ki Cuma gününün aynısına denk gelmek için 330 yıl geçmeli. Eğer kadir gecesi fiziki bir gece ise aynı gece 330 yılda bir gelir. Müslümanlar neye istinaden her yıl Kadir gecesini kutluyor? Elbette bunlara da anlamı boş açıklamaları vardır. Yok bu bir sembol falan vs. Eee madem sembol sen de fiziki bir gecenin kast edilmediğinin farkındasın niçin İslam’ı her geceye ve güne yaymak varken onu sınırlı gecelere mahkum ediyorsun?

Kandiller Kur’an’ı ve İslam’ı tüm yılın birkaç gecesine hapsetmekten başka bir anlamı yoktur. Tek karlı çıkanı ise GSM şirketleridir. Dinde arınma gecesi peyda etmenin anlamı yoktur. Hesap Günü tüm hesaplar görülecek af varsa orada ilan edilecek. Kur’an’ı tüm gecelerinize indirin aksi halde Kur’an’ı yılda bir iki kutsal gece ilan edip o gecelere mahkûm etmeniz Kur’an’ı diğer gecelerden uzaklaştırmanın sinsi bir yoludur.
 

Görüntülenme 4,024
Yayın 07 Nisan 2018
güncellendi

Bu soru çok da konuşulmasına ihtiyaç olan bir konu olmadığı kesin. Ancak erkek cinsiyetçiliğinin Kur’an’a ve İslam’a giydirilmesini İslam’a karşı büyük bir haksızlık olarak görüyorum. Kur’an kadın peygamberlerin olup olmadığı konusunda sessiz kalmıştır. Ya gerekli görmediğinden ya da bu konuda cinsiyetçi yaklaşıp yaklaşmayacağımızı imtihan etmek istediğinden bilemiyorum. Ancak ben bu konuya değinme ihtiyacı duydum. Çünkü Nahl suresi 43. ayette geçen bir kavram yanlış çevrilmekte ve sanki Kur’an sadece erkek peygamberlerin geldiğini iddia etmekte gibi bir algı oluşturuluyor. Ancak ayet yanlış çevrilmektedir. Ayetin yanlış çevirisi verdikten sonra yanlış anlam verilen kavramın üzerinde duracak sonra üzerinde operasyon yapılmamış çeviriyi vereceğim.
 

Biz senden evvel kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden (Ricâlen) başka (peygamberler) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun. (ALİ BULAÇ MEALİ – NAHL 43)

Arapça bilen herkesin bildiği gibi arapçada kelimeler üç harfli kombinasyonlar şeklinde türer. Burada erkekler diye çevrilen “Ricâlen” kavramının kökü de “rcl”nin kombinasyonlarıdır. Bu kök bizim araştırmamız gereken kısımdır. Kur’an’da başka yerde de kullanılan bu kavram erkekler şeklinde çevrilmemiştir. Bu şekilde anlaşılmasının sebebini de vereceğim. Ondan önce bu kavram Kur’an’da başka nerede ve hangi anlamda kullanılmış görelim.
 

Ve onlardan gücünün yettiklerini sesinle yoldan çıkar; atlarını ve adamlarını (Recilike) sal üzerlerine (HAYAT KİTABI KURAN MEALİ- İSRA 64)
Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat; atlıların ve yayalarınla (Recilike) onların üzerine yaygarayı bas; (SÜLEYMAN ATEŞ MEALİ- İSRA 64)
Gücünün yettiklerini sesinle ayartıp siperlerinden çıkar, atlılarını ve piyadelerini (Recilike)  nara attırarak, üzerlerine çullandır… (FİZİLAL-İL KURAN MEALİ- İSRA 64)

Yukarıda verdiğim İsra 64’te Allah’ın iblise insanlarla mücadelesinde ne yaparsan yap izin vereceğim dediği birkaç ayetlik bölümün bir kesitini verdim. Amaç “Ricâlen” kavramının anlamını Kur’an’dan bulmak. Kur’an’ın ayetlerini Kur’an ile tefsir ettiğimizde yukarıdaki anlamlar ortaya çıktı. Gördüğünüz gibi hiç kimse “Recilike” kavramını erkekler olarak çevirmemiştir. Mustafa İslamoğlu “adamlarını” şeklinde çevirirken bazıları “yayalar” bazıları “piyade” şeklinde çevirmiştir. Çünkü “Rcl” kökünün anlamlarından bazıları bunlardır. Bunlardan başka hangi anlamlarda kullanılmıştır derseniz Kur’an’da kullanıldığı diğer anlamlardan biri de “ayak”tır. Maide 6 ‘da, Maide 66, Maide 13, A’raf 195, Sad 42 ve Nur 24’te ayak anlamında kullanılmıştır.

Asıl çarpıcı olan ise Nur 45’tir. Buradaki anlamı ise “iki ayak üzerinde yürüyen canlı” anlamında kullanılmıştır. Bu canlının cinsiyeti erkek ya da kadın değildir. Her ikisini kapsadığı gibi erkek ve kadını da aşan bir anlamı vardır ki ben Nahl 43’te “Ricâlen” kelimesinin anlam karşılığı olarak bunun seçilmesinden yanayım. Çünkü Kur’an evrenseldir. Allah bir kavramı seçtiyse onu bilinçli olarak seçmiştir. Allah belki de iki ayak üzerinde yürüyen canlı diyerek çok daha derin bir hakikate dikkat çekmiş olabilir. Ama zihnimiz peygamberlerin erkek ya da kadın olmasına o kadar odaklanmış ki ayetin demek istediğini anlamaktan çok anladığımızı Kur’an’ın demek istediği olarak kabul ediyoruz. Bu Kur’an indiğinden beri böyle. Homo sapiens olan bizler geliştik. Artık Kur’an’ı bütüncül okumayı öğrenmeliyiz. Allah burada “Ricâlen” kelimesini kullandıysa yani erkek ya da kadın demediyse bunu bilinçli olarak kullanmıştır ve biz bunu kabul etmeliyiz. Zoraki anlamlar verdiğimiz için Kur’an'ın anlamı bin yıldır daha da  karıştı. Anlamadığımız ayetlerde biz burada niçin bu kavramın kullanıldığını anlamadık demek kadar insani bir durum var mı? Ancak hayır! Biz bir şeyi anlamamış olabilir miyiz? Anlamadığımızı kabul etmeyince o kavramı anladığımız kalıplara sığdırarak Kur’an’a zarar verdik. Bundan vazgeçmeliyiz.
 

Yine her tür canlıyı sudan yaratan da Allah’tır: son tahlilde onlardan kimi karnı üzerinde sürünmektedir; kimi iki ayağı (RİCLEYN), kimi de dört ayağı üzerinde yürümektedir. Allah dilediğini yaratır; şundan emin olun ki, Allah her şeye güç yetirendir. (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ – NUR 45)

Görüldüğü gibi “Ricâlen” kavramının bir anlamı da “iki ayak üzerinde yürüyen canlı”dır. Dikkat ederseniz erkek ya da kadın denmiyor. İşin cinsiyet boyutu yoktur. Ancak Allah’a kadın peygamber yakıştıramayan cinsiyetçi erkekler “Ricâlen” kavramına diğer ayetlerde erkek manasını vermemelerine rağmen bu ayete anlamsız bir şekilde yamamak istemişlerdir. Bu Kur’an yorumcularının Kur’an’ı kendi dar zihinlerinde nasıl yorumladıklarını gözler önüne sermektedir. Ayete kadın peygamber olmaz önyargısı ile yaklaştıkları için kavramı mükemmel bir zorlamaya tabi tutuyorlar ve Kur’an’a zihinlerindekini söyletiyorlar. Her neyse ayetin daha oynanmamış meali şu şekilde olacaktır:
 

(Ey Peygamber) Biz senden evvel kendilerine vahyettiğimiz de iki ayağı üzerinde yürüyen canlıdan başkası değildi. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun. (NAHL 43)

Peki, Kadın peygamber var mı, yok mu?

Bu soruya da cevap vereceğim ancak öncelikle Nahl 43’ün devamına bakalım.
“Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun” Burada peygamberler konusunda bilgimiz yoksa zikir ehline sormamız isteniyor. Kimdir zikir ehli? Bu soruya iki farklı cevap veriliyor. İlki bunların Kitap ehli yani Hristiyan ve Yahudiler olduğu görüşüdür. İkincisi ise Zikir ehlinin uzmanlar, ilim sahipleri olduğudur. Ben zikir ehlinin uzmanlar, ilim sahibi bilim adamları olduğunu düşünenlerdenim. Eğer burada kast edilen ilim sahibi uzmanlar ise arkeologlar, tarihçiler vs. kast ediliyordur. Yani bu işi tarihçilere, bilim adamlarına sorun denmektedir. Sanırım bilimin bu noktada gelişmesini bekleyeceğiz. Kadın peygamberin olup olmadığını yazan tabletler, bilimsel bulguları gözlemekten başka seçeneğimiz yok gibi. Ancak Zikir ehli ifadesinden eğer kast edilen gerçekten de kitap ehli ise o zaman bu konuda İncil ve Tevrata bakmamız gerekecek. Tekrar yenileyeyim. Zikir ehlinden kastın kitap ehli olduğunu düşünmüyorum. Dinin tek kaynağı Kur’an’dır. İncil ve Tevrat bu noktada kaynak kabul edilemez. Ancak zikir ehli ifadesini ehli kitap kabul edenlere aşağıdaki Tevrat ve İncil ayetlerini vermek isterim.
 

O sırada İsrail’de, lappidot’un karısı Debora peygamber hakimlik yapıyordu. (TEVRAT – HAKİMLER 4:4)

“…Şallumun karısı Hulda peygambere gittiler” (2.TARİHLER 34:22)

Aşer kabilesinden Fanuel’in kızı Anna adında bir kadın peygamber vardı (İNCİL – LUKA 2:36)

Gördüğünüz gibi İncil ve Tevrat kadın peygamberlerden bahsediyor. 1400 yıldır hiçbir Müslüman bunu iddia etmedi. Bir siz mi fark ettiniz? diyenleriniz olacak. Çünkü kadınlara peygamberlik yakıştırmak istemeyen, tüm zihni taassuba bulanmış insanlar var. Ancak onlar da yanıldılar. Çünkü yaklaşık 1000 küsür yıl önce yaşamış İbn Kesir Nahl 43 erkekler diye çevirmemiş, “Ricâlen” kavramını adam, insan, birey şeklinde yorumlamış. Onun dışında Şafiilerin İmamı Eşari – Eşarilik mezhebinin kurucusu- Meryem’i, Havva’yı, İbrahim’in eşi Sara’yı, Hacer’i ve Firavun’un eşi Asiye’nin kadın peygamber olduğuna inandığını ifade etmiştir. Buna da delili biz Meryem’e vahyettik formundaki ayetlerdir. Ayrıca ilginç bir bilgi vereyim. Peygamberimizin vefatından sonra sahte kadın peygamberler ortaya çıkıyor ve hiçkimse kadın peygamber olamaz deyip reddetmiyor. Onları kadın olmakla değil yalancı olmakla suçluyorlar. Hatta binlerce kişi de bunlara iman ediyor. Bu da Hz. Muhammed ve dört halife döneminde kadından peygamber olmaz algısının olmadığını gösteriyor.

Peki, bugün radikal bir şekilde savunulan kadından peygamber olmaz düşüncesinin temelinde kimin görüşü yatar? Bu görüşün de temelinde Hanefililerin itikad imamı olan ve aynı zamanda Maturidilik mezhebinin kurucusu İmam Maturidi yatar. Maturidi’ye göre kadın peygamber olamaz. Ancak Müslümanlar şunu karıştırmaktadır ki bu, Maturidi’nin kişisel görüşüdür. Hiçbir İslam bilginin kişisel görüşü mutlaklaştırılamaz. Bu dinin sahibi, âlimler değil Allah’tır. Maturidi’nin kişisel görüşüne saygılıyız ancak kabul etmemiz de pek mümkün değildir. Sadece Maturidi değil bugün İslam dünyasından kopmuş Sunnilik, Şialık, Vahhabilik ve nice mezhepler var. Bunların sözde vaaz verenlerini dinlediğimde çok üzülüyorum. Çünkü bu adamların söylediği sözler İslam’ın gerçekleri imiş gibi algı oluşturuyorlar. Kendilerince niçin kadın peygamber olamazı açıklamaya çalışırken şu sebepleri sıralıyorlar:
 

1.   Peygamberlik ağır ve güç bir vazifedir. Kadın ise narin olduğundan bu işlerin üstesinden gelemez.


Bu iddia oldukça yanlıştır. Tarihte erkeklerle savaşmış Amazon denilen kadınlar olduğunu biliyoruz, Rusya’da Bolşevik ihtilalini başlatan Petersburg’daki kadın işçilerdi, Osmanlı’nın 93 Harbinde Nene Hatun, Kurtuluş Savaşı yıllarında ise Binbaşı Ayşe, Habibe Hanım, Küçük Nezahat ve nice kadın çoğu erkeğin yapamadığını yapmıştır. Yukarıdaki sebep olarak sundukları şey aslında kafalarındaki "kadın hiçbir şey başaramaz" profilidir.
 

2.   Peygamberlik sabır gerektiren bir iştir. Bu yüzden kadınlara göre değildir.


Bu da kadınlara başka iftiralarıdır. Yüzbinlerce yıldır evin cefasını, kocasının cefasını, çocuğunun cefasını kadın çekmiştir. Sabır noktasında erkekler kadınların yanından bile geçemez. Bu iddia da kendini kadından her açıdan üstün gören cinsiyetçi kafaların ürünüdür.
 

3.   Özel günlerinden dolayı ayın 10 günü peygamberlik görevini yapamazlar. Biyolojik yapıları buna müsaade etmez.


Bu iddianın temelinde Yahudilik inancı mevcut. Çünkü Yahudiler hayızlı kadına hastalıklı bir hayvan muamelesi yapar. O dönemde kadının ibadet etmesine izin verilmez, kadın ile aynı sofrada yemek yenilmez vs. Bu hastalıklı inanış nasıl olduysa Müslümanların zihinlerine de bulaştı. Hâlbuki Kur’an’a göre kadının hayızlı olması namaz kılmasına engel değildir. İbadet etmesine engel değildir. Kadının adet döneminde olması onun peygamberlik yapmasına engel değildir. Bugün savaş uçaklarını kullanan kadın pilotlar hayızlı olunca 10 gün dinleniyor mu? Ya da Yolcu uçağını kullanan kadın pilotlar, 10 gün seferlerine ara mı veriyor? Bu iddia baştan sona mesnetsizdir. Anlayacağınız bunlar sebep değildir, sebep bulamayınca sebep uyduruyorlar.

4.   Kadın peygamber evlenipte hamile kalırsa 7. adan sonra peygamberlik görevini yapamaz.

Bu iddialarına cevap vermeyi dahi kendime hakaret sayacağımdan cevaplamayacağım. Zihni henüz 0-5 yaş arası olan kafalardan daha fazla mantık beklemek hata olurdu.

5.   Kadın peygamberlere ümmetindeki erkekler şehevi nazarla bakabilirler. Bu sebeple kadından peygamber olmaz.

İşin en acı noktası bu iddiada bulunanın bir kadın olması. Gerçekten kadınların kendilerini aşağılamasını anlayamıyorum. Binlerce yıldır erkekler kadınlara siz işe yaramazsınız demişler ve bu iddiayı yapanın bir kadın olduğunu görünce şunu anlıyorum: kadınları ikna etmişler. Allah akıl versin bu tür kadınlara. Yani olayın saçma tarafı bir kadının peygamberliği kendi cinsine yakıştıramaması. Allah kadın peygamber gönderse ümmetindeki erkeklerin kafalarının cinselliğe kayacağı iddiası son derece mantıksızdır. Aynı şey erkek peygamberler için geçerli değil mi? Hz. Yusuf olayı nedir? Yusuf peygamberle cinsel ilişkiye girmek için züleyhanın yaptıklarını ne çabuk unutuyorlar. Ya Hz. Muhammed ile evlenmek isteyen  kadınlar ?. Hem peygamber olmasından hem lider olmasından, hem güçlü olmasından etkilenen nice kadın peygamberimizle evlenmek istemedi mi? Demek ki sadece ona peygamber gözüyle bakmıyor aynı zamanda bir koca adayı nazarıyla bakıyorlardı. Erkek peygambere bu nazarla bakıldığını bilmenize rağmen erkekten peygamber olmaz demiyorsunuz ama iş kadın olunca her türlü ipe sapa gelmez ihtimaller ortaya çıkıyor.

6.   Kadınların erkeklere tebliğ yapması uygun değildir. Sebebi de Nur 30’dur.

Bu iddia ise şu an yüzbinlerce insana vaaz veren Dr. Zakir Naik’in iddiasıdır. Kendisi Nur 30’da geçen “Mü’min erkeklere söyle; gözlerini (yasak) olandan sakınsınlar” ayetini delil göstererek Mü’min kadın konuşma yaparsa erkeklerin bakışlarını yere doğrultması gerektiğini söylüyor. Zakir Naik sözde İslam’ı tebliğ ettiğini sanan ancak tüm dünyada Sünnilik dinini tebliğ eden bir vaizdir. İşin ilginci ona bu soruyu soran bir kadındı. Niçin Zakir o kadına baktı o zaman? Ya da her düzenli vaazına katılan onbinlerce kadının da katıldığı konuşmalarında hiç mi salondaki kadınlara bakmıyor. Bunlar kendi görüşlerinde bile samimi değildir ve açıkça Allah adına yalan söylüyorlar. Nur 31’de “Mü’min kadınlara da söyle, bakışlarını (yasak) olandan sakındırsınlar” ayeti var. Şu halde bu adamın mantığına göre bir erkek de kadınların olduğu ortamda tebliğ yapamaz. Ancak o da ne! Nur 31’i de veren Zakir Naik kendince mükemmel bilimsel bir açıklama yapıyor ve diyor ki: “Ama bugün bilimsel araştırmalara göre bir erkek bir hanıma baktığı zaman daha fazla etkilenir kadına kıyasla…” Yani anlayacağız 5 yaşındaki çocuğun bile inanmayacağı bir açıklamayı yapıyor ve salondaki herkes ikna oluyor. Bu bilimsel araştırma kimlerce yapıldı, kaynak nedir diye sormadıkları gibi ne alaka diyen de çıkmıyor. Kadın daha az etkilendiği için kendisinin vaaz vermesinde sorun yokmuş. Kadının daha az etkilenmediğine binlerce örnek sayılabilir de konumuz bu değil. Asıl üzücü olan bu gibi din adamlarının sözleri İslam sanılıyor, Kur’an sanılıyor olması ve insanların akın akın İslam’dan nefret etmesi. Çünkü herkes o salondaki insanlar gibi bu saçmalıklara alkış tutamaz. Düşünen aklını kullanan biri bu din adamlarını alkışlamaz olsa olsa düşüncelerinden tiksinir.

Ben kadın peygamber kesin var ya da kesin yoktur diyemeyeceğimizi savunuyorum. Bu konu arkeolojik bulgulara, tarih bilimine bırakılmalıdır. Çünkü Kur'an bu konuda sessiz kalmıştır. Geriye güvenilir ikinci bilgi kaynağımız olan bilim kalıyor. Kesin bilgimizin olmadığı konularda kesin budur deyip radikalleşilmemeli. Benim kişisel kanaatim kadın peygamber olduğu yönündedir ama dediğim gibi bu konuda net ve kesin konuşmanın bizi gerçeklerden uzaklaştıracağı kesindir. Amaç gerçeği öğrenmek olmalıdır ama ne yazık ki insanların amacı kendi gerçeğini başkalarına dayatmak şeklinde zuhur ediyor.
 

Görüntülenme 1,463
Yayın 22 Nisan 2018
güncellendi

Bu soru internette baya araştırılan bir konu olduğu için cevap vermek istedim. İslam yeni doğan çocuklara verilecek isimlere karışmaz. Bu konuya inancımız müdahale etmemiştir. Ama her konuda olduğu gibi Sünni ve Şii din adamları bu konuyu da bulandırmış ve çocuk isimlerini de kendi kalıplarına göre belirlemişlerdir. Arap isimlerini sanki dinimiz emrediyormuş gibi getirip inanç ve iman boyutuna taşımışlardır. Müslüman bir anne baba bu anlamsız tartışmalara kulak vermemeli çocuklarına istedikleri dilde istedikleri bir ismi vermelidir. Bu İslam’a aykırı değildir. İslam’a aykırı olan çocuğunuzu rencide edecek ileride onunla alay edilecek isimler bırakmanızdır. Sadece buna dikkat etmeniz yeterlidir. Mesela ben antik yunan, mısır ya da Sümer, Babil, Asur döneminde kullanılan isimleri çok beğeniyorum. İllaki kızınıza Ayşe, oğlunuza Ahmet ismi bırakmak zorunda değilsiniz. Biz İslam’ı hayatımıza taşımakla emrolunduk, Arap kültürünü değil.

Ne yazık ki Arap kültürünü diğer Müslüman milletlere dayatmak isteyen bazı kurnazlar hadis uydurmakta gecikmemiştir. Aşağıda belirttiğim hadis adlı rivayetleri bizi ikna etmek için söylemişlerse de çok da başarılı oldukları söylenemez.
 

Kıyamette, babanızın ismi ile beraber çağrılacaksınız. O halde isminiz güzel olsun!  (Ebu Davud)

Bilmeyenleriniz için şunu belirteyim Arap kültüründe çocuk babasının ismi ile çağrılır. Mesela peygamberimizin babasının adı Abdullah idi. Bu yüzden Muhammed peygambere Abdullah bin Muhammed deniliyordu gibi. Bu geleneği diğer dünyaya taşımak isteyen biri bu hadisi uydurmaktan çekinmemiştir ve kıyamet günü böyle olacağına inanmış kendi küçük dünyasında. Tabi o zamanlar soyadı kanunu çıkmamıştı :))

Halk arasında yaygın olan bir diğer hurafe ise erkek çocuklardan birinin adı muhakkak Muhammed olmalıdır. Bu hurafeye neden olan uydurma hadis şöyle:
 

Üç oğlu olup da, birine adımı vermeyen, cahillik etmiş olur (Taberani)
Oğlunun adını Muhammed koyan, çocuğu ile Cennetlik olur. (A. Rufai)

Gördüğünüz gibi Muhammed ismini vermemek bu hadisi uyduran cahile göre cahilliktir. Hatta hızını alamayan biri sadece Muhammed ismini bırakan kişiye cenneti vadediyor. Ne güzel! Çocuğunuza Muhammed ismini bırakıyorsunuz cenneti garantiliyorsunuz. Tüm bunları anlarım ancak halk arasında yaygın bir hurafe vardır ki en anlamadığım da budur.  İşte inanış: Çocuğa ad koyarken, çocuğun babası, dedesi veya en yaşlı, ilmi en çok olan, çocuğu kucağına alır, abdestli olarak kıbleye döner ve ayakta sağ kulağına ezan, sol kulağına ikamet okur. İsmi üç kere tekrar etmek iyi olur. Bu arada çocuğun ağzına bir tatlı sürmek iyi olur.

Yukarıdaki tuhaf törenin Hristiyanlıktaki vaftiz etme töreninden ne farkı var?  Hiç farkı yok. Biz Müslümanlar bu anlamsız hareketleri yaparak medeni insanlara kendimizi güldürdüğümüzü görmüyor muyuz? Kur’an’ın emretmediği merasimler ve inançları dinimize ekleyerek neyi amaçlıyoruz? Hz. Muhammed hicret edip Yesrip şehrine geldiğinde bu şehrin ismini değiştirmiş ve Medine yani Medeniyet yapmıştı. Biz 21.yy Müslümanlarının medeniyetten pek nasibi kalmamıştır. Her şeye rağmen insanlarda bir uyanış görüyorum. İslamiyet’e inandığını sanan nice insan Sünnilik, Şialık, Vehhabilik, Hanefilik, Şafiilik, Malikilik, Caferilik, Hanbelilik vb. dinlerden ayrılıp Allah’ın dini İslam’a- Kur’an’a-  geri dönüyorlar.
 

Görüntülenme 2,811
Yayın 27 Nisan 2018
güncellendi

Tabi bu konuda konuşabilmem için ilk önce Sünni Müslümanların inandığı Miraç olayını size anlatmam gerekir. Genel bir özetini verip devam edeceğim. İbn Ebi Şeybe, Buhari, Muslim ve İbn Hanbel’de yer alan rivayetlerdeki içerik esas alınacak olursa olay şudur:

Mi’raç gecesi Hz. Peygamber Kâbe’nin Hatim veya Hicr denen mevkiinde uyku ile uyanıklık arasında bir noktadayken, Cebrail birkaç melekle birlikte gelip Hz. Peygamberi almış ve Zemzem kuyusuna götürmüştür. Burada göğsünü yarıp kalbini temizlemiş, ardından içini iman ve hikmetle doldurup eski haline getirmiştir. Daha sonra merkepten biraz büyük, katırdan küçük Burak adlı beyaz bir binek getirilmiş ve Hz. Peygamber bu hayvana bindirilerek Beytu’l-Makdis’e götürülmüştür. Burada Burak’ı peygamberlerin bağladığı yere bağlayan Allah Resulü el-Mescidu’l-Aksa’nın içine girip iki rekat namaz kılmıştır. Namaz kıldıktan sonra dışarı çıkınca Cebrail, Allah Rasulu’ne birisi süt diğeri şarap dolu iki kap sunmuş, Hz. Peygamber süt dolu kabı tercih edince Cebrail ona fıtratı seçtiğini söylemiş ve şayet diğerini seçseydi ümmetinin sapıtacağını haber vermiştir. Bundan sonra Cebrail Hz. Peygamber’i dünya seması olarak isimlendirilen yeryüzüne en yakın semaya çıkarmış Birinci sema olarak isimlendirilen burada Hz. Âdem, ikinci semada Hz. Yahyâ ve Hz. İsâ, üçüncü semada Hz. Yûsuf, dördüncü semada Hz. İdris, beşinci semada Hz. Hârûn, altıncı semada Hz. Mûsâ ve yedinci semada ise Beyt-i Ma’mûr’a sırtını dayamış bir şekilde duran Hz. İbrahim’le karşılaşmıştır. Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber’in her bir katta karşılaşmış olduğu peygamberlerin isimleri ve onlarla arasında geçen diyaloglar değişmektedir. Hz. Peygamber yedinci semaya çıkarıldıktan sonra Beytü’l-Ma’mûr ve Cennet’e götürülmüş, ardından melekût âleminde varılacak en son nokta olan Sidretü’l müntehâ’ya yükseltilmiştir. Buradan sonraki aşamada Cebrail onu yalnız bırakmış ve peygamberimiz ilerleyerek meleklerin bile gidemediği ilahi makama ulaşıp Allah’la buluşmuştur. Bu buluşmadan sonra dönüşte Peygamberimiz üç hediye almıştır. Bunlar Bakara sûresinin son iki âyeti, Allah’a ve Rasûlü’ne ortak koşmayanların Cennet’e gireceği müjdesi ve elli vakit namaz kılma yükümlülüğüdür. Hz. Peygamber, bu hediyelerle dönerken Hz. Mûsâ’ya uğramış. Hz. Mûsâ günlük elli vakit namazın ümmetine ağır geleceğini ve bu yükümlülüğü yerine getiremeyeceklerini hatırlatıp tekrar Allah’ın huzuruna çıkması ve miktan azaltması için Rabb’ine ricada bulunmasını önermiştir. Bu öneri üzerine birkaç kez gidiş gelişten sonra elli vakitlik namaz beş vakte düşürtmüştür. Semadan dönüşü sırasında Hz. Muhammed, Kudüs’e uğramış ve orada peygamberlerden oluşan bir gruba rastlayıp onlara namaz kıldırdıktan soma Mekke’ye dönmüştür. (İbn Ebi Şeybe, Buhârî, Müslim ve İbn Hanbel’de yer alan Enes b. Mâlik, Ebû Zerr el-Ğiffârî ve Mâlik b. Sa’sa’nın rivayetlerinin birleştirilmiş halinin bir özetidir. Rivayetlerin bütünü için bk. İbn Ebi Şeybe, XX, 244-46 (no:37725); Buhârî, Salat, 1, Ehadisü’l-enbiya, 5, Menâkıbu'l-ensâr, 42, Tevhid, 37, Bed’ü’l-haik, 6; Müslim, İmân, 259, 262, 263, 264; İbn Hanbel, III, 148, V, 144.)

Yukarıda Sünni Müslümanların inandığı Miraç olayını aktardım. Şia Müslümanlarının inandığını ise yazmama bile gerek yok. Çünkü mitolojilerin zirvesine ulaşmışlardır. Peygamberin miraç’a çıkarılma sebebinin hilafeti Ali’ye vermek olduğunu iddia edenden tutun da peygamberimizin yüz yirmi kez miraça çıktığından bahsedenl ere kadar çeşit çeşit iddialar. İşin garip tarafı ilk yazılan hadis kaynakların hiçbirinde Miraç olayı yoktur. Bunlar: Hemmam b. Munebbih (hicri:132/miladi:750), Malik b. Enes (179/795),7 Rebi’ b. Habib (180/796),8 Abdullah b. Mubarek (181/797),9 Ebu Davud Tayalisi (204/819),10 Abdurrezzak (211/826), Humeydi (219/834)11 ve İbn Ebi Şeybe (235/849) Gördüğünüz gibi peygamberimizin vefatından 235 yıl boyunca ortalıkta Miraç olayı diye bir olay yok. Hatta Malik b.Enes’in (179/795) Peygamberimizden yaklaşık 179 yıl sonra yazdığı Muvatta’ adlı eserinde bile Miraç olayı anlatılmaz. Sadece İsra olayına değinir. İsra olayına birazdan geleceğim için burada açıklamıyorum.

Kur’an’da Mir’ac Var Mıdır?

Kur’an’da Mir’ac olayı diye bir olay yoktur. Kur’an’da İsra olayı vardır. Hatta Mir’ac kelimesi hiç Kur’an’da geçmez. Sadece bu kelimenin çoğulu olan mearic kelimesi  Kur’an’da iki kez geçer ve bunların da konuyla alakası yoktur. Ancak maalesef kendi dinini araştırmayıp rivayetler ve mitolojilerin peşine takılmış milyonlarca Müslüman ve sözde görevi Müslümanları bilinçlendirme olan ilahiyatçılar henüz İsra ile Mir’ac olayını ayırt edebilecek halde dahi değiller. Kur’an içeriğini tam bilemediğimiz İsra olayından bahsederken Mir’ac, mitolojik bir hikâyeden bahseder. İşte ayet:
 

Yarattıklarına benzemekten münezzeh, mutlak aşkın ve yüce O (Allah) ki, kulunu gecenin bir vaktinde Mescid-i Haram’dan çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa’ya, ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye yürüttü: Zira O, evet sadece O’dur her şeyi işitip gören (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ İSRA 1)

Mir’ac olayına inanan din adamlarının delil olarak getirdiği ayet yukarıda verdiğim İsra 1’dir. Ayette peygamberin Mescid-i Haram’dan  Mescid-i Aksa’ya götürüldüğü bilgisi veriliyor ancak bunun nasıl olduğu bilgisi verilmiyor. Allah detay vermediği için din adamları bundan rahatsızlık duymuş ve Allah’ın mutlak bir yorum getirmediği bu ayete mutlak bir yorum getirmeye çalışmışlar. Bu olayın birkaç şekilde vuku bulduğunu iddialar arasında. En yaygın iddiaları incelemeye çalışacağım. Tabi herkes kendince delil getiriyor. İlk görüş, ayette geçen "esrâ bi (yürütüldü)" ifadesine binaen peygamberimizin Kâbe’den Mekke’nin dışındaki bir toplanma, ibadet merkezine yürütüldüğü şeklindedir. Çünkü Mescid-i Aksa’nın nerede olduğu kesin bir şekilde bilinmemektedir. Yani maddi bir gece yürüyüşü. Bu bir nebze mantık çerçevesinde güzel bir açıklamadır. Ancak mutlak(kesin) değildir. İkinci görüş ise bunun manevi bir şekilde rüyada vuku bulduğudur. Çünkü Allah gece yürütüldü derken nasıl yürütüldüğünden bahsetmiyor bu ayette. Ancak bu ayetlerin devamında gelen İsra 60 delil gösterilerek bunun bir rüya olduğunu iddia edenler de var. İşte ayet:
 

Hani (Ey Muhammed), Biz sana demiştik ki: “senin rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır! Sana gösterdiğimiz o (malum) rüyayı ise, başka değil, insanlar için yalnızca bir imtihan aracı yaptık; tıpkı Kur’an’da geçen lanetlenmiş ağaç gibi…” (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ İSRA 60)

Bu ayette geçen insanlar için imtihan kılınan rüyanın İsra 1’deki olay olduğunu iddia ediyorlar ki gayet makul bir yaklaşımdır. Bazıları ise İsra 1’de geçen “min ayatina” ifadesini göstererek bu olayın mucizevi bir olay olduğunu iddia ediyor. Çok tuhaf bir şekilde mucize Kur’an’da geçmeyen bir kavram olmasına rağmen “ayet” kelimesine “olağanüstü” yani mucize anlamı vermekte ısrar ediyorlar. Tabi bu da akabinde birçok problemi doğuruyor.  Bu noktada ilginç bir detaya da dikkat çekmek isterim İsra 1’de geçen “kul” ifadesi ile Hz. Muhammedin kastedildiğinde herkes ittifak halinde olsa da bu da kesin değildir. Bu sadece bir görüştür. Bu görüş de ayette geçen "Mescid-i Haram (Kâbe)" kavramına dayanır. Kâbe varsa Hz. Muhammed bahsediliyor olmalı diye düşünülüyor ki doğru olabilir ama kesin değil. Mekke’de yaşayan tek insan Muhammed peygamber değildi.

İsra 1’de geçen ve dikkate değer bir başka kavram "leylen (bir gece)"dir. Bu kelime İsra olayının gecenin tümünde değil bir bölümünde, kısa bir vaktinde olduğunu gösterir ki kanımca bunun rüya olduğunu iddia edenleri destekler niteliktedir.

Ayette Geçen Mescid-i Aksa Nerededir?

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki bu ayetler indiğinde Mescid-i Aksa ifadesi neresi için kullanılıyordu hiç kimse bilmiyor. Benim bu konudaki kanaatime göre bu ayette geçen Mescid-i Haram Kâbe olmadığı gibi Mescid-i Aksa’da başka bir yer ismi değildir. Öyle olsa Kur’an Mescid-i Aksa’nın nerede olduğunu açıklardı. Sırf Mir’ac olayı haklı çıksın diye Mescid-i Aksa’nın Kudüs’de bulunan Süleyman Mabedi ya da bugün bilinen Mescid-i Aksa olduğunu iddia edilse de bu iddialar akla, tarihe ve bilime aykırıdır. Çünkü bu ayetler indiğinde Kudüs’te Süleyman Mabedi diye bir yapı kalmamıştı. MS  70’te Titus Katliamında Yahudiler katledildi ve Süleyman Mabedi de yerle bir edildi. Geriye sadece bugün bildiğimiz “Ağlama Duvarı” kaldı. Mescid-i Aksa’nın lügatteki anlamı “en uzak mabed”, “secde edilecek en uzak yer”dir. Her ne olursa olsun. Allah’ın kesin belirtmediği bir konuda spekülatif hareketlerden uzak durmak ve ayetin maksadını anlamaya çalışmak gerek. İsra 1 tamamen mecazi bir anlatım da olabilir. İşin tuhafı İsra 1’den hemen sonra Musa kıssası gelir. Belki de burada anlatılmak isteneni orada aramalıyız. Bilemiyorum. Bu ayetin ne olduğunu bilmesem de ne olmadığını görebiliyorum: Mir’ac değil.

Mir’ac Olayının Çelişkileri

1.   Beş vakit namaz Mir’ac gecesi belirlendi.

Bu iddia asılsızdır. Çünkü Mir’ac’ın vuku bulduğu iddia edilen geceden çok önce Taha 130 inmişti. Bu ayette beş vakit sayılmakta.

2.  Namaz Hz. Muhammed’e Cebrail tarafından şeklen öğretildi.

Eğer namaz ilk defa Hz. Muhammed tarafından kılınmış ve direkt Cebrail’den öğrendiyse Mir’ac’dan indikten sonra nasıl diğer peygamberlere namaz kıldırdı? ayrıca bugün bizim gibi namaz kılan yahudiler de mi cebrailden öğrendi?

3.  Bakara suresinin son iki ayeti Mir’ac’da verildi.

Bu iddia en mantıksızıdır. Mir’ac Olayının Mekke’de olduğunu iddia ediyorlar. Ancak Bakara suresinin Medine’de indiğini söylüyorlar. O kadar belirgin çelişkileri var ki kararı size bırakıyorum. İnsan ürünü olan her söz gibi bunlarda kendileri sözlerini kurgulamış ancak birbiriyle uyumlu uyduramamışlar. Beşer şaşar diyelim

4.  Göğün katları var ve peygamber kat kat yukarı çıktı

Bu iddia ise bilimin gelişmediği evrenin yapısı hakkında insanoğlunun bilgisi olmadığı zamanlarda iddia edilebilecek çocuksu iddialardan. Çünkü mekan Bigbang ile yaratıldı. Allah'ın bir mekanı yoktur. Kaldı ki göğün 7 katı olup allah'ın en üst katta oturduğu iddiası insanoğlunun çocukluk zamanlarında kaldı.

5.  Hz. Peygamber süt dolu kabı tercih edince Cebrail ona fıtratı seçtiğini söylemiş ve şayet diğerini seçseydi ümmetinin sapıtacağını haber vermiştir.

Bu cümlede başlı başına Kur'an'a aykırıdır. Çünkü Kur'an kimsenin başkasının günahını taşımadığını söyler. Peygamberin yaptığı bir tavırdan dolayı biz niye cezalandırılalım. Bu ne biçim ilahi adalet? Kaldı ki Şarap ve Süt dolu kaplar arasında peygamber niçin seçim yapmak zorunda bırakılıyor? Hiçbir anlamı olmayan bir olay. Belli ki birileri uydururken hızını alamamış ve saçma birşeyler daha ekleyeyim demiş. Bence bu kısmı bir sütçü eklemiş olabilir:)))

6.  Namaz 50 vakitti peygamber pazarlık yapa yapa 5 vakite indirdi

Açık söylemek gerekirse Mir'ac denilen olaydaki en korkunç iddia budur. Çünkü Allah ve elçisini birbiriyle pazarlık yapan -haşa- laubali tiplere dönüştürmüşler. Nereden bakarsak bakalım bu Mir'ac olayının insan ürünü olduğu bellidir.

Peygamberimizin olağanüstü hiçbir mucizesi olmadığını bizzat Kur’an bize haber verir. İşin en güzel yanı bu bilgiyi yine aynı sure olan İsra suresinde verir. Bu çok anlamlıdır. İşte Mekkeli müşriklerin Hz. Muhammed’den bekledikleri mucizeleri haber veren ayetler:
 

Nitekim demişlerdi ki: (Ey Muhammed) Bize yerden kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız.(90) veya senin hurma ağaçlarıyla ve asmalarla dolu bir bahçen olmalı; dahası onların arasından gürül gürül ırmaklar çağlatmalısın.(91) yahut, tehdit edip durduğun gibi, göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe; yahut Allah’ı ve Melekleri bizimle yüzyüze getirmedikçe (92) Veyahut da senin altından bir köşkün olmalı ya da semaya çıkmalısın; fakat semaya çıkman durumunda (dahi) oradan bize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe yine de sana inanmayacağız. De ki : Kudret ve yüceliğinde sınır bulunmayan sadece Rabbimdir; ben, fani bir elçiden başka neyim ki? (93) (İSRA 90,91,92,93)

Baktığınızda Mekkelilerin Muhammed peygamberden çöl olan Arabistanda yerden su fışkırtmasını, mekkenin ortasından ırmaklar geçirmesini ve şuraya dikkat göğe yükselmek gibi kaçık istekleri var. Buradaki göğe yükselmedikçe ifadesinden açıkça Kur’an’ın Mir’ac olayını reddettiğini peygamberin hiçbir zaman göğe yükselmediğini Allah bize haber veriyor. Ayrıca Mekkelilerin fizik ve bilim kurallarına aykırı taleplerine ise Allah  peygambere  şöyle söylemesini istiyor: "ben, fani bir elçiden başka neyim ki?" Yani anlayacağınız. Hz. Muhammed’den bu evrenin fiziksel yasalarına aykırı bir şey yapamayacağını söylemesi isteniyor.

Peki, Mir’ac Nereden Bulaştı İslam’a?

Bunun nasıl olduğunu biliyoruz fakat niçin olduğu yoruma açık. Miraç olayının zerdüştlükten bize geçtiğini biliyoruz. Ancak buna niçin ihtiyaç duyuldu konusunda İsrafil Balcı’nın güzel bir tezi var. İsrafil Balcı’ya göre bu uydurma mitolojiye bazılarının ihtiyaç duymasının arka planında kıskançlık yatar. Kur’an Musa peygamberin Allah ile konuşmak için Tur dağına çıktığından bahseder. Bu olay peygamber yarıştırmak isteyenler için bir kıskançlığa dönüşür ve Muhammed peygamberin Musa’dan üstün olduğunu ispatlamak için daha yükseğe, en yükseğe çıktığını anlatan Mir’ac olayını zerdüştlükten alıp İslam’a entegre ederler. Tabi bu bir anda olmadı. Yüzyıllar boyunca eklemeler yapıla yapıla bugün ki halini aldı.

Zerdüşt dininin Avesta dedikleri 21 adet kutsal kitapları vardı. Bu Avesta’nın çoğunu Makedonya kralı İskender İran’a saldırdıktan sonra yok etti. Geriye sadece 3 kitapları kaldı. Büyük İskender dönemi sonlandıktan sonra Ardâ Vîrâf denen din adamı zerdüştlüğü korumak ve bilgilerin kaybolmasını önlemek için ardavirafname denilen zerdüştlüğün kutsal bilgilerinin yer aldığı bir kaynak oluşturdu. Her neyse bu kısa bilgiden sonra asıl konuya geçeyim. Mir’ac olayı da bize Avesta’dan geçmiştir. Avesta’da geçen Mir’ac olayı şöyle: Zerdüşt 30 yaşındayken Azerbaycan’daki bir dağdan melek eşliğinde göğe yükselir göğün tabakalarını gezer, cennet ve cehennemi görür, Arafı görür. Ondan sonra Ahuramazda’nın (Yüce Tanrı) yanına getirilir. Allah ona ruhundan üfler, ona ezel ebed bilgisini öğretir. Dönüşte de firiştahlar (Melekler) zerdüştün göğsünü yararlar, kalbini çıkarırlar. Tüm şeytani vesvese ve kirleri çıkarırlar. Temizlendikten sonra Zerdüşt’ün göğsünü bakır ile kapatırlar. Tabi bu safsatayı İslam’a sokan zalim her kimse bakır ile nasıl kapatılır deyip kendi döneminde kullanılan dikiş iğnesi ile Hz. Muhammed’in kalbinin dikildiğini söyler. Hatta insanlar inansın diye dikiş iğnesinin izleri gördüm diyecek kadar iftirada sınır tanımaz.

Olayın komik tarafı şu: Bu rivayeti Avesta’dan okuyup getirip hadis diye İslam’a sokan zalim her kimse aklı çok da iyi çalışmıyor. Çünkü rivayetlerin gelip dayandığı kişi Medineli sahabe Ebu Said el Hudri’dir. Bu olaya ilk yer verenlerden İbn Hişam rivayeti Ebu Said el Hudri’ye dayandırıyor. Fakat bu imkansız. Mir’ac denilen olay Mekke’de gerçekleştiği iddia ediliyor. Halbuki Ebu Said el Hudri olay sırasında Medine’de bulunuyor ve henüz Müslüman olmadığı gibi olaya tanıklık edecek yaşta da değildir. O olayın olduğu iddia edilen yılda Ebu Said el Hudri 12 yaşlarında olduğu düşünülse de daha da küçük olabilir. Eğer Ebu Said el Hudri adına uydurulmuşsa sorun yok bu anlaşılabilir. Ama olayın en vahimi gerçekten de bu bilgileri 12 yaşlarındaki bir çocuktan almalarıdır. Yani İslam’ın kaynağı çocukların masalsı hayal dünyalarıdır. Bunca âlim ise Kur’an’ın, bilimin, aklın peşinden gideceğine çocukların peşinden gitmiş.

Yukarıda gördüğünüz gibi Hz. Muhammed’in kalbinin yarılması ve temizlenmesi olayı ile Mir’ac dedikleri akıl dışı olay Zerdüştlükten İslam’a devşirilmiştir.  İslam’ı hayat biçimi olarak benimseyenlerin, Sünniliğin ve Şialığın İslam’dan kopmuş birer din haline geldiğini ve kaynaklarını Kur’an dışında başka dinlerin kutsal kitapları oluşturduğunu görmeleri dileğiyle.

Kaynaklar


1.  İsrafil Balcı, İsra ve Mir'ac Gerçeği
2.  Mustafa İSLAMOĞLU
3. Mehmet OKUYAN
 


 
 

Görüntülenme 19,156
Yayın 05 Mayıs 2018
güncellendi

Ne yazık ki âlimler arasında asırlardır yanlış anlamlandırılan kavramlardan biri de Nebe suresinin 33. ayetidir. Bu ayette geçen “kevâıbe etrâben/etrâbâ” ifadesi “göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar” olarak çevrilerek ayetin anlamı tamamen değiştirilmiştir. Oysaki ayetin öncesi ve sonrasına uymadığı gibi Allah’ın cennette göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar vadetmesi akla ziyan bir iddiadır. Benim tahminim “kevâıbe etrâben/etrâbâ” ifadesine “göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar” anlamını ilk yakıştıran her kimse pedofil (çocukları cinsel açıdan çekici bulan kimse) olduğu açıktır. Zaten bu anlam daha sonra Arap lügatine bu anlamla geçmiştir. Yani artık Araplar günlük dillerinde bu ifadeyi “göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar” şeklinde kullanmaktalar. Ancak Kur’an’ın bu anlamda kullanmadığını size delillerimle sunmaya çalışacağım.

Kur’an’a dürüstlük ve iyi niyet açısından yaklaşılmadığı zaman ona sapkınlıklar giydirilebiliyor ki zaten asırlarca bu gerçekleşti. Kadını dövün dememesine rağmen Kur’an’da geçen “vedribuhunne” kavramının anlamlarından biri olan ve ayetin tümüne baktığınızda uyumsuz olan “dövün” anlamı tercih edilmesi Kur’an’a karşı ne dürüst ne de iyi niyetli bir yaklaşımdı. Çünkü bu kavram erkek için de geçmiş ama erkeği dövün şeklinde anlamamışlardı. Demek istediğim şu: Kur’an erkeklerin tekelinde tefsir edildiği için bin yıldır esaret altındaydı. Ancak gariptir ki Kur’an İnternet’in ortaya çıkmasıyla tutsak edildiği mahzenlerden çıkma fırsatı buldu. Artık herkes onlarca meali bulup karşılaştırıyor hatta birileri Arapça bir kavramın yanlış çevrildiğini düşünüyorsa İnternette araştırma fırsatı buluyor, farklı fikirleri olan insanlara ulaşabiliyor. Kur’an’ı öğrendikçe anlıyoruz ki erkek din adamları kendi tuhaf cinsiyetçi yaklaşımlarını Kur’an’a yamamış ve bin yıldır da kimse buna ses çıkarmamış ya da ses çıkaranlar susturulmuş. Ayeti verip ondan sonra açıklama yapalım.
 

Gerçek şu ki, muttakiler için ‘bir kurtuluş ve mutluluk’ vardır. (31) Nice bahçeler ve üzüm bağları. (32) Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar/ kevâıbe etrâbâ (33) dopdolu kadehler (ALİ BULAÇ MEALİ NEBE 31, 32, 33, 34)

İbni Kesir’den tutun Fizilal-il Kuran’a, Süleyman Ateşten Diyanet İşleri’ne kadar hemen hemen herkes yukarıdaki anlamı tercih etmiş. Ancak “kevâıbe etrâben/etrâbâ” ifadesinin yukarıdaki anlama gelemeyeceğini anlayan bazı Kur’an müfessirleri bu kavramı kendilerince yumuşatmaktalar. Buna Edip Yüksel, Mustafa İslamoğlu ve Muhammed Esed örnek verilebilir.
 

Ne var ki, Allah bilinciyle hareket edenleri tarifsiz bir mutluluk yurdu bekliyor; İçinden su çıkan göz bebeği bahçeler, bağlar... Dahası, dengi dengine göz alıcı eşler / kevâıbe etrâbâ…  Ve dolup taşan kadehler… (MUSTAFA İSLAMOĞLU MEALİ NEBE 31, 32, 33, 34)

Görüldüğü gibi Allah’ın cennette hem erkek hem kadınlara vadettiği şeylerden biri Mustafa İslamoğlu, Edip Yüksel vs. göre göz alıcı eşlerdir.  Konunun biraz daha derinine inelim ve aslında burada geçen “kevâıbe etrâbâ“ ifadesinin  ne anlatmak istediğini anlamaya çalışalım. Çünkü aslında eşler için bile kullanılmadığını görmenizi istiyorum.

Bu yanlış meallendirme kevâıbe kelimesini kaabe kelimesinin çoğulu olarak kabul görmesinden kaynaklanıyor. Ve kaabe, “dimdik” anlamına gelir. Müfessirler “dimdik olan ne olabilir?” diye sorup cinsel fantazilerini harekete geçirmişler ve buna “kadınların göğüsleri” anlamını vermişlerdir. kevâıbe kelimesi kaabe’nin değil, keib’in çoğuludur. Kaabe fiili ise kaabal ina – kabı /doldurdu anlamını gelir. keib ifadesi dolu/doldurulmuş manasındadır ve “dolu” kelimesi de bir sıfattır. Dolayısıyla kelime bir önceki “üzüm” kelimesini niteliyor olmalı. (Sonia Cihangir)  Bu durumda kevâıbe ifadesi sıfat olduğu için üzümü niteler ve şu anlamı karşılar “dolu üzümler”

Etrâbâ kelimesi ise "aynı yaşta", "yaşıt (kızlar)", "denk (eşler)" şeklinde anlamlandırılmışsa da bu da ayetin bağlamına uymayan bir meallendirmeye sebep olmuştur. Etrâbâ kelimesinin bir anlamı da “aynı zamanda olgunlaşmış” ya da “tam denk” demektir. (Sonia Cihangir) Şu halde ayeti "vehdetu siyak" dedikleri bağlamından koparmadan daha isabetli çevirisi şu olacaktır
 

Gerçek şu ki, muttakiler için bir kurtuluş ve mutluluk vardır. Bahçeler ve üzüm bağları… Dolu (Sulu) ve aynı zamanda olgunlaşmış… Dolu dolu kadehler onlarındır (SONİA CİHANGİR MEALİ NEBE 31,32,33,34)

Sonia Cihangir - kadın alim- bu kavramın aslında üzüm bağını kastettiğini keşfedenlerden ve ayetin yanlış çevrildiğini anlayanlardan biri. Kadınların müfessir olması gerektiğini bunun İslam dünyası için büyük bir eksiklik olduğunu bir kez daha bize ispatlamıştır. Bu noktada bu ayetin isabetli bulduğum iki mealini daha sizinle paylaşayım:
 

Kesinlikle Allah'ın koruması altına girmiş kişiler için, Rabbinden; Rahman'dan bir karşılık ve yeterli bir bağış olarak korunaklar;sulak bağlar-bahçeler, üzümler, hepsi bir seviyede tomurcuklar; çiçek bahçeleri, dolu dolu su kapları vardır. (HAKKI YILMAZ MEALİ NEBE 31,32,33,34)

Muhakkak ki, muttakiler için bir kurtuluş ve mutluluk vardır. Bahçeler ve üzüm bağları vardır ve tomurcuklanmış (kevâıbe) kaliteli ve denk salkımlar (etrâbâ) ve içi dolu kadehler vardır (HÜSEYİN KEMAL GÜRGER MEALİ NEBE 31,32,33,34)

 
Gördüğünüz gibi ayetin başı yiyecek içecekten, sonu yiyecek ve içecekten bahsederken ortadaki kavramı bağlamından kopararak göğsü tomurcuklanmış kız anlamı vererek Kur’an’a büyük bir operasyon yapmışlardır. Hâlbuki ortadaki kavram olan “kevâıbe etrâbâ“ da yiyecek ve içecekten bahsediyor olmalı. Çünkü ayetler bağlamından koparılamaz. Sonia Cihangir'in  ayete dolu üzüm, olgunlaşmış üzüm anlamı vermesi mantıklı iken Hakkı yılmaz'ın verdiği "hepsi bir seviyede tomurcuklar" anlamı ve Hüseyin Kemal Gürger’in verdiği “tomurcuklanmış denk salkımlar” anlamı da yerinde ve mantıklıdır. Çünkü ayette ne kadın var, ne eş var, ne kız var ne de göğüs kavramı var. Bunların tamamı ayete ekleniyor. Hüseyin Kemal Gürger’in dediği gibi tomurcuk ifadesi kullanılıyorsa bu ağaç için bitki için kullanıldığı açıktır. Kevâıbe kavramına “tomurcuklanmış”, etrâbâ kavramına “denk” anlamı vermiş ayetin bağlamından da üzüm salkımları kastedildiğinden “salkım” kavramını ayete eklemiş. Ayetin hemen devamında  içecekten bahsetmesi de Hüseyin Kemal Gürger’in ve Hakkı Yılmaz'ın mealini desteklemektedir. Hakkı Yılmaz ise Kevâıbe kavramına “tomurcuklar” anlamı verirken etrâbâ kavramına “tam denk” anlamına gelen "bir seviyede/aynı seviyede" anlamını vermiş ve aslında tam denk olanın tomurcuklar olduğunu söyleyerek gayet mantıklı bir çeviri yapmıştır. Ayrıca şunu da belirteyim ki kevaib’in dişil anlamı yoktur. Bu yüzden göğsü tomurcuklanmış bir kız şeklinde çevirmek kavrama istediğini söyletmeye çalışmaktır.

Bu ayette şunu anlamak çok önemli: Ayet bahçe ve üzüm bağlarından bahsettikten sonra bu üzüm bağı ve bahçenin özelliğini bir sonraki ayette açıklıyor.
Kur'an'a soruyoruz Nasıl bir üzüm bağı? Bir sonraki ayet olan Nebe 33 cevap veriyor: "birbirine denk tomurcuklanmış" üzüm bağları (Hakkı Yılmaz)
Kur'an'a soruyoruz Nasıl bir üzüm bağı? Bir sonraki ayet olan Nebe 33 cevap veriyor: "tomurcuklanmış denk salkımlar"ın olduğu üzüm bağları (Hüseyin Kemal Gürger)
Kur'an'a soruyoruz Nasıl bir üzüm bağı? Bir sonraki ayet olan Nebe 33 cevap veriyor: "Dolu/Sulu ve aynı zamanda olgunlaşmış" üzüm bağları (Sonia Cihangir)
Erkeklere soruyoruz Nasıl bir üzüm bağı? Bir sonraki ayet olan Nebe 33 cevap veriyor: "göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar!" Ayetle bağlantısız bir cevap. Ayete gizli fantezini söyletme bu olsa gerek. Erkeklerin kafası nerede anladınız inşallah smiley

Ayrıca yukarıda belirttiğim gibi Nebe 31’de inne lil muttekîne mefâzâ(mefâzen)… yani “gerçek şu ki, muttakiler için bir kurtuluş ve mutluluk vardır”  ifadesi geçmektedir. Muttakiler ifadesi anlam olarak hem kadını hem de erkeği kapsar. Kadınlara bu tür bir şeyi Allah niçin vadetsin? Bu çok saçma. Cennete sadece erkekler girmediği için Allah’ın tek tarafa verdiği bir mükâfat olamaz. Kaldı ki bırakın kadınları ben bir erkek olarak asla cennette göğsü yeni tomurcuklanmış kız çocuğu istemem. Bu iğrenç bir şey. Ve dahi eminim ki normal olan her erkek bunu tiksindirici bulur. Hiçbir sağlıklı erkek küçük kızlara şehvet nazarıyla bakmaz. Şunu demek istiyorum: Allah pedofiller İslam’a inansın diye ayet indirecek değildir. Buradan da anlaşılıyor ki “kevâıbe etrâbâ“ ifadesini “Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar” olarak çevirenler daha ayetler arasında bağlantıyı bile görecek seviyede değiller. Müslüman çoğunluğun bin yıldır  ululadığı âlimler daha ayetler arasındaki bağlamı bile görememişler ya da görmek istememişler. Sonra çıkıp diyorlar ki bin yıldır bunca âlim göremedi siz mi gördünüz?. Ben de diyorum ki evet bin yıldır âlimler bunu göremedi. Çünkü hepsi erkekti ve belki de bu kavramı böyle anlamak daha çok hoşlarına gidiyordu.

Aslında “kevâıbe etrâbâ” ifadesine “Göğüsleri henüz tomurcuklanmış yaşıt kızlar” anlamı verilmesinin bir sebebi de rivayet kültürüdür. Rivayetlere göre 7.yy Arabistanında erkekler pedofildir ve pedofil olmak o yıllarda gayet normaldir. Allah da onların normal gördüğü bu durumu onlara mükâfat olarak vadetmiştir. Bunda bir sakınca yoktur. Ancak bu iddia baştan sona mantıksızdır. Çünkü içki o dönemde normaldir ancak Allah bunu yasaklamıştır. Allah, insan değerleri için doğru olmayan her şeye karşı çıkmıştır. Birkaç cahil Arap’ı yanına çekmek için kendi prensiplerinden taviz verecek bir varlık değildir.

 Bu iddianın bir benzerini de ateistler getirmekte ve şöyle demekteler: 7.yy Arabistanında erkekler pedofildir ve pedofil olmak o yıllarda gayet normaldir. Muhammed ise o pedofilleri yanına çekmek için onlara çocukları vadetmiştir. Ancak Kur’an’ın gerçekte böyle bir kavramı kullanıp kullanmadığını bile araştırmayarak bu noktada iyi niyetli olmadıklarını göstermekteler. Bu argümanları da çoğu argüman gibi yanlış meallere bakılarak dillendiriyorlar. Halbuki ateistler eleştireceklerse bile gerçekten bu kavram Kur’an’da geçiyor mu, ayetler arası bağlamlar bu sonuca gidiyor mu diye bakmaları gerekir. Ayetleri Arapçadan Türkçe’ye soyut anlamından ve bağlamlarından kopararak sadece kelime anlamı üzerinden giderek yaklaştıkları için ellerinde anlamsız bir metin yığını bulunuyor. Bu da onlarda Kur’an’ı çürüttük yanılgısını oluşturuyor. Kur’an’ın ve Arapça’nın kendi içinde anlama metodları var, dil grameri var ayetler arası bağlamların birbiriyle uyumlu olması gerekir vs. onlarca parametre var Kur’an’daki ayeti meallendirme için.  Bu durum Türkçe'de de böyledir. Türkçe'de "etekleri zil çalmak" diye bir deyim vardır. Bunu başka dile de aynı şekilde çevirirseniz ortada anlamsız bir metin yığını oluşur. Bu deyim başka dile anlamını karşılayacak şekilde çevrilmek zorundadır. Ancak ateistler Kur’an’ı hata bulmak için okumaktalar. Bu yüzden nerede saçma bir meal varsa onu bulup okuyor ve Kur’an’ı öğrendik ve hatalarını bulduk moduna giriyorlar. İddialarının Kur’an’da olmadığını söylediğimizde ise bir anda tefsir uzmanı kesiliyorlar ve “hayır biz meale baktık var” diyorlar. O meali yazanın bir insan olduğunu ve meallerin Kur’an olmadığını anlamak istemiyorlar.

Sonuç olarak hep diyorum İslam’ın erkek tekelinden kurtulması için kadın müfessirlere ve âlimlere ihtiyaç vardır. Erkekler, Kur’an’ın anlamlarını bozarak fantezilerine uygun hale getirmeye çalışmışlar. Bu ayetlerin yanlış anlamlandırılmasına karşın dengeleyici unsur olarak kadınlara büyük bir sorumluluk düşmektedir.

KAYNAKLAR

1.  Sonia CİHANGİR
2.  Mustafa İSLAMOĞLU
3.  Mehmet OKUYAN
4.  Hüseyin KEMAL GÜRGER
5.  Hakkı YILMAZ

 

Görüntülenme 8,067
Yayın 11 Mayıs 2018
güncellendi

Ateistlerin Kur'an'ı eleştirirken hep aynı ayetler üzerinden gittiğine şahit oluyoruz. Okudukları kaynaklar ortak bir kökten türediği için bir ateistin getirdiği eleştiri bir anda hepsinin eleştirisi oluveriyor. Ateist formlarda “Kur’an, spermin testiste üretildiğini bilmiyor” deyip hemen de yanına Tarık suresi 7. ayet diye parantez açılınca bir anda müthiş bir delil bulunmuş gibi her ateist tarafından zafer bayrağı kaldırılıyor. Daha sonra aynı argüman (kanıt)! her ateistin lügatinde yer buluyor. Biride kalkıp gerçekten ayette böyle bir şey var mı diye araştırma gereği duymuyor. Çünkü Kur'an'ı hata aramak için okuyorlar. Bu şekil kötü niyetli bir okumadan değil Kur'an basit bir romandan bile hata çıkarabilirsiniz. Hakikat şu ki Kur’an’a getirdikleri bu eleştiri çok zayıf. Hatta çok anlamsız. Temel sıkıntı şu: ateistler Kur’an’ı Tanrı mı gönderdi derdinde değiller -istisnalar hariç- , onların asıl derdi Kur’an’da hata aramak. Bu yüzden en isabetsiz meallere bakıyor, Arap dilbilgisini, kelimelerin çok anlamlılığını göz ardı ettikleri gibi ayetleri bağlamlarından koparıyor ve sanki ayette sadece o kavram geçiyormuş gibi bir algı operasyonu yapıyorlar. Bu yüzden bazı ateistlerin kötü niyetli oldukları kuşku götürmez bir gerçek.  Hangi ateist ile tartışmışsam muhakkak Tarık 7’yi önüme seriyor. Çünkü Kur’an’ı ateist formlardan öğreniyorlar. Orada Tarık 7'nin bilimle çeliştiğini okumuş ve sorgusuz bir şekilde almış. Bu yönüyle ateistler bağnaz dindarlara benzemektedir. Gelelim Tarık suresi 7. ayete:
 

İnsanoğlu da neden yaratıldığına bir baksın : (5)
O, fışkıran hayat tohumları içeren basit bir sıvıdan yaratıldı (6)
Omurga ile kaburga kemikleri arasından çıkan(7) (TARIK 5,6,7)

Yukarıdaki ayet bir seriden oluşmaktadır ama ayet serisini bölüp sadece 7. ayeti delil gösteriyor ve bu ayet üzerinden Kur’an’ı Muhammed peygamberin yazdığını ve Muhammed’in de spermin testislerde üretildiğini bilmediği için kendini ele verdiği iddia ediyorlar. Ben ateistler Kur’an’ı eleştirmesin demiyorum. Bu en doğal haklarıdır. Hatta bunu yapmalıdırlar ki işin hakikati ne tartışalım. Ancak Kur’an’ı eleştirmek başka Kur’an’a iftira atmak başka. Ateistler bu ayetleri tamamen bağlamından ve anlamından çıkarıp hata üretmekteler. Şimdi sizinle ayetler serisini paylaşacağım ve olayın aslında onların iddialarıyla alakasız olduğunu göreceksiniz.
 

Üzerinde gözetleyici bulunmayan hiçbir nefis yoktur (4)
İnsanoğlu da neden yaratıldığına bir baksın: (5)
Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı (6)
Bel kemiği ile kaburgalar arasından çıkar (7)
Şüphesiz O, onu geri döndürmeye elbette kadirdir (8)
Sırların ortaya çıkacağı gün (9)
Artık onun ne bir kuvveti, ne de bir yardımcısı vardır (10) (TARIK 4,5,6,7,8,9,10)

Yukarıdaki ayetler birbiriyle bağlantılı olduğu için bütüncül okumak zorundayız. Aksi halde Kur’an’a zorla hata yaptırırız ki işte ateistlerin tam da yaptıkları budur. Çok dikkatli bir şekilde zamirlere dikkat etmenizi istiyorum. Tarık 4’ten itibaren "nefs", Tarık 5’te ise "İnsan/İnsanoğlu" zamiri kullanılmış. Şu halde konu insan. Bu ayetler serisi ardı ardınca insandan bahsediyor. Şimdi ayetleri tekrar yazıp devamındaki ayetlerde geçen zamirin kim olduğunu anlamaya çalışalım.
 

(KİM?) Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı (6)
(KİM?) Bel kemiği ile kaburgalar arasından çıkar (7)
Şüphesiz O, (KİMİ?) geri döndürmeye elbette kadirdir (8)
Sırların ortaya çıkacağı gün (9)
Artık (KİMİN?) ne bir kuvveti, ne de bir yardımcısı vardır (10)

 
Evet, ayetlerdeki zamiri görmek hayati derecede önemli ve biz zamirleri bulmak için sürekli ayetlere kim, kimi, kimin sorularını sorduk. Şimdi ayetler bize cevap verecek. Görelim:
 

(KİM?) Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı (6)
İnsan, Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı

(KİM?) Bel kemiği ile kaburgalar arasından çıkar (7)
İnsan, Bel kemiği ile kaburgalar arasından çıkar

Şüphesiz O, (KİMİ?) geri döndürmeye elbette kadirdir (8)
Şüphesiz O, İnsanı geri döndürmeye elbette kadirdir

Sırların ortaya çıkacağı gün (9)

Artık (KİMİN?) ne bir kuvveti, ne de bir yardımcısı vardır (10)
Artık İnsanın ne bir kuvveti, ne de bir yardımcısı vardır

 
Şimdi olayı özetleyeyim: Ateistler Tarık suresi 4, 5, 6, 8, 10. ayetleri okurken insandan bahsedildiğini yani zamirin insan olduğunu kabul etmekteler. Tabi biz Müslümanlarda bu görüşteyiz. Ancak ne hikmetse Tarık 7’yi başındaki ve sonundaki ayetten kopararak Bel kemiği ve omurgalar arasından çıkan şeyin insan değil sperm olduğunu zamirin sperm olduğunu iddia ediyorlar. Kur’an’a zorla sperm dedirtip sonra da “Kur’an bilimle çelişti daha sperm nereden çıkar bilmiyor” diye eleştiriyorlar. İyi niyetli olsalardı ayetler silsilesinin baştan sona insan zamiri üzerinden yürüdüğü kuşku götürmez bir gerçek iken tutup ortaya sperm zamirini eklemeye kalkmazlardı. Zaten bu yazımı ateistler ikna olsun diye yazmadım. Müslüman gençlerin Kur’an içerisinde bilime aykırı bir ayet bulunduğu iddiasının sadece aldatmaca olduğunu görmelerini istedim.

Bu ayette açık bir şekilde "insanın" bel kemiği ile kaburgalar arasından çıktığı görülüyor. Çünkü Tarık suresi 8, 9 ve 10. ayetlerinde de zamir insandır. Eğer ateistler 7. ayet hakkında haklı olsaydı diğer ayetler şöyle bir anlama gelecekti ki bunun ne derece imkânsız bir iddia olduğuna bakın:
 

(KİM?) Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı (6)
İnsan, Fışkırıp çıkan bir sudan yaratıldı

(KİM?) Bel kemiği ile kaburgalar arasından çıkar (7)
Sperm, Bel kemiği ile kaburgalar arasından çıkar

Şüphesiz O, (KİMİ?) geri döndürmeye elbette kadirdir (8)
Şüphesiz O, Spermi geri döndürmeye elbette kadirdir

Sırların ortaya çıkacağı gün (9)

Artık (KİMİN?) ne bir kuvveti, ne de bir yardımcısı vardır (10)
Artık Spermin ne bir kuvveti, ne de bir yardımcısı vardır

Her neyse Müslümanlar bu iddianın ne denli yanlış olduğunu görmüştür. Ateistler sürekli Kur'an'a operasyon yapıyor ve bilimle çelişiyormuş gibi göstermeye çalışıyorlar. Fakat bu aldatmacaları sadece Kur'an'a inanmamayı kafasına koyan insanları tatmin eder .

Tarık 7’de geçen ifadenin spermi kast etmediğinin iki delili daha var. Muhammed peygamber döneminde de hatta Muhammed peygamberden asırlar öncesinde bile spermin testislerde üretildiği biliniyordu. Eğer ben ateist olsaydım şu konu bana mantıksız gelirdi: Toplumun net bir şekilde bildiği bir konuda Kur’an’ı yazan Muhammed bu şekilde bariz bir hatayı neden yapsın? Çevresindekiler de mi uyarmadı? Çünkü ateistlere tuzlu su ile tatlı suyun karışmadığı bilimsel gerçeği Kur’an’da ifade ediliyor denildiğinde bu zaten o dönem biliniyordu diye cevap veriyorlar veyahut dünya ve gezegenlerin yörüngelerde döndüğü bilimsel gerçeği Kur’an’da Yasin suresinde geçtiğini söylediğimizde Muhammed o dönemde bunu Yunanlı filozoflardan aldı vs. diye cevap veriyorlar. Bu iddialarını eleştirmiyorum. Ateistlere bu noktada katılıyorum. Bu bilimsel gerçekler o dönemde biliniyor olmalı. Ancak benim eleştirdiğim nokta şu: Muhammed her filozofla konuşuyor, ateistlerin iddiasına göre çok zeki bir adam, astrofizik bile öğreniyor ama spermin nereden çıktığını bilmiyor öyle mi? Ateistler çok net bir şekilde çelişiyorlar. İşlerine gelince o dönem biliniyordu, işlerine gelmeyince Muhammed bilmiyordu o yüzden hatalı yazdıya dönüyor olay.

Üçüncü delilim ise Arapça olarak kavramı incelediğimizde ortaya çıkıyor. Burada “omurga ile kaburga kemikleri“ arasında diye çevrilen ifade "terâib"dir. Bu kavram el-İ’caz’da geçtiğine göre Kafa, kollar ve bacaklar hariç gövdenin tümünü ifade eder. Şu halde sperm gövdenin tümünden çıkmadığı da o dönemde bilindiğine göre kast edilenin yine insan olduğu görülecektir.

Tüm insanlığa sesleniyorum ve şunu diyorum: "Kur'an bilimle çelişmez, çelişmediği için çelişki uydurma rahatsızlığı olanlar var."

KAYNAKLAR

1.  Sonia Cihangir Meali, Tarık Suresi
2.  Gürkan ENGİN, Ateistlerin Kur'an'da zorlama yorumlarla hata aramaları
3.  Hayat Kitabı Kur'an Meali, Mustafa İSLAMOĞLU
 

yukarı çık butonu