Arama Yap
Görüntülenme 3,150
Yayın 03 Mart 2018

Evet, toplumumuzda yanlış bilinen konulardan biri de dövme yaptırmanın günah olduğudur. Bu düşünceye insanları iten kaynak ise buhari ve müslim’de geçen dövme rivayetidir. Dinimizin tek kaynağı olan Kur’an’da bu konuyla alakalı herhangi bir ayet yoktur. Aşağıda aktaracağım rivayet ise asılsız olduğu gibi ...
Görüntülenme 7,883
Yayın 15 Ocak 2018

Hırsızlığın türleri farklıdır ve her hırsızlık türüne aynı cezai müeyyide uygulanamaz. Bu adaletsizce bir tutum olur. Kur’an hırsızın elini kesin dememiştir. Bu hem mantıkla hem Kur’an’ın diğer ayetleriyle çelişir. Şimdi ben birazdan bu iddiaya sebep olan ayeti verip size delilleriyle birlikte sunacağım. ...
Görüntülenme 1,814
Yayın 13 Ocak 2018

Halk arasında yaygın olan yanlışlardan biri de Allah için Tanrı kavramının kullanılamayacağıdır. Özellikle dini hassasiyeti olan Müslümanlar bu kavrama karşı tepkilidirler. Ancak bu Tanrı kavramının ne olduğunu bilmemelerinden kaynaklanır. Tanrı öz Türkçe bir kelimedir ve geçmiş çağlarda Tengri olarak kullanılmaktaydı. Arapça karşılığı ise ...
Görüntülenme 7,764
Yayın 12 Ocak 2018

Kur’an’ın hiçbir yerinde Allah Hz. Muhammed için bu ifadeyi kullanmamıştır. Bazı meallere baktığımızda Muhammed peygamberin isminin yerine “Ey Habibim” ifadesi kullanılmıştır ki bu kesinlikle meal sahibinin keyfi tercihidir. Bilmeyen dostlarımız için açıklayalım Arapçada "Habib" kelimesi “Sevgili” anlamına gelir. Yani “Ey Sevgilim” tabirinin Allah ...
Görüntülenme 18,731
Yayın 21 Aralık 2017

Bir kere şunu kabul etmeliyiz ki Kur’an’ın cinselliğe bakışı  Müslümanın cinselliğe bakışından çok çok farklıdır. İnsanoğlunun çoğu örfünü özümsediğim söylenemez. Cinsellik konusunu “ayıp”, “günah”, “utanma”, “çekinme” vb. kavram ve duyularla tanımlarken hiç kimsenin görmediği zamanlarda Allah’ın da kendisini görmediğini sandığı o zamanlarda ...
Görüntülenme 14,515
Yayın 24 Kasım 2017

Bu yazıyı okurken ön kabullerden yola çıkmamanızı rica ediyorum. Yöntemimiz bellidir. Dinin tek kaynağı Kur’an’dır. Kur’an’ı hadisler ve mitolojilerle değil Kur’an’ı Kur’an ile tefsir edeceğiz   Ne yani! Şimdi bu ilahi kelamı, kendilerine iletmen için sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Elbet bunda, inanacak ...
Görüntülenme 10,659
Yayın 19 Kasım 2017

Bu yazımı canımdan daha aziz biricik peygamberim Hz. Muhammed’e ithaf ediyorum. Çünkü o Kur’an’a çok değer verdi. Bizim de Kur’an’a onun kadar değer vermemizi istedi. O’nun bize vasiyeti Kur’an idi. Ben de Kur’an’a onun kadar değer verdiğimi göstermek ve Kuran’a karşı işlenen ...
Görüntülenme 4,939
Yayın 14 Kasım 2017

Birkaç insandan böyle bir iddia işittim. Bu iddianın Kur’an’i bir zemini olmadığını ise bu yazımda belirtmek istedim. Şimdi iddia şu: İbrahim peygamber gökyüzüne bakarak ay, yıldız ve güneş’in Tanrı olamayacağını ve gerçek Tanrı'nın Allah olduğunu akıl yürüterek buldu. Şimdi bu iddiaya cevabı ...
Görüntülenme 2,639
Yayın 30 Ekim 2017

Yukarıdaki başlık Mısırlı düşünür İssam-al-Dine Hafni Nassif’e aittir. Bu yazım sünnet hakkındaki önceki yazılarımın devamıdır. Bu yazımda da araştırmacı yazar Nil Gün’ün sünnetle ilgili yalanlar ve gerçekler adlı kitabından yararlanacağım. Bir nevi o kitabın özeti gibi düşünebilirsiniz. Sünnet Hakkında Gerçekler Sanıldığının aksine, sünnet, çocuklukta ...
Görüntülenme 10,018
Yayın 29 Ekim 2017

Bu güne kadar hep sünnetin faydalı olduğu, gereksiz ve ileride sorun olabilen bir deri parçasını atmaktan ibaret olduğu ve başkaca da faydaları bulunduğu iddialarıyla yetiştik. Ancak bu iddialar gerçek mi? Bu yazımda bilim insanı Nil Gün’ün Sünnetle ilgili yalanlar ve gerçekler adlı ...
Görüntülenme 1,419
Yayın 26 Kasım 2016
güncellendi

İnanılmaz derecede basit bir tanrı anlayışımız mevcut. Tanrıya ulaşma yolunda çıkmaz bir sokağa geldiğimizde anlamamız gereken şey ona asla ulaşamayacağımız olmalıyken madem o bizim tarafımızdan kavranamayacak ve kapsanamayacak  kadar güçlü o halde Tanrıyı kavrayacağımız ve kapsayacağımız  bir küçüklüğe indirgeyelim dedik. Bu indirgemenin tarihi çok çok eskilere dayanır. Mısır Tanrıları ve Antik Yunan Tanrıları günümüzde bildiğimiz en yaygın iki örneği. Düşünsenize Tanrıyı o kadar basit bir varlık olarak düşündük ki o da bize benzeyecek kadar zayıftı.  Tek bir Tanrı onca varlığı yaratamaz ve bu kadar fazla işi aynı anda yapamaz diye düşünmüş olmalıyız ki Tek Tanrı anlayışı yerine Çok Tanrıcılığı seçtik. Poseidon denizlere hükmederdi ,Hades ise yeraltındaki ölülere.  Hem okyanus işleri ile hem yeraltındaki işlerle tek bir tanrı nasıl ilgilenebilirdi ki? Çünkü biz olsak yapamazdık ve bunu yapan bir varlığa gözlerimizle şahit de olmadık.Tüm bu işleri aynı anda yapacak kadar güçlü bir tanrı olabilir miydi ? Herşeye gücü yetecek ve her işle aynı an itibariyle ilgilenecek kudrette biri olabilir miydi? Tanrının gücünü anlayacak potansiyelimizin olmadığını anladığımızda Tanrının güçlerini elinden aldık. Artık o da bizim kadar zayıftı hatta öyle ki Tanrılar Tanrısı Zeus Tanrıların güç savaşında  yarı insan olan oğlu perseus’un yardımına muhtaç kalacaktı. En nihayetinde Tanrının gücünü elinden aldığımız için Tanrıdan daha güçlü olarak gördük kendimizi. Tanrıyı artık vesayet altına almıştık.Tanrının gücünü  hipotek altına aldıktan sonra  başladık Tanrı atamaya. Putları Tanrı olarak atayan bizlerdik. Böylelikle Tanrı bile atayan bir güce ulaşmıştık. Oysa ki gerçeğin üzerini yalanlarla örtmenin bir anlamı yoktu. Çünkü gerçek hala örtünün altında. Belki onu saklayacak gücümüz var ama onu yok edecek gücümüz yok. Tanrıdan çaldığımızı sandığımız koltukta oturdu nice uyanıklar. Bu uyanıklar arasında kimler yoktu ki. Sadece firavunları,nemrutları kastetmiyorum . Devletleri, istihbaratları, gizli tarikat ve oluşumları, insanlara hükmetmek için kendini Tanrı ilan eden herkesi.
             
Kısacası Tanrının gücünü kabullenip takdir etmemiz gerekirken onun gücünü gaspetmeye çalışmak ile geçti insanoğlunun tarihi süreci. İnsanoğlunun eline geçense koskaca bir aldanış oldu. Firavun O küçücük tahtında karşısında secde eden insanları görünce kendini  tanrının gücünde hissetmiş olabilir ancak gerçek Tanrının önünde dünyalar, gezegenler, sistemler, galaksiler, evrenler ve daha adını bile bilmediğimiz canlılar ve evrenler secde etmektedir. Tanrının gücünü ve potansiyelini yarattığı bir canlının anlaması pek mümkün değil elbet. Yaratılan bizler onun gibi hep var değildik, onun gibi hep var da olmayacağız. Sınırlı bir potansiyelimiz var. Tanrının sınırsızlığı ve o kavramaktan bile aciz olduğumuz gücüyle kendimizi kıyaslamak da istemiyorum çünkü Yaratıcı ile yaratılan arasında bir kıyaslama yapılması bile çok abes. Bir tarafta her atoma bile hükmeden bir güç diğer taraftan gözle görülmeyen bir bakterinin hayatına son verdiği aciz insan. Yoo Tanrıyı hakkıyla takdir edemedik….

Tüm bunlar yetmezmiş gibi Tanrıyı korumaya çalışan insanlara ne demeli ? Ona yapılan hataları onu koruma adına cezalandırmaya ? Bu kesim tanrının gücünün farkında mı ki ? Cevabım tabi ki hayır Tanrının hükümdarlık koltuğunu gasbedebilecek kadar güçsüz  sanan avanak ile  Tanrının korunmaya ihtiyacı varmış gibi davranan insanın farkı var mı ? Her ikisi de Tanrıyı güçsüz olarak görmektedir. Yani aslında Tanrıyı görememektedir. Bu tür insanlar Tanrının yerine Tanrıya karşı işlenen günahları cezalandırmaya çalışır. Bu tür insanlar da gaspçıdır aslında. Gaspettiği Tanrının yargıçlık yetkisidir. Ne büyük garabet. Sanki Tanrı kendisine karşı yapılan saygısızlığa karşılık verecek güçte değilmiş gibi.
 


“Günah, Tanrı’nın kanununa karşı koymaktır. Hiçbir beşeri kanun günahı cezalandıramaz. Vesayet altına alınamaz Tanrı, korunmaya da ihtiyacı yoktur. Tanrıya yapılan saygısızlığı cezalandıracak kanun, Tanrıya karşı en büyük saygısızlık” (MAĞARADAKİLER, CEMİL MERİÇ)

Görüntülenme 1,213
Yayın 02 Aralık 2016
güncellendi

Önemli bir karar alırken yapılan işi baz alıp olayla ilgili yüzeysel kararlar alınması telafisi mümkün olmayan zararlara sebep olacaktır. İşin iç yüzünü öğrenmeden verilmiş bir karar bağlamından koparılarak aktarılmış bir kelimeye benzer. Hz. Muhammed zamanında yaşanmış Hatıb b. Ebi Beltaa olayında peygamber rehavete kapılmayıp Hatıb’ın kişiliğini ve niyetini olaydan bağımsız düşünmedi. Peygamber bu olay üzerinden bize "yargılama ahlakını" öğretiyordu. Şimdi Hatıb olayını size aktarayım.
 

Hatıb b. Ebi Beltaa Bedir Savaşına katılmış, Allah’ın kendilerinden razı olduğunu bildiren Hudeybiye bey’atında elini nebinin eliyle buluşturmuş ve peygambere arkadaş olmayı hak etmiş biri Mekkenin fethi öncesi hazırlanan ordunun güzergahı oldukça gizli tutulmuştur. Hedefin önceden söylenmemiş olmasına rağmen, Hatıb tecrübesinin de yardımıyla seferin Mekke üzerine olduğunu kestirerek Mekkelilere durumu bildiren bir not yazar ve bir kadınla yollar. Durumu özel kaynaklarıyla haber alan Hz. Peygamber, Ali’yi yanında birkaç kişiyle birlikte duruma el koyması için görevlendirir. Ali tam da peygamberin haber verdiği gibi kadını Mekke yolunda yakalar. Önceleri inkar eden kadın üzerinin ayrıntılı bir biçimde aranacağının söylenmesi üzerine saç örgüleri arasına sakladığı mektubu çıkararak Ali’ye uzatır. Mektub sahibinin hatıb olduğu tereddüte yer bırakmayacak biçimde anlaşılmıştır. Hatıb getirilir. Olayı haber alan Ömer yapanın niceliğine ve niteliğine değil, yapılanın nicelik ve niteliğine bakarak Hatıb’ı ihanet suçundan dolayı ölümle cezalandırmak ister. Fakat Hz. Peygamber olaya daha farklı ve kapsayıcı bir noktadan bakmaktadır. Sadece yapılan işin niteliğini değil, yapanın kimlik ve kişiliğini dikkate alarak ona bunun gerekçesini sorar. Hatıb suçu üstlenir fakat maksadının Peygambere ve İslam toplumuna ihanet değil. Mekkeden çıkarken arkada bıraktığı çoluk çocuğunu muhtemel bir savaş sırasında Mekkeli putperestlerin şerrinden korumak, onlar için bir güvenlik garantisi sağlamak olduğunu söyler. Hz Peygamber yapılan eylemin vahametine rağmen yapanın kimlik ve kişiliğini, niyet ve gerekçesini dikkate alarak Ömer’in teklif ettiği cezayı reddeder. (NE YAPMALI NASIL YAPMALI KİMİNLE YAPMALI, MUSTAFA İSLAMOĞLU)


İnsanları yargılarken acele etmemek yılların biriktirdiği sevgiyi bir yanlıştan dolayı tamamen silmemek gerek.  Yapılan yanlış bilinçsizce yapılmışsa ve karşı tarafa zarar vermek maksatlı değilse o biriken sevginin, dostluğun kaldığı yerden devam etmesi daha erdemli  bir davranış olacaktır.

Görüntülenme 1,999
Yayın 03 Aralık 2016
güncellendi

Hz. Muhammed vefat etmeden önce tüm gücünü yürekleri fethetmeye adamıştı.  Asla saldırı ve savaş meraklısı olmadı. Mekkede müslümanların evlerini yağmalayıp ailelerine zarar veren Mekkelilere bile saldırı iznini vermedi. Bakara suresi 190. ayette  Allah saldırı (Bedir Savaşına) izni verinceye kadar Müslümanların sabırla beklemesini istedi.
 

"Size karşı savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat saldırganlık yapmayın! Allah saldırganlık yapanları sevmez." (QUR’AN- BAKARA,190)


Ayetin başlangıcını dikkatten kaçırmamak gerek. Ayette "size karşı savaş açanlarla" ibaresi önemlidir. Çünkü islamda saldırı savaşı yoktur. İlla ki savaş yapılması gerekiyorsa karşı tarafın açtığı bir savaş olması gerekir. Müslümanlar yalnızca kendilerini ,ailelerini mazlumları koruma adına kendileriyle girişilen bir savaşa karşı savaşma yetkileri vardır. Bugün yanlış bir algı Müslüman kesimlerin bilinç altına yerleşmiştir. O da cihat olgusudur. Müslüman kesimler işgal ile cihat’ı karıştırmakta son derece ısrarcı bir tutum sergilemektedirler. Halbuki biz peygamberden cihat’ın anlamı olarak yürek fethini anlamıştık. Peygamber vefat ettikten sonra cihat kavramının anlam merkezi kaydırıldı ve ilk anlamı olan " Yürek fethi " değiştirilerek "Toprak Fethi" şekline sokuldu. Elbette bunu yapanlar peygamberin dostu olanlar veya cihat aşığı insanlar değildi. Güç yani o zamanki değeriyle toprak aşkı olanlardı. Güçlüler ve kurnazlar güç elde etmek için islamı kullanmayı seçtiler ve bilinçsiz Müslümanların kulağına "bu bir işgal değil bu bir cihat" diye fısıldadılar. Bu durum sadece Müslümanlara özgü değildi. Güçlüler güç elde etmek için hristiyanlığı da kullanmış bilinçsiz hristiyanları arkalarına yığarak güya kutsal toprakları biz kafirlerden arındıracak ve bu cihat karşılığında cenneti hak edeceklerdi. İnsanlara mal,mülk,para ve servet için oraları işgal etmeye gidiyoruz deselerdi Haçlı Seferlerine katılımın o denli büyük olmayacağı kesindi. Güçlülerin dini yoktur. Onlar güce giden yolda her türlü kutsalı çiğneyecek yapıdadırlar. Onlar gücü takip eder. Bir bakarsınız Yahudiler güçlüyken onlardan yanadırlar, bir bakarsınız Hristiyanlar güçlüyken bunlar da Hristiyan olmuştur o da ne İslamiyet güçlüyken de bunları en dindar Müslümanlar olarak görürsünüz.  Bilinçsiz kitleleri gelin sizi Tanrı’ya götürüyoruz deyip bataklıklara sürüklerler. O insanlar bataklıkta batarken bunlar kafalarına basıp saltanat bahçelerine giderler. O insanların çoğu bataklıkta batarken güçlülerin bataklığı geçmek için kafalarına ihtiyaçları olduğunu anlamaları gerekirken Tanrı için battıklarını sanırlar. Cihat, tıpkı bu verdiğim misal gibidir. Bu kavramı kullanan efendiler kitleleri Tanrıya değil amaçlarına taşıdılar , taşıyorlar ve taşıyacaklar. Çünkü cahiliz. İşgal ile cihat arasındaki farkı toprak fethi ile yürek fethi arasındaki farkı göremiyoruz. Cihat, yürek fethiydi ve Allah’ın isteğiydi. İşgal toprak fethiydi ve insan isteğiydi.

Evet cihat saldırganlık ve işgalcilik değildir ama bir yanlışın kapılarını da aralamak istemem. Bu demek değildir ki bizim haklarımıza, fikirlerimize,umutlarımıza ve geleceğimize savaş açanlara karşı yumuşak olmalıyız. O tür gaspçılara  karşı geleceğimizi koruma  adına en sert savaş mücadelesini vermeliyiz. Bu mücadelede Mahatma Gandi gibi de yumuşak olmamalıyız. Gandi güçlü insanların bize dayattığı ve yücelttiği bir örnek. Gandi’yi örnek almamızı istiyorlar çünkü Gandi’ye göre işgalcilerle silahsız ve zararsız mücadele edilmeliydi. İşgalciler için Gandi’den iyi düşman bulunabilir mi? Onlarla haklarımızı tecavüzden vazgeçinceye kadar savaşmalıyız. Güçleri kırılıp bundan vazgeçince de Allah’ın dediği gibi "bu sefer sıra bizde" deyip biz saldırganlık göstermemeliyiz. Güçleri kırıldığı noktada artık bize yakışan merhamet ve adalettir.

Bakara 190. ayettin  sonunda Allah saldırı izni verirken bile ince bir ayar yapmayı uygun buluyor ve " fakat saldırganlık yapmayın! Allah saldırganlık yapanları sevmez" uyarısını hiç geciktirmeden veriyor. Çünkü bizleri tanıyor. Zaaflarımızın farkında. Bu uyarı  ne kadar acil ki Allah uyarıyı yapmak için başka bir ayeti beklemiyor ve direk izinin ardından bizde "Saldırı Ahlakı"nı inşa etmeye  çalışıyor. Saldırırken işgalci, yok edici, yakıp yıkan bir saldırıda bulunmamızı istemiyor. Kendimizi korumak için bile saldırdığımızda yıkmak için değil inşa etmek için, yok etmek için değil hakkını almak için saldırmamızı ve bunun ötesine geçmememiz için net bir ikazda bulunuyor. Peki bunun ötesi ne ? Elbette bunun ötesi işgaldir. Saldırganlık yapmayın ile işgalcilik yapmayın arasında anlamsal olarak bir fark görmüyorum. Peki Saldırganlık yapanlara karşı geçmişte bir tepki oldu mu ? Ya da Toprak fethi ile yürek fethi arasındaki ince çizgiyi görenler oldu mu ? Ömer’in halifeliğinde yaşanan bir olayı aktarmak isterim.
 

Filistin ordusu komutanı Amr.b.As tarih boyunca her cihangirin ve dünya devletinin ağzını sulandıran ve Afrikanın kapısı sayılan zengin Mısır’ı alma izni isteyen mektubunu yolladığında, Halife Ömer telaşlanmış ve yazdığı cevabı mektupta "Eğer bu mektup eline geçtiğinde Mısır’a girmemişsen kesinlikle girme ve geri dön" diye emir vermişti. Halifenin bu hassasiyetini iyi bilen ordu komutanı Amr.b.As mektup eline yolda geçtiği halde içerisinde yazılanları hissederek Mısır’a girinceye kadar açmamış  ve Mısır’ın fethini emri vaki olarak göstermişti. Yine Halife Ömer, Bahreyn’den iran’a kaçan asileri kovalama bahanesiyle iran imparatorluğunun topraklarını işgal eden bir komutanı şiddetli bir biçimde azarlayarak azletmişti. Bütün bu hareketlerin arkasında yatan sebep, bu fetihlerin bir insan ve yürek fethine dönüşmeyip toprak işgaliyle sonuçlanması korkusuydu. Amaç ne cihangirlik davası, ne ganimet sevdasıydı. Amaç insanla İslam arasındaki engeli kaldırmaktı. Halife Ömer, gönüller fethedilmeden toprakların ele geçirilmesi gelecek açısından kaygı verici buluyordu. Onun düşüncesi Mısır’ın İslamlaşmasıydı, iran’ın İslamlaşmasıydı. Bu da insana dönük fetihlerle gerçekleşebilirdi. Eğer böyle yapılmaz da toprağa dönük bir fetih anlayışı egemen olursa o zaman tam tersi olur, İslam mısırlılaşır ve İranlılaşırdı. Öyle de oldu. Ömer’in hassasiyetini taşımayan yöneticilerin yanlış fetih anlayışları Ömer’in korktuğu şeyin çok geçmeden başa gelmesine sebep olmuştur. (YÜREK FETHİ, MUSTAFA İSLAMOĞLU)


Yazar ,Ömer’in böyle bir kaygı taşıdığını düşünüyor. Fakat aklıma takılan bir soru sebebiyle ben öyle bir kaygıyı duyuyor olsa bile çok az bir his olduğu kanaatindeyim. Madem ki Halife Ömer böyle bir kaygı taşıyor daha sonra Mısırlılardan niçin özür dileyip kendilerine geri vermiyor. Böyle yapsaydı Allah’ı daha fazla hoşnut etmez miydi? "Komutan atadığım bu kişi işgal arzusunu cihat kılıfıyla yaptı. Kusura bakmayın" deyip geri çekilse Mısırlı halkın yüreğini fethetmiş olmaz mıydı? İçimizden bazıları şunu diyebilir: "O zamanın şartları öyle gerektiği için Halife öyle davranmıştır." Bu cümleyi son yıllarda çok fazla duydum ve inanın bu cümle kadar içi boş bir cümle daha bilmiyorum. Bakara 190 da " fakat saldırganlık yapmayın! Allah saldırganlık yapanları sevmez."  Ayeti açık değil mi? Ne yani Bu ayet indikten 15 yıl sonra şartlar değiştiği için bu ayet artık işe yaramaz mı diyorsunuz. Hatta bir arkadaşla sohbet ederken bana şöyle demişti " Fatih Sultan Mehmet devletin bekası için kardeş katlini caiz kılan fetvayı verdi. O zamanın şartları onu gerektiriyordu." Halbuki  Kur’an daki " Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkartmaya karşılık olmaksızın, haksız yere bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur." (Maide,32) ayeti yeterince açık olmasına rağmen böyle bir düşünceye inanmasını aklım almıyordu. Biri çıkıp Ömer şu şu sebeplerden dolayı bu dediğini yapamadı deyip sosyolojik bir analiz yaparsa bunu elbet kabul ederim. Ancak Şu ne olduğu bilinmeyen şartların sebebi bilinmeyen bir etkenden dolayı o insan için farklı olması anlamsız bir bahane ve yapılan zülme kılıf bulmaktan başka bir şey değildir. Toparlamak gerekirse "Cihat" kendi davanda yüreklerin fethedilmesi için ortaya koyduğun bir ömürdür. Toprak işgali değildir.
 

Görüntülenme 1,546
Yayın 05 Aralık 2016
güncellendi

1600’lü yıllardan önce dünya güç dağılımında Doğunun Batıya mutlak bir üstünlüğü vardı. Doğu bilimde, teknolojide, servette ve kültürel birikimde Batının ilerisindeydi. Batı’nın tüccarları Doğu’nun zenginliklerini ülkelerinde anlatmaya başladı. Böylece Batı Doğunun sahip olduğu olanaklara sahip olmak istedi . Zaten Haçlı Seferleri  bu zenginlikleri batıya taşımak için yapılmadı mı. Bunlar ilk kıvılcımlardı. Bazı maceraperest cesur insanlar Dünya’yı keşfetmek için yelken açtılar. Kendilerini bu sefalet ve yokluktan kurtaracak bir şeyler aramaya koyuldular. Değil mi ki en büyük patlamalar mahrumiyetin zirvesinde yaşanırdı. Batı Doğudan bilim ithal etmeye başladı yetinmeyip daha iyi olabilmek için öğrendiğini geliştirmeye ve pekiştirmeye başlamıştı.  Coğrafi Keşifler ile beraber zenginliğin akışı Batı’nın kontrolüne geçti ama Batı hala topallıyordu. Çünkü zengin olmak mahrumiyeti bitirmediği gibi insanın nelerden yoksun olduğunun şuurunu oluşturur. Batı’nın koşması engelleyen zincirler takılıydı ayaklarına. Kilise ve papalık ayaklarını skolastik fikirlerle zincirlemişti. Klise bilime karşıydı. Kendi güçlerini koruma adına bilime savaş açmış bu güruh Batı’nın önünde en büyük duvardı. Batıda  bu durumdan kurtulmak için kendi çabaları ile kendilerini geliştiren bilim adamları harekete geçti.  Rönesans ile bilimi Tanrı ilan ettiler, Reformla da eski tanrılarını kiliseye gömdüler ve böylece ayaklarındaki son prangadan kurtulmuş oldular. Artık eşitlik bozulmuş Batı Doğunun önüne geçmişti. Fakat yine de bir şeyler eksikti. Çünkü Doğuda binlerce yıllık bir fikir ve kültür birikimi varken Batı bu birikime fırsat bulamamıştı. Bunun sebebi  ise sefalet içindeki toplumlar sadece karınlarını nasıl doyurabileceğini düşünürler. Fikirsel öğeler, kültürel ve sanatsal öğelere ayıracak vakitleri yoktur. Zenginleşen Batıda bu değişim rüzgarı hemen kendini fark ettirdi. 1700’lü yılların sonuna gelindiğindeyse Fikir birikimlerinin çatışması başladı. Toplum daha iyisini taleb ediyor, daha iyi yaşamak istiyordu. İnsanlar zenginleştikten sonra durumlarını düşünme fırsatı bulmuş ve Fransız İhtilaline giden süreç başlamıştı. Derken Sanayi İnkılabı ile Batı zenginlik ve servette koşmaya başladı. Sanayi İnkılabı ile Batı bilimi dünyaya satmaya başladı. Bu noktadan sonra dünyada para eden şey yiyecekler, halılar, baharatlar, kumaşlar değil bilgi oldu. Böylece Doğu elindeki tek ticaret nesnelerinin değerini kaybetti. Batı böylece  dünya’nın sistemini de değiştirmiş oldu . Para kazanmak için daha fazla toprağa değil daha fazla bilgiye ihtiyacınız vardı. Artık Batı Doğuya mutlak üstünlüğü sağlamıştı. Doğu yaşlanmış gözlerle Batının ilerleyişini sadece seyretmekle kaldı. Batı güçlendikçe kabuğuna sığmamaya başladı. Gözlerini doğuya çevirdiler. Çünkü her ne kadar üreten kendileri olsa da hammadde doğudaydı.

Doğudakilere kendilerini takip etmeleri gerektiğini çünkü kendilerinin az gelişmiş ülkeler olduğunu, batıyı takip etmezlerse yeni dünyada yerlerinin olamayacağını söylediler. Batının sadece bilimde bizden daha ileride olduğunu ve kazandıkları gücü de bilimi satarak sağladığını anlayamadık. Batıyı her konuda üstün kabul edip kendimize ve özümüze ait olan her şeyden utanmaya başladık.  Japonya  meiji restorasyonu adı altında kendi öz kültürü olan samuraylık geleneğinden utanır hale gelmesi bunun en somut örneğiydi. Batı hayranlığı öyle bir fanatizme dönüştü ki samuraylık kültürü ülke de suç bile oldu. Batı amacına ulaşmıştı. Doğuyu  ikinci sınıf topluluk olduklarına inandırmakla kalmamış kendilerini körü körüne taklit eden  bir fan kitlesi de oluşturmayı başarmıştı. Osmanlıda da durum pek farklı değildi. Lale devrinin başlattığı batı hayranlığı tanzimatın yayınlanması ile fanatizme dönüştü. Doğu Batının tüm hastalıklarını modernlik adı altında  bünyesinde toplarken. Batının ilmini, fikir birikimini ve faydalı olan her şeyini bünyesinde toplamayı akıl dahi edemiyordu. Tıpkı onların bizden aldıkları gibi bizde bilimi onlardan alıp daha ileriye gitmeye çalışacağımıza onları bir gölge gibi hep arkadan takip etmeyi seçtik. Basiretimiz bağlanmıştı. Batı bizim az gelişmiş ülkeler olduğumuz için korunmaya ve medeniyet kervanını yakalamamız için ülkelerimize el koyduklarını açıkladılar. Sözüm ona bizi modern dünyaya entegre edeceklerdi. Doğu öz kaynaklarının sömürüldüğünü ve haraca bağlandığını anlayana kadar iş işten geçmişti. Bugün bile bunu anlamayan birçok toplum ve devlet mevcut. Bugün bile kendini aydın olarak topluma kabul ettirmiş bazı insanların Batı denildiğinde gözlerinin parladığını görürsünüz. Kendisini onlardan daha geride gören, daha ezik bir kişiliğe sahip bu insanlar “kurtuluş batıdır” diyorlar. Medeniyet bir tren ise Batı bu trende lokomotiftir. Bunu inkar eden de  yok. Fakat benim anlamadığım aydınlarımızın gözlerini lokomotif olmaya dikmeleri  gerekirken niçin sonsuza dek lokomotifi arkadan takip eden birer vagon olmayı seçiyorlar. Gözlerini ancak o kadar mı uzağa dikebiliyorlar? Batı doğuya ne yaptı bilmiyorum ama her ne yaptıysa başarılı oldu. Çünkü Doğu insanı kendisini yarım insan Batı insanını tam insan olarak görüyor. Onları medeni olarak kendisini  ise geri kalmış olarak görmesi konusunda epey ikna edici olmuş. Fakat hatalarımızın farkında olan uyanık şuurlar da var. Atilla İlhan  bir yazısında diyordu ki: ”Bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.” İlhan olayın içyüzünü görmüştü. Batılılaştığımızı sanarken tek yaptığımız Batı’nın müşterisi olup tüm paramızı çalmalarına izin vermekti. Onlar kıravat üretecek biz de güya modern olmak için kıravat alacaktık, onlar gömlek üretecek biz de modern olmak için onlardan gömlek alacaktık. Batı ürettiği malı almaları için bu mal medeniyetin bir gereğidir diyecek bizi ikna edecekti. Japonya diğer doğu ülkelerinden daha erken uyandı. Batının sadece mallarını almadı. Eğitim modelini, teknolojisini, silahlarını, kütüphanelerini  kısacası bilimini almaya çalıştı. İşte batılılaşmayı asıl yakalayan onlardı. Bugün Japonyanın farkı Doğu Ülkerlerinde bariz bir noktada. İlhan’ın dediği ikinci olgu ise batı sandığımız gibi değildi olgusu. Batının mükemmel bir konumda olmadığını vurguluyordu. Bilim ve Teknolojide olan ilerleyişlerine olan hayranlık gözümüzü o kadar kör etmişti ki onların bilim dışındaki her konuda bizden çok daha geri kalmış olduklarını göremedik. İnsanlık, Ahlaki değerler, fedekarlık vs.. birçok değerde bizden çok daha gerideydiler. Batı’nın bir ruhu yoktu. Tüm servetlerini maddeye dökmüşlerdi. Cemil Meriç bu konuyu daha somut açıklayan bir yazısında
"Doğu, sonsuzu kucaklayan düşüncesini armağan edecekti insanlığa: Batı, tekniğini. Biri ruhtu, öteki madde.İki medeniyetin kucaklaşması Asyalı şairin en büyük emeli,en muhteşem ümidiydi." diyordu. Doğu’nun gerçek aydını olan Cemil Meriç  Bir başka yazısında ise:
"Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini. "Ben Avrupalıyım" demeye başladı. "Asya bir cüzamlılar diyarıdır" Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara ve kulağına "hayır delikanlı" diye fısıldadılar "sen bir az gelişmişsin" ve hristiyan batının göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir "nişan-ı zişan" gibi gururla benimsedi aydınlarımız. Hayret yerini hayranlığa bırakır, hayranlık teslimiyete." demişti.

Daha ne kadar süre Doğu gerçek Düşmanını göremeyecek ? Batı ahlaktan arınmış kültürünü  ve mallarını bize modernlik  ve medeniyet çatısı altında parayla satarken  Batılılaşmanın bizi batırdığını ne zaman idrak edeceğiz? Büyük aydınımız Cemil Meriç aslında bizdeki hastalığın teşhisini yapmıştı. Biz tecavüzcüsüne aşık aptal bir kızdık.
 

Görüntülenme 1,423
Yayın 07 Aralık 2016
güncellendi

Kur’an da Tevbe suresi 31. ayette Yahudi ve Hristiyanların Allah dışında bir takım kimseleri de rabb olarak kabul ettiklerinden bahsediyor. Aslında o dinler üzerinden somut olarak yapılan yanlışı görmemiz isteniyor. Yoksa verilen mesaj yahudi ve hristiyanlara değil onlar üzerinden tüm insanlığadır.
 

"Allah’ın peşi sıra, hahamlarını ve rahiplerini – tabi ki Meryem oğlu Mesih’i  de- rabler edindiler. Oysa ki , tek bir ilahtan başkasına asla kulluk etmemekle emr olunmuşlardı; (O ki) Ondan başka ilah yok; ve O onların putlaştırdıkları her şeyden beri ve yücedir." (Tevbe, 31)

Kendisi Müslüman olmadan önce bir hristiyan olan Adiy b. Hatem Hz. Peygamberin bu ayeti okuduğunu duyunca "Ama biz ona tapmıyorduk ki!" diye itiraz eder. Hz peygamber şu cevabı verir:
"Siz onların haram kıldığını haram, helal kıldığını da helal bilmiyor muydunuz?  İşte bu onları rab edinmektir." (İbn Kesir ve Taberi)

Her ne kadar ayetler haham ve rahipler üzerinden örnek veriyorsa da aslında muhatap tüm insanlıktır ve mesaj açıktır "Toplumun söz sahibi insanları Allah’ın yetkisi dahilinde olan bir kanunu kendileri koymaya kalktıklarında onlara uymayın. Eğer uyarsanız onları Rab olarak kabul etmiş olursunuz"  şeklinde anlamakta bir hata görmüyorum.
Bu konuya somut bir örnek daha vermem gerekirse Peygamberimiz zamanı yaşanmış (Abdullah İbni Huzafe olduğu söylenir kesin değildir) olayını aktarmak istiyorum.  Peygamberimiz  bir komutanın emrine bir müfreze verir ve onu Huneyn seferi sırasında bir yere gönderir.  Komutan  askerlerin kendilerine olan bağlılığı ölçmek için bir ateş yaktırır ve askerlere "kendinizi bu ateşe atın" der. Fakat askerler bunu reddedip olayı Hz. Muhammed’e bildirirler. Nebi şu karşılığı verir: "Eğer mücâhidler bu ateşe girselerdi kıyâmet gününe kadar ateşten çıkamazlardı. (Çünkü âmire) itâat, ma’kul ve meşrû olan emirler hakkındadır! " (Buhari Ahkam 4). Görüldüğü gibi sadece Allah’ın emredebileceği bir konuda insan emirleri dinlenmez. Biliyorum Allah böyle anlamsız bir tavırda bulunmamızı istemez elbet ama bu örnek durumu iyi açıkladığı için seçtim.  Komutan  insanlardan kendilerini kurban etmelerini yani intihar etmelerini istemiş Allah’ın haram kıldığını helal kabul etmiştir. Kimse Allahmış gibi emirler veremez ya da helal ve haram sınırlarını belirlemeye kalkamaz. Bu Hz. Muhammed dahil diğer tüm peygamberler de olsa değişmez. Kur’an da Tahrim suresi 1. Ayette Hz. Muhammed’i helal kılınan bir şeyi kendine haram kılmasından dolayı uyarmaktadır.
 


"Sen ey peygamber! Eşlerin(den bir kısmının) rızasını kazanmak için, neden Allah’ın helal kıldığı şeyi kendine haram ediyorsun? Yine de Allah çok bağışlayıcıdır, sınırsız merhamet kaynağıdır." (Tahrim,1)


Peygamber bunu sadece kendisine yasak etmesine rağmen Allah bunu kabul etmemektedir. İslam şeriatının yasakları arasında olmayan bir şeyi yasaklamak , şer’an yasak değildir. Yasak olan şey, yasaklananı emretmektir. Helal ve haramı yalnızca Allah’ın belirleyebileceğini vurgulayan diğer bir örnek te şudur. Peygamberimize Elçiler yılında gelen kabilenin helal hayvanların yüreğini yemeyi haram saydıklarını öğrenince "Yürek yemezseniz imanınız olmaz" demiştir. Biz İslam da yürek yemenin İslamın şartlarından biri olmadığını biliyoruz. Peki nebi niçin böyle bir tepki verdi o kabileye? Çünkü bunun iki sebebi var. Birincisi kimse Allah’ın helal dediğine haram deme yetkisi yoktur. Helal ve haram belirleme yetkisi sadece Allah’ındır. İkincisi bu kabile daha önceki inançlarından dolayı yürek yemiyordu.  Eğer İslam inancını seçmişlerse eski inançlarıyla bağları kopmalıydı. Yoksa islama kendi inançlarını taşıyacak o kabilenin yeni nesilleri bunu islam’ın emri olarak göreceklerdi.
 

Görüntülenme 1,675
Yayın 12 Aralık 2016
güncellendi

Kader konusu peygamberin vefatından yaklaşık 50 yıl sonra tartışmaya açılmıştır. Sebebi açık, güç sahibi otoriteler fakirlerin, işçilerin vs… mazlumların zilletlerinin kaynağının ilahi kader olduğuna inandırmak istemeleri. Böylece geniş kitlelerin çektikleri acılar Allah’ın kaderi olacaktı. Böylece isyan ve benzeri duygulara kapılma cesareti göstermeyeceklerdi. Kader güç otoritelerinin meşruluğuna koltuk değnekliği yapması için muhteşem bir fırsattı. Halkın kaderi fakirlik ve zilletti , kendilerinin kaderi ise iktidardı.

"Hicri ikinci ve üçüncü yüzyılda bayağı kızışan, hatta etrafında yapılan tartışmalar kısa zamanda mezhepleşen kader konusu bu noktada kalmayıp söz konusu tartışmaların galibi olan kelamcıların kendi nazariyelerini kadere iman adı altında cahil kitlelerin eline tutuşturulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu tavır ümmeti katı bir fatalizm(kadercilik)’in hoyrat pençesine düşürecektir. Kur’an’ın şiddetle reddettiği şirk koşanların kader inancı, yukarıdaki süreç sonunda Müslüman kitlelerin kader inancı haline gelecektir. Evet , ne diyordu Allah’a şirk koşan kitap ehli müşrikler:
 

" Bir de, Allah’tan başkasına ilahlık yakıştırmakta direnenler dediler ki: Eğer Allah dileseydi, ne biz ne de atalarımız, hem ondan başka hiçbir şeye kulluk etmez hem de ondan başkasının (sözüyle) hiçbir şeyi haram kılmazdık. Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı; peki, bu durumda elçilere (mesajı) açık seçik bildirmek dışında başka ne düşer?" (QURAN-NAHL,35)

Kadere iman nedir sorusuna ayetler arasında yaptığımız bu kısa seyahetten sonra Kur’ani bir cevap vermek gerekirse; Kadere iman, Allah’ın tüm mahlukat için bir ölçü, bir nizam ve intizam, bir düzen, bir zaman, bir mekan, bir hedef ve gaye, bir ilke ve kanun belirlediğine, hiçbirşeyi gayesiz, ölçüsüz, tartısız, gelişigüzel, başıboş yaratmadığına iman etmektir….
 

….. "De ki: İyi bilin ki, yalnız Allah katındadır  hakikaten en kesin delili; ve O dileseydi,hepinizi doğru yola yöneltirdi." (QURAN-ENAM,149)

Fakat gel gör ki Allah’ın takdiri, hepinizi kudretiyle hidayete erdirmek biçiminde değil de seçme hakkını size vermek, size irade hürriyeti tanımak biçiminde gerçekleşti. Artık sizin yani insanoğlunun kaderiydi seçmek." (İMAN- MUSTAFA İSLAMOĞLU)

Yazar kader ile ilgili görüşlerini belirtirken kader nedir sorusuna da cevap vermiş ve insanın kaderinin seçmek olduğunu çok iyi vurgulamış.Çarpık bir kader inanışı teslimiyetçiliği getirir. Bu da çoğu insanın yaşadığı zorlukları kader olarak görmesini isteyen iktidar sahibi otoritelerin çıkarlarına hizmet etmekten öteye gitmiyor. Bunun ile ilgili ve kaderin tarihsel sürecinde uğradığı anlam mutasyonuna bir göz atalım.
"Emevi Hanedanın ikinci kralı Yezid der ki "Boşuna uğraşmayın Allah bizi istiyor. Allah bir şeyi beğenmediği zaman onu değiştirir." (ibn Kuteybe Uyunul- Ahbar II/239)
Yine emevilere göre Allah Rasülünün ehli-beytini beşikteki bebesine kadar doğrayan kendileri değil haşa Allahtır. Aynı hanedanın bir üyesi olan küfe valisi ibn Ziyad ehli beytin bir çuvala doldurulmuş kesik başlarını Zeyneb’in (Peygamberin torunu)   acısına acı katmak için kanlarını savura savura boşaltılırken bir yandan da  diyordu ki:" Gördün mü Allah ehli beytine ne yaptı?"
Peygamberin torunu Hüseyinin kesik başı yezide gönderilince Yezid, karısının Bu Allah Rasulunun kızı Fatma’nın oğlunun başı mı? Sorusuna şu cevabı verecektir: "Evet, onun için yas tut. İbn-i ziyad acele edip ona saldırdı, Allah da hüseyini öldürdü." (Taberi, Tarih v/465)
Bu anlayışa göre olan bitenlerin tümü Allah’ın kaderiyle olmuştur. Haccac, Kabeyi mancınıklamış ve yakmışsa bu Allah’ın kaderidir. Ordu komutanı Müslim b. Ukbe, Harre günü askerlerine bir çoğu sahabe karısı ve kızı olan Medine kadınlarının ırzına geçme izni verdiyse (İbn Kesir, El- Bidaye) Haşa bu daAllah’ın kaderiydi. Bu kader anlayışı çok geçmeden Cebriyye adıyla meşhur olan bir mezhebe dönüşecektir. " (İMAN- MUSTAFA İSLAMOĞLU)
Peki Hz. Muhammed kaderi nasıl okudu ve nasıl yorumladı ya da halife Ömer ona da bakalım.
" Ebu Huzameden: Dedim ki Ey Allah’ın Rasülü, okunuyuruz, ilaçla tedavi oluyoruz ve korktuğumuz şeylerden korunmak için tedbir alıyoruz. Bütün bunlar Allah’ın kaderini bizden çevirir mi? Allah Rasulü buyurdu ki: Bunlar da Allah’ın kaderidir. (Tirmizi Tıb b:21 No:2065)

Derdi kader sayıp devayı kader saymayan, düşmeyi kader sayıp kalkmayı kader saymayan, zayıflığı kader sayıp güçlülüğü kader saymayan çarpık anlayışa bir reddiyedir. Allah rasulünün bu tavrı Şam topraklarının fethini kutlamak ve İslam ordularını teftiş etmek için Halife Ömer yola çıktı. İslam orduları baş komutanı Ebu Ubeyde B.Cerrah Halifeye ve ordu arasında veba salgını olduğunu haber verdi. Ömer, beraberindeki insanlara seslenerek "Ben hayvanımın sırtında sabahlayacağım. Siz de öyle yapın " dedi. Ebu Ubeyde sordu: "Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun" Ömer dedi ki:" Keşke bu sözü senden başkası söyleseydi Ey Ebu Ubeyde! Evet Allahın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum" (Buhari Tıb b:30) " (İMAN- MUSTAFA İSLAMOĞLU)

Görüldüğü  gibi peygamber ve yakın arkadaşları kaderi kötü olaylara karşı Allahtan gelmiş deyip kabullenmek olarak görmemiş kötü olaylara karşı mücadele etmeyi de kaderin bir parçası olarak görmüşler. Ömer vebanın içine gitmemeyi Kaderden kaçmak olarak görmedi. Bakalım alın yazımızda varsa biz de hastalanırız diye düşünmedi. Ona göre veba gibi bir salgına karşı önlem almak ve o hastalığa karşı korunmaktı kader. Kader kavramına peygamberin vefatından bugüne kadar  insanlar tarafından sürekli tecavüz edilmiş desek yanlış bir ibare kullanmamış oluruz. Sonuçta günümüz insanı kaderi, bize dayatılan zilleti, acıları, sefaleti alın yazısı olarak gören bir zombiye dönüşmüştür. Kader kavramı kadar güç otoritelerinin işine yarayan başka kavram yoktur herhalde. Bu kavram sayesinde yüzyıllarca yıl insanlar aç ve sefil olmalarını Allah’ın kaderi olarak gördü.  Allah’ın doyması için verdiği her meyvenin çalındığının farkında bile değil. Fakirliğin sebebi alın yazısı ya da kader değil kendi payımıza düşen her şeyin para otoriteleri tarafından çalınmasıdır. Biz uyanmamakta ısrar ettiğimiz sürece sözüm ona o kader hiç değişmez.
 
 
 

Görüntülenme 5,097
Yayın 17 Aralık 2016
güncellendi

İslama göre şahitlik konusunda iki Müslüman kadının bir Müslüman erkeğe eşit olduğu inanışı tamamen Kur'an'a ve onun sunduğu rehberliğe bir iftiradır. Kur'an ve İslam her noktada kadın erkek eşitliğine vurgu yapar. Ama kadın erkek değerlendirmesini eşitlik üzerinden değil adalet üzerinden inşa eder. Çünkü kadın ve erkek hem nicelik hem de nitelik olarak farklıdır. Bu konu önemli çünkü kendisini islam bilgini sanan bazı karanlık odaklar ya da cahil müslüman erkekler ayetleri türkçeye yanlış çevirerek ya da ayetin yarısını verip diğer yarısını gizleyerek erkeğin kadından üstün olduğunu yüzyıllardır  ispatlamaya çalışıyorlar. Çünkü bu erkeklerin çıkarlarına hizmet ediyor. En üzücü olan şey ise çoğu müslümanın bu yalan rüzgarına kapılması ve o rüzgarın götürdüğü yere savrulması. Bu iftiraya delil gösterilen ayet şu:
 

"Siz ey iman edenler! Birbirinizle vadeli borçlanmaya girdiğiniz zaman, bunu belgeleyin. Onu, aranızdan adil bir yazıcı kaydetsin! Ve hiçbir yazıcı Allah’ın öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın! Borçlu olan taraf borcunu kaydettirsin, Rabbi olan Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olsun ve borcundan hiçbir şey eksiltmesin! Ve eğer borçlu akli ve bedeni bakımdan yetersizse ya da kendisi kaydettirecek durumda değilse, o zaman onun velisi borcunu adil bir şekilde kaydettirsin! Ve erkeklerinizden iki kişinin şahitliğine başvurun! Eğer iki erkek bulunmazsa, bu durumda doğruluğundan emin olduğunuz kimselerden bir erkekle iki kadını şahit tutun ki ikisinden biri şaşırır, unutur, yanılırsa diğeri ona hatırlatabilsin! Ve şahitler de çağrıldıklarında kaçınmasınlar! Küçük büyük olduğuna bakmaksızın, vadesiyle birlikte yazmaya üşenmeyin: Bu Allah katında daha adil, ispatlama açısından daha güvenilir ve kuşkuya kapılmamanız açısından daha uygun olandır. Fakat eğer ticari işleminiz aranızda karşılıklı peşin muameleye dayanıyorsa, onu belgelememenizde size herhangi bir vebal yoktur. Birbirinizle alışveriş yapacağınız zaman şahit bulundurun; ancak yazan da şahit de bir zarara uğramasın! Zira eğer zarar verirseniz, işte bu aleyhinize bir çıkış olacaktır. Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; zira Allah sizi eğitiyor: zaten her şeyi en iyi bilen de Allah’tır." (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ- BAKARA, 282)


Evet kitleleri bir yalanın ardından sürükleyen ayet budur. Dikkat ettiyseniz ayetin sadece bir kısmını alıp insanlara sunuyorlar. Çünkü tüm ayeti insanlara sunmak algı oluşturmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüyor. Ayet baştan başa  borçlar hukukunu oluşturmaya yöneliktir. 2 kadın= 1 erkek formülü ile yakından uzaktan bir bağı yoktur. Ayetin konusu kadın erkek eşitliği değil zaten. Borçlar hukukunda adaleti sağlamamız açısından bize hukuk dersi veriliyor. Ayetin sonunda  Allah'ın bizi eğittiğini ifade etmesinin sebebi bundan.  Ayeti anlamak için incelemeye başlayalım.

İlk olarak ayet iki kadının bir erkeğe denk sayılmasıyla alakalı değil Allah’ın haksızlığı önleyip adaleti sağlama konusundaki titiz yaklaşımıdır. Konu eşitlik değil adalettir yani. Bunun iyi anlaşılması gerekiyor. Kadınlar tarih boyunca  ya kendi tercihleriyle ya da  erkeklerin totaliter  tutumları sonucunda ticari faaliyetlere aktif bir katılımda bulunamadı. Ben kendi  tercihleriyle ticari hayattan uzak kaldığı kanısında değilim ikinci tercih yani totaliter baskılar yüzününden  ticari hayattan uzak kaldıkları görüşü kafamda bariz bir üstünlük kuruyor. Yani bu, kadının ticaret  ve ticari anlaşmalar konusundaki bilgisizliğinden kaynaklanabilecek muhtemel hataları önleyici bir tedbirdir. Zaten ayette geçen "Tadılle" kelimesi "unutma, yanılma, şaşırma, haktan sapma" anlamlarının tümüne birden gelir. Bir başka sebebi de mali konularda insanların çok acımasız olmalarıdır. Para için insanların yapmayacağı baskı ve yapmayacağı  tehdit yoktur. Kadının üzerindeki bu yoğun baskıyı azaltmak ve kadının kendini duygusal açıdan  yalnız hissetmesini engellemek için de böyle bir uygulamaya gidilmiştir.

Şimdi biraz daha ayetin derinlerine doğru uzanalım. "Eğer iki erkek bulunmazsa, bu durumda doğruluğundan emin olduğunuz kimselerden bir erkekle iki kadını şahit tutun ki ikisinden biri şaşırır, unutur, yanılırsa diğeri ona hatırlatabilsin!" ayetin bu kısmına son derece dikkat edin. Eğer kadınlardan biri şaşırır ve unutursa doğal olarak iki olan kadın şahit sayısı teke düşecek ve sadece bir erkekle bir kadın şahit olarak kalacaktır. Kur'an bilgisi güçlü olmayan her kadın bu ayeti duyduğunda  islama karşı büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Özellikle bu eğitimli ve ticari hayatta kendi parasını kazanan bayanlar arasında görülen bir durumdur. Bu ayeti  din düşmanlarından ya da dini kendi çıkarları için kullanan erkeklerden duydukları için islama küsmekte ya da derin bir kırgınlık yaşamaktadırlar. 21. yüzyıldaki  kadınların zihni, kadınlara büyük bir oyun oynamaktadır. Aslında zihinlerinde ki bu yanılgıyı oluşturmak isteyen binlerce güç odağı var. Medya, kitaplar vs.. benzeri araçlarla zihin yönetimi yapmayı başardılar. Çünkü bu güç odakları  kadınların sanki kur'an birkaç yıl önce inmiş gibi düşünmelerini sağladılar. Halbuki Kur’an'ın birkaç yıl önce inmedi. Kur’anın bugünki gibi kadının ticari hayatın vazgeçilmez bir unsuru olduğu bir yüzyılda indiğini sananaları gördükçe yapılan algının ne denli etkisini gösterdiğini üzülerek izliyorum. Kur’an yaklaşık 1450 küsür yıl önce indi. O günün tüm egemen devletlerine bakın. Romaya, irana, mısıra ve diğerlerine... Kadının değil ticari hayatı insani bir yaşantısı bile yoktu. Kadın ticari hayata dahil edilmezdi. Kadının insan olup olmadığını bile tartışan toplumlar ve filozoflar vardı. Arabistan kültüründe de durum pek farklı değildi. Kadın faşist erkek  egemenliği altında ezilen taraftı. Kur’an böyle bir dünyada devrim niteliğinde bir karar veriyor ve kadını ticari hayata sevk ederek erkeklerin kadından aldığı şahitlik hakkını geri veriyor. Günümüz kadınları olaya böyle yaklaşmalıdır. Kur’an sanki ticari hayata aktif katılan kadınlarla dolu olan bu yüzyılda inmiş bir ilahi emir olarak görülmemeli kadınlar kur'an'ın indiği devrin şartlarından başlayarak günümüze gelen bir süreç olduğunu idrak etmeliler. Kadınların iş hayatına dahil edilmesinin tarihi daha yepyenidir. Sanayi devriminden sonra 1800’lü yıllarda bu  gerçekleşti. Tarihi yepyenidir dememin sebebi ticarette erkek egemen dönemin yaklaşık 200.000 bin yıl sürmesiydi.
Gelelim ana konuya bazı kadınlara yukarda söylediğim şeyler mantıklı gelmemiş olabilir. Bu yüzden son olarak onlara Kur’an’ın şahitlikte iki kadını bir erkeğe denk tutmadığını ispatlayan ayetleri vereceğim. Kur’an bire iki oranını asla ama asla ilke olarak kabul etmez. Şimdi delillerimi sıralayacağım:

1-   Kur’an Nisa 15'inci ayetinde  Zina davasında kadın veya erkek olmasına bakılmaksızın dört şahit ister. Yani birinin zina ettiğinin ispatlanması için kadın ya da erkek fark etmez dört  şahit istenir. Eğer şahitlikte iki kadın bir erkek  kuralı olsaydı ,kur’an zinada kadın şahitlerden sekiz tane isterdi
 

"Hayasızlık sergiliyen kadınlarınıza gelince: aranızda onlar için dört şahit gösterin! Ve eğer bunlar onun için şahitlik yaparlarsa, ölüm gelinceye ya da Allah onların lehine bir yol gösterinceye kadar evlerde hapsedin!" (QURAN-NİSA,15)


2-   Nur suresi 4,5,6,7 ve 8. ayetler de birbirlerine zina iddiasında bulunan kadınlar ve erkekler Allah’ı şahit göstermek için yemine çağrılır. Bu olaya İslam hukukunda mualene denir. Erkek 4 kez yemin eder 5'incisinde Allah’ın laneti üzerime olsun der. Kadın da aynısını yapar. Eğer kadın ve erkeğin şahitliğinde fark olsaydı erkek 4 kez yemin ederken kadının 8 kez yemin etmesi gerekirdi. İşte o ayetler:
 

"İffetli kadınları (zinayla) suçlayıp da, ardından buna dört tanık getirmeyen kimselere gelince: işte böylelerine seksen celde vurun, bir daha da onların tanıklığını kabul etmeyin: zira gerçekte kötü yola düşenler işte bunlardır.(4) Ancak bunun ardından tevbe edip kendilerini düzeltenler bunun dışındadır; iyi bilin ki Allah tarifsiz bağış, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.(5) Bir de, kendilerinden başka tanıkları olmadığı halde eşlerini (zinayla) suçlayan kimseler var. İşte bu tür kişilerin her birine düşen, dört kez kendisinin doğru söylediğine Allah’ı tanık tutarak şehadette bulunmaktır; (6) beşincisinde ise, eğer yalancılardan biriyse Allah’ın lanetinin üzerine olmasını (ister) (7) (suçlanan eşin) Allah’ı tanık tutarak dört kez (kocasının) yalan söylediğine dair şehadette bulunması, cezayı kendisinden düşürür;(8)" (HAYAT KİTABI KURAN MEALİ- NUR, 4,5,6,7,8)


3-   Talak suresinde 2'inci ayette boşanma olayı için iki şahit istenir ve kadın erkek ayrımı yapılmaz. Eğer iki erkek bulamayıp tek erkek bulduysanız diğer erkeğin yerine  iki kadın getirin ya da iki erkek yoksa dört kadın bulun denmemiştir. İşte o ayet:
 

"İmdi, sürelerinin sonuna yaklaştıklarında ya onları meşru bir biçimde tutun, ya da meşru bir biçimde ayırın; ve siz(in toplumunuz) dan iki kişiye de şahit olarak bulundurun; ve (hepiniz) şahitliği Allah için dürüstçe yapın! Bakın, bütün bunlar, Allah’a ve Ahiret Günü’ne iman edenlere verilen bir öğüttür. Ve her kim Allah’a karşı sorumluluğun bilincinde olursa, O onun için bir kapı aralar." (HAYAT KİTABI KURAN MEALİ- TALAK,2)


4-    Maide 106. ayette vasiyet için şahitlik konusu işlenir.  Sizden olmayan iki şahitten söz eder. Yani Müslüman olmayıp dürüstlüğüne ve adilliğine inanılan iki kişiyi de şahitlik için getirebileceğimizden söz edilir. Yani Müslüman olmayan bir erkek  ya da kadın farketmez müslüman olan iki kadına denk mi olur ?. Tabi ki hayır. Müslüman olmayan bir insanla (kadın erkek farketmez) müslüman olan bir insan(kadın erkek farketmez) eşittir. Vasiyet şahitliğinde Müslüman  ya da  müslüman olmayan iki insan şahitlik için getirilebilir. Tabi cinsiyet önemli değilldir. sadece dürüstlük şartı aranır. İşte o ayet:
 

"Siz ey iman edenler! Ölüm size yaklaştığında yapacağınız vasiyet sırasında şahitler bulundurun: kendi aranızdan dürüst iki kişi, ya da seyahattayken ölüm emareleri gelip sizi bulursa, (adil şahitliğe) davetten sonra, sizden olmayan öteki iki kişiyi alıkoyun, eğer içinize bir kuşku düşerse onlara Allah adına şöyle yemin ettirin: Akraba hatrına da olsa, hiçbir bedel karşılığında sözümüzü satmayacağız ve Allah’ın bildiğini gizlemeyeceğiz; eğer böyle yaparsak günahkar biz olmuş oluruz." (HAYAT KİTABI KURAN MEALİ- MAİDE,106)

 
 
Sonuç olarak Ticaret akdi(sözleşmesi) özel bir durum olup halen dünyada bulunun çoğu kadının uzak kaldığı bir konu olduğu ve kadını mali konulardaki ağır baskılara karşı yalnız bırakmamak için Allah tarafından böyle bir özel uygulamaya gidilmiş ve şahitlik için iki kadın bulundurulması uygun görülmüştür . Fakat Kur’an'da 5 delil ile gösterdiğimiz gibi diğer şahitlik sözleşmelerinde Allah böyle bir duruma gerek görmemiş hatta vasiyet şahitliği için müslüman olmayan insanların bile şahitliğine güvenebileceğimizi bildirmiştir. Yani ticari şahitlikte görülen erkek egemen dünyanın sebebiyet verdiği özel bir durum (Kadının ticari hayatta fazla yer almaması) varken diğer tüm şahitliklerde cinsiyet ayrımı gözetmeksizin şahit istenir. Bir diğer önemli nokta ise Kur’an bu yüzyılda inmedi bu ayetler indiğinde kadının ticarette şahitliğinin söz konusu bile olmadığı bir dünya vardı. Kur’an kadına bu hakkı tekrar tanıdı. Fakat bu hakkı verirken kadınların bu konudaki tecrübesizliğini de görmezden gelmedi ve adalet noktasında titiz bir seçim ortaya koydu. Allah insanı en iyi  bilendir bu yüzden koyduğu bu kural yarattığı canlıyı çok iyi tanımasındandır.

 

Görüntülenme 1,661
Yayın 20 Aralık 2016
güncellendi

İlk olarak islamiyet müslüman omayanlara   yardım etmemizi ister mi? Sorusuna yanıt aramak konunun devamındaki ana düşünceyi anlamakta iyi bir rehber olacaktır. Bu sorunun cevabı evettir. Kur’an Müslüman olmayanlara da yardım etmemiz gerektiğini bakara suresi 272. ayette  açıkça belirtmiştir. Bunu belirtirken de gözden kaçırdığımız çok hassas bir ayarlama yapar ve ne olursa olsun amaç islama ısındırmak için bile olsa yardımın karşılıksız yapılması ilkesine güçlü bir vurgu yapar. Yardımın İslam literatüründeki adı infaktır. Faiz infakın zıttıdır. Mustafa İslamoğlu’nun dediği gibi Faiz karşılıksız almakken infak karşılıksız vermektir. Kur’an bir bütün olarak bu konuda da ilkesinden taviz vermez ve amaç  islama ısındırma bile olsa infak yani yardımın bir şarta bağlanmasına karşı çıkar ve bir müslümanın  muhtaç ve ihtiyaç sahibi birinin mağduriyetinden yararlanıp onu kendi dinine çekmeye çalışmasının yanlış bir niyet olduğunun altını çizer. Yardımda Allah sadece karşı tarafın ihtiyacı olup olmadığına bakıp karşılıksız olarak o ihtiyacı giderme niyeti beslememizi öğütler.
 

"(Ey Peygamber!) İnsanların hidayeti senin elinde değildir; lakin Allah isteyenin hidayetini diler. Hayır için harcadığınız herhangi bir şey kendi yararınızadır; yeter ki yalnızca Allah’ı kazanmak için harcayın; ve hayır için yapacağınız bir harcama, size tastamam geri dönecek ve siz kesinlikle haksızlığa uğramayacaksınız" (QURAN- BAKARA,272)

Ayet  aslında peygamber üzerinden hepimize hitap ediyor ve insanların hidayete ermesi maksadıyla yapılan yardımın yanlışlığına vurgu yapıyor. Peygamberimiz bu ayetten  önce sadece Müslümanlara yardım edilmesini emrederken bu ayetten sonra peygamber  ihityaç  sahibi herkese yardım edilmesi emrini verdi. Hatta hicretin 7. yılında can düşmanı olan Mekkeli müşriklere kıtlık yıllarında fakirlere dağıtmak üzere gümüş para göndermiştir. Mustafa İslamoğlunun bu ayet hakkındaki yorumu:

"Yoksula yardım o kadar hasbi ve o denli karşılık beklentisi olmadan yapılmalıdır ki, bu beklenti değil kişisel mefaat ve minnet altına alma, onun sapık bulduğunuz inanç ve düşünce dünyasına müdahale için bir araç olarak dahi kullanılmamalıdır. Çünkü hidayet Allahtandır. Hidayet kişinin kendisini iyilik yapanın hatırı için onun istediği yola girmek değil; hakkın hatırına, kişinin özgür iradesiyle Allah’a teslim olmasıdır. Bu ayet indikten sonra Rasulullah ve mü’minler bu tavrı(sadece Müslümanlara yardım etmeyi) terk ettiler ve yardıma muhtaç olanlara, hangi inanca mensup olduklarına bakmaksızın yardım ettiler (Taberi, İbn Kesir) Bu bir mü’minin, yanlış yolda olan insanların gönlünü islam’a ısındırmak için onlara yardım yapmasına mani demek değildi. Ne ki, muhtaç insanlara yapılacak iyiliğin böyle bir şarta bağlanması, ‘iyilik’ ve ‘hayır’ kavramlarının yaslandığı insani ölçülerle de çelişiyordu. Çünkü, başkalarına karşılıksız yardımda bulunmanın ilk ve en temel şartı, ‘Liyakat’ ve ‘ihtiyaç’tı " (HAYAT KİTABI KURAN TEFSİRİ, BAKARA,272)

Görüntülenme 2,714
Yayın 22 Aralık 2016
güncellendi

İlk önce şefaat inancı nedir ona değinmek istiyorum. Şefaat: bir kimsenin suçunun bağışlanması  ya da bir isteğinin yerine getirilmesi konusunda o kimseyle Tanrı arasında yapılan aracılıktır. Bu soruya gelince. Kur’an yıllar önce cevap vermişti zaten. Kur’an’ın bu konudaki açık cevabını gördükten sonra konuya devam edebiliriz.
 

"Hiç kimsenin hiç kimse adına hiçbir şey ödeyemeyeceği, kimseden şefaatin kabul edilmeyeceği, kurtuluş akçesi alınmayacağı ve hiç kimsenin yardım görmeyeceği günün (dehşetinden) korunun!" (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ-BAKARA, 48)

"De ki: Şefaate (izin verme) yetkisi tamamıyla ve sadece Allah’a aittir: Gökler ve yerin mutlak otoritesi (de) O’na aittir: Sonunda sadece O’na döndürüleceksiniz." (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ-ZÜMER, 44)

"İşte bunlara hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermeyecek" (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ-MÜDESSİR, 48)

Şefaatle ilgili temel düşünceyi oluşturan ve diğer şefaat ayetlerinin önünü aydınlatıp onları anlamamızda bize rehber olacak ayetleri sıraladım.  Kur’an şüpheye yer kalmayacak şekilde, şefaat makamının yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğunu başka hiçbir varlığın böyle bir yetkisinin olmadığını bize ifade etmektedir. Yukarda Zümer suresi 44. ayet  son derece açık. Bu yazıyı okuduktan sonra araştırmak isteyenleriniz olursa onlar için bir dip not vereyim. Kur’an’da şefaat konusu tam olarak 25 ayette geçmektedir. Bunlar 2:48, 2:123, 2:254, 2:255, 4:85, 6:51, 6:70, 6:94, 7:53, 10:3, 10:18, 19:87, 20:109, 21:28, 26:100, 30:13, 32:4, 34:23, 36:23, 39:43, 39:44, 40:18, 43:86, 53:26, 74:48 ‘dir. İlk verdiğim rakam sure numarası ikincisi ayet numarasıdır.

Şimdi konunun  özüne geri  dönelim. Bu kur’an  ayetlerinin, indiği çağdaki şefaat inancından başlayarak günümüze kadar gelen sürece bakalım. Yukarıdaki ayetler indiğinde o günün toplumunda şefaat inancı zaten vardı. Kur’an o günün insanlarında şefaat bilincini oluşturmaya çalışmıyordu. Zaten varolan  kusurlu şefaat inancını düzeltmeye çalışıyordu. Bu çok önemli bir nokta lütfen dikkatli okumaya çalışın. Peki neydi o zamanın şeffat inancı ? O günün insanları, taptıkları putları Allah ile aralarında bir şefaatçi olarak kabul ediyordu. Putlara niçin taptıkları sorulduğunda onlar bizi Allah’a yaklaştıran aracılardır diyorlardı. Aslında Hz. Muhammed bu çarpık inançla peygamberliği boyunca mücadele etti. Ama bilmem dikkatinizi çektiniz mi ? Bugünün insanları da aynı çarpık şefaat inancına sahip. Belki putları şefaatçi olarak görmüyor ama peygamberini, alimlerini, şeyhini, evliyasını vs.. şefaatçi olarak görüyor. Devirdikleri putların yerine yeni putlar yerleştiren insanımız aslında peygamberimizin yıllarca mücadele ettiği bir inancın pençesine düştü.

Niçin bir şefaatçi  peydahlama gereği duyar  insanoğlu?

Aslında bu kirli emeli her insan tasarlamaz. Ama tasarlayanların arkasına takıldıkları için onlar da sorumlu tutulacaklardır. Çoğu yazımda bahsettiğim ve her çağda, her toplumda var olan bir kurnazlar grubu vardır. Düşünsenize putları şefaatçi ilan edenler onun üzerinden para kazanıp güç ve servet elde edenler değil miydi. Putlar işlerine yaramasaydı onların gözünde sadece taş olurlardı. Bugün de durum farklı değil kendi şeyhini şefaatçi ilan eden müritler, toplumda saygın bir konuma yükseliyor. Hem kendi şeyhleri ,toplumda saygın bir konuma gelerek iktidar koltuğundan yararlanıyordu hem de müritleri. Bazen de takip ettikleri şeyhin böyle bir inancı desteklememesinden ötürü ölmesini bekliyor, o öldükten sonra da onu şefaat makamına yükseltiyor bu vasıtayla toplumda elde etmek istedikleri güce ve servete ulaşmış oluyorlardı. Peki servet ne alaka diyenleriniz olacak. Zekat ,sadaka ve bağışlar nereye gidecek sanıyorsunuz. Allah yolunda ömrünü vakfettiğini düşündüğü insanları baş tacı yapar saf Müslüman kitleler.

Ana konuya tekrar dönelim. Bazı şefaat ayetleri "illa"  istisna edatıyla gelen ve "ancak onun izin verdikleri müstesna" gibi bir karşılığı olan ibareler yukarıdaki ayetler ile çelişir gibi gözükmektedir. Ama aslında çelişmez. Çünkü bu tür ibareler Zümer suresi 44. ayetinin kılavuzluğuyla anlaşılmalıdır. Yazar Mustafa islamoğlu’nun bu konudaki yorumu isabetlidir. Ona göre izin verilecek şey "şefaat" değil  Allah’ın şefaatini "takdim etme", "bildirme iznidir". Tıpkı peygamberlerin Allah’ın insanlığa gerçek şefaati olan vahyi iletmeleri gibi. Ahirette Allah’ın şefaati en büyük ödüldür. O ödülü takdim ve tevdi etme izni verilenler de ödüllendirilmiş olurlar. Ödülün elinden alındığı kimse ödülün sahibi değildir. Ödülün yani şefaatin sahibi Allah’tır. (MUSTAFA İSLAMOĞLU)

Yazarın kast ettiği şeyi biraz daha somutlaştırmak gerek. Ahirette bir ödül töreni yapılacağını hayal edin. Organizasyon Allah’a ait. Ödüller onun adına dağıtılacak. Fakat Allah bizzat ödül dağıtacak değil. O yücelerin yücesidir. Bu yüzden ödül olarak verdiği şefaat plaketini hak eden kişiye vermesi için başka birine veriyor. Bu peygamber de olabilir başka bir insanda.  Şefaat Ödülünü Peygamberlerden birinin verdiğini varsayalım. Peygamber de olsa aslında ödüller çoktan Allah tarafından belirlenmiş sadece sahibine verilmesi için bekletiliyor. Peygamber şefaat ödülünü , ödülü kazanan insana takdim ettiğinde aslında şefaati peygamber vermiş olmuyor Allah’ın verdiği görevi yerine getiriyor. Böylece Allah hem ödülü vereni hem de ödülü alanı onurlandırmış oluyor. Herhangi bir insan peygamber dahi olsa birine şefaat edemez. Böyle bir yetkileri yoktur. Buna bir ayeti delil göstereyim.
 

"O, onların bildiklerini de bilmediklerini de bilir. Ki zaten onlar, O’nun hoşnut ve razı olmadığı hiç kimseye şefaat edemezler: zira onlar O’nun yüceliği karşısında derin bir saygıyla titrerler." (HAYAT KİTABI KUR’AN MEALİ-ENBİYA, 28)

Enbiya suresi 28. ayette açıkça vurgulanan tema,  Allah’ın olurundan geçmeden bir kimse şefaat ödülünü kafasına göre dağıtamayacağının delilidir. Dini bilgisi zayıf Müslüman kitleler Hz. Muhammedi kastederek  şefaat ya Rasulallah dediklerine  çok kez şahit olmuşumdur. Fakat sıkıntı şu ki: Hz. Muhammed’in şefaat yetkisi yoktur. O Allah ile bizim aramızdaki vasıta değildir. Tıpkı Mekke müşriklerinin putlara yükledikleri misyonu bugünün safları Peygamberimize yüklüyor. Şefaat bekledikleri Peygamberimiz bir hadisinde şöyle buyuruyor:

"Ey kızım Fatıma!, Babam Peygamber diye güvenme Rabbine karşı kulluk vazifeni yap, Eğer Allah'tan nefsini satın alamazsan vallahi ben bile senin namına hiçbir şey yapamam..."
(Müslim, İman,89, Hadis no:351)

Eğer peygamberimizde şefaat yetkisi olsaydı canı gibi sevdiği kızına bunu vaat ederdi.  Hatta kendi kızını geçtim kendisini bile diğer dünyada kendisini neyin beklediğini bilmediğini aşağıdaki hadisinde  belirtiyor.
Bir rivayete göre Osman b. Mazun öldüğünde, hanımı "Cennet sana mübarek olsun." manasına gelen bir ifade kullanınca, Hz. Peygamber ona ters ters baktı ve sonra da "Sen onun cennetlik olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Hanımı "Ya resulallah!  O senin süvarin ve arkadaşın idi." diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Vallahi ben, benim hakkında nasıl bir muamele yapılacağını bilmiyorum (diğer bir rivayette; ben Allah’ın Resulü olduğum halde, bana nasıl bir muamele yapılacağını bilmiyorum)" dedi.
Tabi hadis ne derece doğru bilmiyorum ama insanların yanlış şefaat inançlarını değiştirmesi için güzel bir örnek. İşin tuhafı ne biliyor musunuz? Bu verdiğim iki hadise inanan zümre ile peygamberin şefaat edebileceğine inanan zümre aynı. Körü körüne inanış çelişkileri görmelerini de engelliyor.
 

Görüntülenme 2,519
Yayın 01 Ocak 2017
güncellendi

Konu sürekli Allah'ın yasaklarını çiğneyen israiloğulları hakkındadır. Bazı islam bilginleri, Bakara suresi 65. ayetine bakarak Allah'ın geçmişte bir takım yahudileri fiziksel olarak maymun'a  çevirdiğini düşünmüşler. Tabi tahmin ettiğiniz gibi bu yüzden farklı mealler ortaya çıktı. Çünkü ayette geçen cümle birebir olarak " Aşağılık maymunlara dönün" şeklindedir. Seyyid Kutup Fizilal-il Kuran adlı tefsirinde ayeti şöyle meallendirir
 

İçinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilmiş olmaktasınız. Onlara "Aşağılık maymunlara dönün" dedik (BAKARA,65)

Çoğu islam müfessiri(Kur'an'ı Tefsir eden kişi) Seyyid Kutup ile aynı görüştedir. Ancak Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu bu görüşte değildir. Mustafa İslamoğlu tefsirinde hayvanlar arasında aşağılık ya da yukarılık gibi bir mertebenin olmadığını ve bu yüzden ayetin bu şekilde çevirmenin uygun olmayacağını ifade ediyor. İslamoğlunun çevirisine bakalım:
 

Nitekim, içinizden Yasak Günü'nde (Cumartesi yasağı) haddi aşan kimseleri siz de biliyorsunuz. Onlara , Maymunlardan beter olun! demiştik. (BAKARA,65)

Bu ayeti doğru olarak anlamak için hemen devamındaki ayeti de vermek isabetli olur diye düşünüyorum. Çünkü devamındaki ayet ile bir bütün oluşturduğu kanaatindeyim.
 

Ve onları, hem ilk kuşaklar hem de sonraki nesiller için bir ibret vesikası, (taklitten) sakınanlar içinde uyarıcı bir örnek kıldık. (HAYAT KİTABI KUR'AN MEALİ- BAKARA,66)

Mücahit bu ayetleri yorumlarken israiloğulları'nın maymunlaşan "bedenleri" değil "ahlaklarıydı" der. Çünkü düşmanlarını tıpkı maymunlar gibi taklit eder hale gelmişlerdi. Düşmanları olan firavunun tanrısı olan ineği yapıp sonra ona taptılar. Mücahit'in bu görüşünü İslamoğlu'nun meali teyit eder. Çünkü Bakara 66. ayette "...taklitten sakınanlar içinde uyarıcı bir örnek kıldık " ifadesi yer alır. Aslında "aşağılık maymun olun" ibaresinin maymunların taklitçi özelliğine vurgu oluşturduğunu düşünmemiz ayetleri daha mantıklı okumamızı sağlayacaktır. Aksi halde bazı islam bilginleri gibi israiloğullarının bedensel olarak aniden maymuna dönüştüklerine inanmak tamamen mantık dışı bir efsaneye kapılmak olacaktır. Allah'ın bir gruba kızıp alın size deyip maymuna çevireceğine inanmak bir akıl hezeyanı değil midir? Allah, onu sinirlendirebileceğimiz kadar  zayıf bir varlık mı ki? Asla. Allah'ın şanı yücelerin de yücesidir. Değil insan gibi küçük bir varlık Allah'ın yarattığı hiçbir varlığın Allah'ı sinirlendirebilmesi söz konusu bile değildir. Sinir bir zaaf ve zayıflıktır. Allah hiç bir zaaf ve zayıflığın olmadığı tek varlıktır. Bu yamuk anlayış değişmeden bu ayetler anlaşılamaz. Allah'ı kızdırabilecek kadar kendini yukarda gören bir müslüman varsa ya da Allah'ı, sinir krizi geçirip birilerini maymun'a çevirecek kadar  ileri giden basit ve zayıf biri olarak gören varsa bu, o insanın Allah'ın şanını, sabrını, hikmetini,bilgeliğini yani varlığını yeterince takdir edip anlayamadığının en büyük göstergesidir. Tanrısını (yarı insan olan) oğlu persius'a muhtaç zeus kadar zayıf gören Allah'a inanmıyordur. İnandığına Allah diyordur.

yukarı çık butonu